Pazar, 18 Temmuz 2010 17:43

Kardak krizinin aslı neydi?

Kardak krizinin aslı neydi?

Ergenekon davası devam ederken 1996 yılı Ocak ayında gerçekleşen “Kardak Krizi” gündeme geldi. Yargılanan Albay, sınıf arkadaşımdı ve bu kriz anında önemli görevlerde bulunmuştu. Gerçi o tarihlerde yaşanılan olaylar “benzin parası” gibi magazin sayılabilecek konulara indirgendi. Mahkemede  hâkimin “devleti paranızı ödemeyecek kadar güçsüz olduğunuzu mu söylüyorsun?” sorusunu sordurdu. Olaylara duygusal öğeler öne çıkarılarak yön verilmeye çalışılıyordu.

Her ne ise, biz başlığımızdaki soruya geri dönelim. Kardak krizi olduğunda hala Donanmada görev yapıyordum. Henüz ordudan ayrılmamıştım.

Sadece Donanma değil bütün silahlı kuvvetler krizden etkilenmişti zira savaş durumuna yakın bir alarm verilmiş dört gözle gelişmeler takip ediliyordu.

Peki, Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine kadar getiren bu olayın aslı neydi. Kardak kayalıkları denilen küçücük iki adacık niçin bu kadar önemli hale gelmişti.  Yoksa o kayalıklarda korsanların büyük hazineleri mi vardı? Böyle bir yer için neden NATO üyesi iki devlet savaşın eşiğine gelsin ki?

Bu soruların en makul cevabını bulmak için o tarihlerdeki ekonomik gelişmelere bir göz atmak gerekiyor. Zira  “silahlanma yarışı” denilen ve ABD’nin hizmet dışına çıkardığı bazı silahları nasıl pazarladığını anlamamız lazım.

ABD, dünyanın en büyük silah üreticisidir. Eskiden de öyleydi, şimdi de. Fakat günümüzde bu silahları pazarlama ve satış şekli biraz değişmiştir o kadar.

Körfez savaşlarından önce Amerikan halkında “Vietnam sendromu” adı verilen bir hastalık vardı. “Askerlerimizin dünyanın bir ucunda işi ne?” diye ABD yönetimini sorgulayan halk, yenilgiden sonra askerlerin yaşadığı manevi yıkımdan çok etkilenmişti. Bu nedenle sınır ötesi harekâtlardan uzun süre vazgeçen ordunun elinde hatırı sayılır bir silah birikmişti.

İşin kötüsü teknolojide meydana gelen yenilikler bu silahların birer birer çöpe atılmasını gerektiriyordu. Böyle bir işlem ise milyarlarca dolarlık büyük bir israf anlamını taşıyordu.

Fakat “Coni’ler” çok akıllıydı. Dünyanın en önemli gücü olan silah endüstrisini ayakta tutmak için bir çeşitli çareler geliştirdiler. Önce “askeri yardım” adı altında bu silahları dost ve müttefik ülkelere! pazarladılar. Daha sonra ise Körfez savaşlarında olduğu gibi savaşa bizzat kendileri girerek milyarlarca dolarlık yeni silah üretim projelerine giriştiler. Bu sayede soğuk savaş sonrasında durma noktasına gelen silah endüstrisi ölümden dönmüştü.

Türkiye, Mısır, Yunanistan, Tayvan ve Tayland gibi ülkelere askeri yardım adı altında hurda zamanı yaklaşmış silahlar verilmeye başlanmıştı. “Paramız yok” denildiğinde “olsun FMS kredisi ile veririz, on yıl para ödemek zorunda kalmazsınız” deniliyordu. Bu kirli paraları sonra da faizi ile birlikte geri aldılar.

Tabii bu arada darbeler nedeni ile silah satılan ülkelerden çatlak ses çıkmıyordu. “Yahu biz aç sefil insanlarız bu kadar parayı hurda silahlara niçin veriyoruz?” diyen insanlar rejim karşıtı suçlaması ile derhal bertaraf ediliyorlardı.

