Pazartesi, 18 Şubat 2013 12:00

İnsani Olanla Hukuki Olanı Ayırabilmek

İnsani Olanla Hukuki Olanı Ayırabilmek

                                                                        Hüseyin Caner AKKURT

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi asla adil davranmamaya itmesin. Adaletli olun; bu Allah korkusuna daha çok yakışan(bir davranış)tır. Allah’a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyla bilmektedir.”(Maide-8)

İslam'ın Şartlarının başına "adalet" ve "güzel ahlak" ön şartını koymadan Müslüman olduğunu iddia etmek, Kur'an'ın ve Sünnet’ in dışında bir din anlayışı ihdas etmek olur sanırım. Çünkü bütün peygamberler ve uyarıcılar her şeyden önce, adalet ve merhamet  inşa etmek için toplumlara gönderildi. İktidar olmanın temelinde adalet olmak zorundadır. Allah tüm evreni adalet orijinli yaratmış ve dizayn etmiştir. Zaten o yüzden “Adalet Mülkün Temelidir” denilmiştir.

 

 Başbakan'ın Ergin Saygun'u hastanede ziyaret etmesiyle ilgili değerlendirmelerde geçmişten bugüne gelinen süreci dikkatli, insaflı ve izanlı takip etmemiz gerekir.

Özel Yetkili Mahkemelerin adalet prensibinden dışarı çıkarak adeta keyfi hukuk işletmeye başlamasının hissedilmesi ve bunun ileride meydana getireceği toplumsal tahribat ihtimali göz önünde bulundurulunca hükümetin bu konuda ne kadar yerinde bir yargı düzenlemesi yaptığını anlamak zor değil. Nitekim en son MİT krizinde bu keyfiliğin ne derece yakıcı olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Ergin Saygun ziyareti  sadece insani temelli bir ziyaret değil, aynı zamanda toplumsal barışın inşası noktasında sembolik bir anlam içermektedir. Başbakan, yargıyı etkileme gibi bir risk taşımıyor olsaydı görevi gereği muhtemelen yine aynı insani refleksi gösterip tutuklulardan ziyaret ettikleri birileri olabilirdi. Genelkurmay Başkanı Özel’in hastaneyi sık sık ve bizzat arayarak bilgi aldığını biliyoruz. Yani bunu yapmakla Balyoz yanlısı mı oldu? Başbakan aynı şekilde  İlker Başbuğ'un tutuklu yargılanmasını da eleştirmişti. Hukuktaki "Masumiyet Karinesi" gereğince yargıdan nihai sonuç çıkmadan kimsenin suçlu ilan edilmesi öngörülemez; bunun aksi  ne insani, ne de İslami bir bakış açısıdır.

28 Şubat sürecinde  TSK’de  hukukun esamesinin bile  okunmadığı, yargısız infazlarla mağduriyete uğrayanlardan biriyim. Aynı zamanda bunu "kan davasına" dönüştürmenin hiç bir kesime faydası olmayacağı gibi, geleceğe yönelik kapanmaz yaralar açması da muhtemel olduğuna inanan da biriyim. Ergenekon, Balyoz vs. gibi davalara sosyal ve toplumsal psikoloji açısından bakıldığında suçu kesinleşmiş dahi olsa ailevi bağlılık duygusuyla hiç kimse suçu kabullenmek, kanıksamak istemez. Çünkü aile bağı bütün ilkelerden önce duygusal bağla oluşur. Hz. Peygamber gibi “Kızım Fatıma da olsa…” diye bakarak adalet ilkesini gözetmek oldukça zordur. Meselenin bu boyutundan ziyade idarecilerin bakış açılarını irdelemek, süreci daha sağlıklı ve anlaşılabilir hale getirecektir. AK Parti hükümeti toplumda farklı bir kutuplaşmaya neden olacak tehlikenin farkına vardı ve bunun kendilerinin kontrolü dışında ivme kazandığını fark etti. Yargı önünde suçlu bulunan insanlar, kamu vicdanında suçsuz görülebilirler. Bu noktada kamu vicdanıyla yargı kararının aynı denklemde buluşmasının formülü adil yargılanma hattından yani yargı erkinin toplumsal tabanda soru işaretleri bırakmadan süreci idare etmesinden geçmektedir. Başbakan'ın sık sık uzun tutukluluk sürelerine atıfta bulunması da zaten bu rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Ayrıca  bazı medya kuruluşları, özellikle ulusalcılar, bu meselenin dindarlar tarafından “rövanşist” duygularla yapıldığını, bir takım cemaat veya grupların emniyet, yargı gibi kritik yerleri ele geçirdikleri dezenformasyonuyla

toplumda korku ve endişe yayarak, “ötekileştirdikleri”ne  karşı kin ve nefretten oluşan bir kitle oluşturma çabası içindedirler. 

