Çarşamba, 14 Mart 2018 12:22

Kuşatılan Ülke

Birinci Dünya savaşından hemen sonra; Mondros Ateşkes Anlaşması imzalanmıştı. Bu anlaşma, Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda, Agemennon Savaş Gemisi’nde, İngiltere’nin Akdeniz Donanma Komutanı Arthur Calthorpe ile Osmanlı Devleti yetkilileri arasında yapılmıştı.

Anlaşma gereği; Türk ordusu terhis edildi, savaş gemilerine el konuldu, limanlar, tersaneler, demiryolları, telsiz-telgraf ve iletişim hatları denetim altına alındı. Maden ve diğer kaynaklarına el konuldu. Çanakkale ve Karadeniz Boğazları’nda geçişin sağlanması işgal devletlerinin kontrolüne bırakıldı. Sonuç olarak Osmanlı İmparatorluğu toprakları fiili işgale uğradı. İşgal harekâtı, 15 Mayıs 1919 da Yunan Ordusu’nun İzmir’e girmesiyle devam etti.

Mondros Ateşkes Anlaşması’ndan sonra, Osmanlı Devleti Sevr’e, yani “kalıcı barış anlaşması” na davet edildi. 10 Ağustos 1920 tarihinde, Fran­sa'nın Sevr Kasabası’ndaki anlaşmayla, Osmanlı Devleti’ne kendi ölüm fermanı imzalatıldı. Böylelikle 623 yıllık koca İmparatorluk tarih oldu.

Ancak Sevr Anlaşması’nı, galip devletler sahada bir türlü uygulayamadı. Çünkü Sevr Anlaşması’nın ağır maddeleri ne Son Osmanlı Meclisi; ne de birinci TBMM tarafından onaylanmayarak, yok hükmünde sayıldı.

Hemen arkasından galip devletlerle, 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan antlaşması imzalanmıştır. Lozan Konferansının bitiminde; Lord Curzon, İsmet Paşa’ya hitaben; Sevr planının halâ geçerli olduğundan bahisle; “Bütün bu reddettiklerinizi bugün cebime koyuyorum. Yarın, birer birer çıkarıp sizlere ödeteceğim. Sevr anlaşmasının maddeleri uygulanmalı, Sevr kapanmış ve iptal edilmiş bir anlaşma değildir” der. Azılı bir Türk düşmanı olarak bilinen Lord Curson'un İsmet Paşaya söylediği bu sözler, günümüzde yaşanılan cari güvenlik meselelerini anlamak açısından önemlidir.

Batı Medeniyeti kisvesi altında görünen Emperyalist-Siyonist-Hıristiyan İttifak, Sevr Anlaşması’ndan elde etmeyi umduğu kazanımları hala unutmadı ve bu emelinden asla da vazgeçmeyecektir. Hedeflediklerine ulaşmak için, açık veya gizli olarak; sürdürdükleri bu mücadele devam edecektir.

Sevr, Batı değerleri demektir. Sevr Anlaşması uygulansaydı, Camiler kiliseye çevrilip Ezanlar susturulacaktı. Küçücük bir toprak parçasında yaşamaya mahkûm edilecektik.

Bugün ise; Avrupa Birliği’ne girme mücadelesi veren Ülkemizin, yürüttüğü müzakere sürecinde; pazarlık masasında önüne konan menüde Sevr var. Hemen hepsi Türkiye’nin güvenlik konuları arasından özenle seçilmiş olan “Azınlık hakları, Ermeni soykırımı, Patrikhane, Ruhban okulu, PKK-Güneydoğu sorunu, Kıbrıs, Ege denizi ve adalar” gibi. Avrupa’nın üyelik müzakeresi şartları incelendiğinde, ülkemizden istenen ödünler; bütünlüğümüz, değerlerimiz, inancımız ile ilgili Sevr zihniyetinin can alıcı maddeleridir.

Son dönemlerde Alman ve Hollanda Parlamentosunun Ermeni soykırım kararı alması, Batı’nın Türkiye’yi sıkıştırma stratejisinde bir değişiklik olmadığına ilişkin önemli örnekler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Geçmişte, Osmanlı Devleti Mukaddes ittifak (Düvel-i Muazzama) “İngiltere-Fransa-Rusya-Almanya” ülkeleri tarafından kuşatılmıştı.