Türkiye ve Yunanistan Ege adaları yüzünden defalarca karşı karşıya getiriliyor çıkabilecek muhtemel bir savaşta üstünlük kurabilmek için şiddetle silahlanmaya zorlanıyorlardı. Özellikle 50 yaşındaki savaş gemilerini satmak için büyük bir baskı uygulanıyordu.  İşte “Kardak Krizi” adı verilen krizlerden sadece bir tanesi olan bu gerginliklerin esas sebebi budur.

Gerginlik üretmek ve sonunda hurdaya çıkacak silahları bu ülkelere satmak. Bu strateji yıllarca başarı ile uygulandı. Türkiye ve benzeri ülkeler oltaya takılmış, ekonomik gelişmelerini tamamlayamadan büyük borçlar altına sokulmuşlardı.

Biz gariban askerler ise hiçbir şeyin farkında olmadan vazifemizi yapmaya çalışıyorduk. Allah selamet versin, savaş gemilerinde çalışırken çok zeki bir çarkçıbaşımız vardı. Bize bu kirli ticaretin ayrıntılarını tek tek anlatmıştı. Bütün bu gerginlik ve çatışma olaylarının altında yatan en önemli gerçek “para” idi.

ABD, hurda silahları sattığı ülkelerin zaman içinde yapılan işgüzarlığın farkına vardığını görünce çok sert önlemler aldı. Hatta tatbikat esnasında “TCG Muavenet” gemisinin vurulmasına varacak kadar acımasız ve canice hareket etti. Sonunda eski silahlarını tamamen temizlemişti. Şimdi yeni silahlar ile savaşabilir silah fabrikalarına milyarlarca dolarlık siparişler verebilirdi.

Sonunda Birinci ve İkinci Körfez savaşları ile Körfez’i ve Irak’ı yakıp yıktı. Yetmedi Afganistan’a girdi. Fakat bu savaşlar bile silah endüstrisinin karnını doyurmuyordu. Savaş ve kan, bu “cani Coni’lerin” kanlarına işlemişti, bir kere. O noktaya varmışlardı ki bin dolar bile etmeyen külüstür bir kulübeyi vurmak için bazen 300 milyon dolarlık bir Tomahawk füzesini kullanmaktan sakınmıyorlardı.

Sonunda belalarını buldular. Savaş endüstrisi ve sanal bankacılık öyle büyük bir yıkıma yol açtı ki ABD ekonomik krize girdi. Bir daha toparlanmaları güç gibi görünüyor.

İşte başta “Kardak Krizi” olmak üzere komşumuz Yunanistan ile karşı karşıya gelmemizin en önemli nedeni, işte bu bir türlü tok olmak nedir bilmeyen savaş endüstrisidir. Böylesine ahmakça yarıştan kurtulmanın yegâne çaresi de profesyonel askerliktir. Bu sayede ülkenin zaten sınırlı olan kaynakları israf edilmeyecek, etkili ve vuruş gücü yüksek bir ordu meydana getirilecektir.

Tabii bu iş sadece sınırlı sayıdaki komandoların ve sınır birliklerinin profesyonelleşmesi ile olmaz. Geniş çaplı bir modernleşmeye ihtiyaç vardır. Dünya aya giderken yaya kalmak ayıptır, günahtır.

Zorunlu (mükellef) askerlik sistemi derhal kaldırılmalı, bunun yerine harekât kabiliyeti son derece yüksek sayısı 300 bini geçmeyen bir ordu kurulmalıdır.

Profesyonelleşmeye karşı çıkanlar lütfen ABD’nin yukarıda anlatmaya çalıştığım kirli stratejilerini bir düşünsünler. Karşı çıktıkları profesyonel ordunun ne derece doğru ve yerinde  olduğunu anlamaya yetecektir, vesselam…

Kardak krizi ve hatırlattıkları

Kardak krizi olduğunda hala Donanmada görev yapıyordum. Henüz irtica suçlaması ile ordudan atılmamıştım. Aynı yılın sonunda “28 Şubat” dönemi ve buna paralel Donanmada “dindar subay” operasyonları başladı. Sayısı bine yaklaşan subay ve astsubay “eşleri başörtülü olduğu” gerekçesiyle ordudan ayrılmak zorunda kaldı.

İşte Ergenekon çetesi bu dönemde doğdu. “Batı çalışma Grubu” dindar insanları fişlemekle işe başladı ve en küçük dini hassasiyeti olan birçok subayı ordudan ihraç etti. Bu ahlaksız plan iki koldan yürütülmüştü. Bir yandan Yüksek Askeri Şura, yargı kararı olmaksızın subayları ordudan atıyor diğer yandan “Bak sen iyi bir insansın, bu Şurada ordudan atılacaksın. İyisi mi istifa et kurtul, bizi de bu çirkin işten kurtarmış olacaksın” diyerek istifaya zorluyordu.

Sonunda binlerce insan ordudan ayrılmak zorunda kaldı. Ergenekonculara gün doğmuştu. Her türlü cunta örgütünü rahatça kurma ve uygulama imkânı bulmuşlardı. Ne de olsa vatanını seven ve hiçbir şekilde cuntacılara taviz vermeyecek adamların neredeyse tamamı, ordudan temizlenmişti.  

Bugün mahkemeleri devam eden Ergenekon olaylarının içyüzünü öğrenmek isteyenler o günleri hatırlamak zorundadır. Aksi takdirde mahkeme sürecinde ortaya çıkan olaylara anlam vermekte güçlük çekeceklerdir.

Yahu! Memleket elden giderken sen bu ordunun içinde görev yapıyordun, hiç mi karşılık vermedin, olaylara sadece kös kös baktın mı? Kendi hesabıma konuşmam gerekirse bir parça karşılık verdiğimi düşünüyorum. Hatta “Bahriyede 15 Yıl” kitabı güzel bir örnektir. Ama yeterli miydi, isterseniz buna siz karar verin.

Öncelikle Donanmada görev yapan arkadaşlarıma daima şu sözü söylediğimi hatırlıyorum. “Arkadaşlar, dini konularda taviz vermeyin zira taviz tavizi doğurur, bugün elinizi isteyenler yarın kolunuzu isterler. Tavizin sonu gelmez, kolunuzu isteyenler yarın gövdenizi isteyecektir. Sakın eşlerinizin başını açmayın, içki içmeyin, namazınızı terk etmeyin. Eğer ordudan atarlarsa, nasıl geçim sağlayacağım diye düşünmeyin. Rızkı veren Allah’tır. Rezzak olan Allah, bir kapı kapar bin kapı açar. Hem bizlerin bazı fırsatları var, gider ticaret gemilerinde çalışırız. Orada daha iyi imkânlarla çalışır para kazanırız. Bu din düşmanı kişilerin minnetini çekmeye gerek yoktur” dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Belki bin kişiye söylemişimdir. Hatta Allah’ın rahmetine kavuşmuş  çok değerli bir ağabeyim “tedbirli olun, bak dindarları ordudan atıyorlar” dediği zaman “Ağabey ne olursun!  bari bunu sen söyleme. Zaten bu insanları yeterince korkutuyorlar, böyle söylersen, dini konularda yeterince taviz verdiğimiz yetmiyor gibi bu sefer eşlerimizin baş örtüsünü açacaklar. Yapma ne olursun.” Ben böyle söylediğim halde o ağabeyime belki on defa aynı şeyi söylemek zorunda kaldım. Zira o, orduda kalmayı ve orada hizmet etmeyi çok önemli bir görev biliyordu. Her ne ise, zaman önce o ağabeyimi sonra da beni haklı çıkardı. Birkaç yıl sonra ben ve taviz vermeyen arkadaşlarım ordudan atıldık. Buraya kadar o haklıydı. Lakin ondan sonra ben haklı çıktım. Çünkü ordudan atılmıştık fakat çok daha iyi imkânlarla çalışma fırsatı bulmuştuk. Daha önce askerlik maaşı ile ev alma hayalini bile kuramaz iken şimdi ev almış ikincisini de alsak mı? Diye hesap yapıyorduk. Rabbim bir kapıyı kapamış fakat binlerce kapı açmıştı. Sadece maddi imkânlar değil manevi olarak da Rahman olan Allah’ın lutfuna mazhar olmuştuk.  Her şeyden önce ailelerimiz o yoğun baskıdan kurtulmuşlar, başörtüsü nedeni ile çekmiş oldukları sıkıntılardan büyük ölçüde kurtulmuşlardı.