Günümüzde; ABD askeri birlikleri, NATO şemsiyesi altında BOP da planlanan amaçlarını gerçekleştirmek için NATO kuvvetlerini kullanarak Türkiye’yi çevirme kuşatma altına alıyor. Türkiye NATO üyesi olduğu halde, Çünkü NATO demek ABD demektir.

Kuşatılıyoruz! Çepeçevre kuşatma altındayız. Apaçık bir işgal planının birinci safha emareleri ortada.

Kuzeyimizden; ABD-NATO tarafından terörle mücadele ve “Rusya’nın saldırgan tutumu” ve Karadeniz’deki egemenlik arayışları bahane gösterilerek,  Doğu Avrupa ülkelerine yapılan askeri yığınaklar aracılığıyla kendini göstermektedir bu kuşatma. ABD, Varşova Paktı döneminde dahi, anılan bölgeye bu kadar askeri yığınak yapmamıştı. Doğu Avrupa üzerinde yapılan askeri yığınak ve kapasite artırımı; Rusya’yı çevreleme stratejisinin bir parçası olarak gösteriliyor.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD-NATO, Doğu Avrupa’ya yönelik gerçekleştirdiği büyük çaplı askeri sevkiyatında, zırhlı muharebe birlikleri ve savaş uçaklarını, “Polonya-Romanya-Bulgaristan” gibi Doğu Avrupa Ülkeleri’nde konuşlandırdı. ABD Savunma Bakanlığı, 2017 yılı Doğu Avrupa Savunma Bütçesini dört katına çıkardığını açıkladı. Bütün bu harcama ve kapasite artırımının yapıldığı dönemde, ABD Başkanı Trump’ın, Avrupa’nın güvenliği için NATO’ya yapılan desteği sorguladığı bir dönemde olması büyük bir çelişkiye işaret etmektedir. Esasında bu çelişki, beyanlarından ziyade zihinlerindekini ele vermesi açısından manidardır. Bu çelişki, gerçekleştirilen askeri yığınağın bizce gerçek sebebi olan; Türkiye’yi kuşatma harekâtının bir parçası olduğu savını desteklemektedir.

Kuzeydeki diğer komşumuz Ermenistan, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO)1992 yılından beri ortağı ve diğer yandan da Rusya’nın nüfuzu altında bulunmaktadır. Rusya’nın en büyük askeri üslerinden bir tanesine ev sahipliği yapmaktadır. Ermenistan Askeri yetkilisi Garapedyan’ın medyaya yaptığı değerlendirmede, Türkiye’nin eninde sonunda parçalanacağını iddia etmesi ve Türkiye’yi işgal edeceğiz şeklindeki beyanatı; ABD’nin Romanya’da ki birliklerini Bulgaristan’ın Türkiye sınırına yakın Novo Selo askeri üssüne kaydırması, Batı’nın her daim ayakçılığını yapmaktan geri durmayan Yunan’ın zamansız kaşıntıları ve Güney Kıbrıs üzerinden sahneye konulan Akdeniz’deki egemenlik arayışları sizce nasıl okunmalı?

Güney Sınırımızda; ABD-NATO bu sefer DEAŞ ile mücadele bahanesiyle PKK/PYD terör örgütünü, diğer bir ifadeyle yeni lejyonerlerini; binlerce TIR ve uçaklarla taşıdığı ağır silahlarla donatarak Türkiye’yi çevreleme-kuşatma altına alma stratejisini uygulamaktadır. DEAŞ unsurlarının, PKK/PYD unsurları ile anlaşıp silahlı bir biçimde tahliye edilmelerini içeren ve BBC tarafından yayınlanan görüntüler hafızalardaki yerini korumaktadır. Sırf bu görüntüler bile DEAŞ’ ın nasıl bir maymuncuk işlevi gördüğünü anlatması açısından yeterlidir.

ABD Türkiye’nin güçlü itirazlarına rağmen PKK/PYD ile ittifakını sürdüreceğini açıklarken; bir yandan da kamuoyuna açıklanan, ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, “Rakip ve Müttefik Ülkeler” başlıklı listede, Türkiye müttefik ülkeler listesinde yer almamıştır. Daha açık bir ifadeyle; daha önce bahsi geçen listede yer alan Türkiye, bu listeden çıkarılmıştır. ABD bu hamle ile resmen stratejik ve taktiksel ortak olmadığımızı Dünya kamuoyuna ilan etmiştir.