Kanuni haklar bakımından çok büyük haksızlıklara maruz kalmıştık hatta “mecburi hizmetini doldurmadın”  diye bir de ceza ödedik iyi mi!  Daha bunun gibi, yazsam belki sayfalar sürecek yüzlerce haksızlığa maruz kaldık. İşin kötüsü bu zulüm ve haksızlıklar yapılırken hep kendini dindar ve demokrat olarak ifade eden hükümetler işbaşındaydı. Bütün bu pis işleri bu hükümetlere yaptırdılar, işin kötüsü arkasından da kıs kıs güldüler.

Eğer utanma ve hayâ duygularını yitirmedi iseler bu rezillikler onlar için yeter. Bakın burada bir partiyi ve bir liderini kastetmiyorum. Demirel, Özal, Erbakan ve Erdoğan da dâhil olmak üzere bütün parti liderleri ve onların siyaset yapan yardımcıları toptan sınıfta kalmışlardır. Elbette karşı tarafta olan diğer siyasetçiler de büyük bir mesuliyet altına girmişlerdir. Gerçi onları çok fazla kınayamıyorum zira onlar bu zulümlere vermiş oldukları kararlar ile zulme ortak olurken en azından “sağ gösterip sol” vurmadılar, sadece layık oldukları utanılacak pişkinliği gösterdiler. Öte dünyada bütün bunların hesabı sorulacaktır. Kabir ve sakar belası onlara yeter.

Fakat “sabrın sonu selamettir” misali bizler onurlu yaşamayı üç beş kuruş devlet maaşına tercih ederek Rabbimizin çok nimetini gördük. Hamdü senalar olsun, Rabbim bizlere insanların minnetini çektirmedi. Çok mihnetli devlet maaşı yerine çok bereketi olan kendi kapısından verdi. Helal dairede denizlerde çalışarak paralar kazandık.

Fakat sözünde duramayan ve dini hassasiyetleri ön plana çıkarıp daha sonra da sert bir dönüşle kıvırtanlara ne demeli. Öte taraftan “dindar subayların kökünü kazıdık” diye eğlenen hatta bayram yapanlar ne âlemde.

Onlar şimdi “Ergenekon” çeteleşmesi nedeniyle hâkim karşısında hesap veriyorlar. Ne ceza alırlar bilemem, fakat asıl büyük mahkemede ne olacak?  Orasını düşünmek daha önemlidir. Şansları var zira tövbe kapısı kapanmamıştır. Belki bağışlamayı çok seven Allah’tan nedamet dilerler. Bu onların bileceği iş, lakin hesap günü ben ve arkadaşlarım bu yaptıklarının hesaplarını soracağız. Belki de o çok dehşetli hesap gününde bu sayede berat senedini kazanırız. Zira yapmış olduğumuz salih ameller ile günahlarımızı dengelemek pek mümkün görünmüyor.

Rabbim, son nefesimize kadar imanla yaşamayı ve o şekilde kabre girmeyi nasip etsin…

                                        Vehbi HORASANLI

 

 

 

Son Düzenlenme Pazartesi, 19 Temmuz 2010 17:45
Vehbi Horasanlı

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...