ABD’nin Suriye sınırında oluşturduğu sözde kantonlarda  “ileri teknoloji ürünü hava savunma sistemleri ve anti tank savunma sistemleriyle teçhiz edilmiş, 50 bin kişilik ordu” kurması hangi tehdide karşıdır acaba?  

Peki ya; Fransa’nın Kobani’de üs kurma kararı almasına ne demeli. Malum çimento devinin yeni yapacağı yatırımların güvenliğini sağlamak olmasa gerek bu hamlenin amacı!

ABD-NATO yaklaşık 30 yılı aşkın bir süredir, PKK ve diğer terör örgütlerini silahlandırmaktadır. ABD tarafından M-16 olarak anılan piyade tüfekleri, ağır makinalı tüfekler, uçaksavar bataryaları, roketatarlar, havan topları, ileri teknoloji ürünü AT-4 ve Javelin anti-tank füzeleri, Eotech gece görüş ve kızıl ötesi dürbünleri ve lazer noktalayıcı-işaretleyiciler ile birlikte Humver-Cougar tipi zırhlı taşıyıcı araçlarla teçhiz ettiği terör örgütlerini, yani şuursuz uşaklarını adeta düzenli askeri birliklere dönüştürmüştür.

Askeri – strateji alanında gözlemlenen bu gelişmelere paralel olarak, işin propaganda ayağı da analiz açısından ciddi veriler barındırmaktadır. Batı parlamentolarında, basın kuruluşlarında ve sosyal medya ortamlarında, Türkiye’nin “sivillere yönelik” bir eylem içinde olduğuna yönelik çok yoğun bir dezenformasyon ve propaganda faaliyetinin eşlik ettiği algı yönetimi operasyonu devam etmektedir.

Sonuç

Dış güçlerin coğrafyamıza müdahalelerini önlemek ve teröre karşı mücadele amacıyla Türkiye-Suudi Arabistan ve 34 İslam Ülkesi tarafından 15 Aralık 2015 yılında “İslam Ordusu” kuruldu.

Ancak İran’ın ittifak içinde yer almaması başta, Sunni ve Şii mezhebi arasında, ittifak içerisinde Mezhepsel bölünmüşlük riski taşımasına sebep oldu.

Suriye-Irak-Lübnan-Yemen üzerinden İran’ın, Şii milisler üzerinden yürürlüğe koyduğu vekâlet savaşı ile birlikte örtülü olarak Şii-Sünni savaşını başladı. Bugün Suriye’de Şii milislerin katliamları öte yandan Yemen’in ikiye bölünmüş tablosu ortadadır.

İslam Ülkelerinin bir araya gelmesi ve askeri tatbikatların yapılmasıyla uluslararası arenada bir güç olarak ortaya çıkması tabii ki; hâkim küresel güçleri, başta ABD ve Rusya’yı tedirgin etti ve doğal olarak karşı hamleler geldi.

Suudi yönetiminde veliaht prens değişimiyle başlayan yönetim değişikliği, yeni yönetimin dış politikada tercihini İsrail’den yana kullanması, İslam İttifak Ordusu’nun muhtemel etkinliğine darbe vuran ikinci önemli gelişme oldu.

İslam Ülkeleriyle birlikte geliştirilebilecek hayırlı bir dönemin kapısını aralamak isteyen Türkiye yaşadığı olumsuzluğu geride bırakarak, stratejik aklını yeniden ve güçlü bir biçimde harekete geçirdi. Anadolu’da kurulan bin yıllık İslam Düzeni her ne pahasına olursa olsun devam ettirilmeliydi çünkü.  

Türkiye kuşatıldığını anlayınca, kuşatma hattını öncelikle Fırat Kalkanı Harekâtı ile DEAŞ’a karşı deldi. Böylelikle ABD’nin hangi terör enstrümanlarını ne için kullandığını gördüğünü, yani oyunu çözdüğünü hasımlarına ilan etti. Stratejik oyunu kurallarına göre oynayan Türkiye, ABD-NATO tehdidinin devam ettiğini net bir biçimde gördü ve Zeytin Dalı Askeri Harekâtını başlattı. Başlatılan bu harekât ile Türkiye, kuşatmadan kurtulma ve işgal hamlesini önlemeyi başarıyla gerçekleştirecek bilgi ve donanıma, cesarete sahiptir, Allah’ın izniyle. 

Çetin ZAMANTIOĞLU

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...