 

Bu açıdan derin devlet yapılanmasının stratejik unsurları, geleceğe yönelik hesaplarında,  aslında bu işleyişten, yani uzun tutukluluk sürelerinden, yargılanmaların  uzamasından, tutuklu yargılamalardan oldukça memnunlar.

Aslında başat olan testiyi kırmadan alınacak anayasal tedbirlerdir. Yasalar bu noktada darbe zihniyetine geçit vermeyecek şekilde en ağır müeyyidelerle teşkil edilirse, sonraki süreci değerlendirmeye gerek kalmayacaktır. Tüm toplumun ortak bir değer olarak kabul edeceği temel insani değerlerde  bir araya gelmesi elzemdir. Oluşan olağanüstü durumlardan kendi düşünce ve amel gruplarının nemalanacağı bir kapı gibi görme algısı, bir diğerine gelen zararı görmezden gelme zaten adalet ve özgürlük anlayışının dışında ilkel bir inanış şeklidir.

Fakat maalesef toplumların bu zaafiyeti ve hastalıkları farklı dönemlerde, farklı kesimlere ve farklı metodlarla  sürekli kaşınmaya ve potansiyel enstrüman olarak sıcak tutulmaya çalışılmıştır. Bunlar Alevi-Sünni meselesinde yapılmaya çalışıldı. Terörden nemalanarak Kürt-Türk çatışması çıkarılmaya çalışıldı vs. Her iki "ötekileştirilen" kesimde derin izler bıraktı.  Mesela; Dersim'de olanların hesabı mevcut zihniyet veya ideolojiden sorulmak yerine kasıtlı ve bilinçli olarak Aleviler Sünnilere karşı kışkırtılarak, potansiyel düşman üretilerek hasta ideoloji, aradan ustalıkla sıyrıldı ve tam bir cellat sevicilik diyebileceğimiz türden mağdur olan kesimden destek buldu. Bu gün hala cemevlerinde Atatürk’ün posterlerinin bulunması oldukça manidardır. Bir taraftan da Aleviler hakkında bir çok uydurma ve iftiralarla Sünni kesim kışkırtılmaya devam edilirken, Alevileri onların içlerine zorunlu iskâna tabi tutuyorlardı.(Geniş bilgi için bkz. Dersim 1938 ve Zorunlu İskân-Hüseyin Aygün)

 Tam bir asimilasyon olarak nitelendirilebilecek, Türkiye'nin dört bir yanına sürgün edilen Alevilerin bu ahval ve şeraitteki psikolojisini düşündüğümüzde Sünni köylere veya mahallelere yerleştirilen bu insanlar ya mezheplerini değiştirdiler ya da içe kapanık bir toplum haline gelerek kendi gettolarını kurdular.(Başbakanlık'tan 2012 yılında TBMM Dersim Komisyonu'na gelen 2.500 belgeden anlaşıldığına göre 32 İl'e 2.907 aileden 14.411kişi sürgün edildi)

Benzer “cellat sevicilik”  farklı dönemlerde dindarlar tarafından da icra edilmiştir. En belirgin örnek siyasi ve iktisadi alanda olduğu kadar din sahasında da derin yaralar açan ve toplumsal yarılmalar meydana getiren 27 Mayıs 1960 Darbesinde, devrin etkili mukaddesatçı-dindar yayın organlarından Sebilürreşad dergisidir. Milli Birlik Komitesi Başkanı Cemal Gürsel’in üniformalı fotoğrafını kapaktan tam sayfa vermiş  ve derginin içinde baş yazı niteliğinde(İsmail Kara’ya göre  Eşref Edip tarafından kaleme alınmış) 2 sayfalık yorumun son bölümünde şu cümleler yer almaktaydı:

(…)Milli birliğe, milli vahdete hürmet etmek, bugün her zamandan ziyade milli ve vatani bir vazifedir. Fikirleri teşettüte uğratacak, gönülleri rencide edecek,iman ve itikatleri sarsacak her türlü ayırıcı tefrika ve nifaka sürükleyici hareketlerden sakınmak, millet ve devletimizi selamet ve saadete isâl etmek için bütün gayret ve ve samimiyetleriyle çalışan fedakâr Milli Birlik Komitesi ve hükümeti etrafında, ona tam bir itimat ve rabt-ı kalb etmek, onun gösterdiği yolda hak ve fazilet yolunda yürümek, her Müslüman Türk için dini, vatani bir borçtur…(Sebilürreşad, cilt 13, sayı 311, Temmuz 1960, s.162-163)

Necip Fazıl’ın 27 Mayıs Darbesini eleştirirken, 12 Eylül Darbesine methiyeler düzmesi bizim, toplum için ortak doğrunun ne olduğu konusunda paradoksa düştüğümüzün bariz bir göstergesidir. Bugüne gelindiğinde ise, 12 Eylül Darbecileri yargılanmaktadırlar…

N.Fazıl’ın Rapor 13’te yazdıklarının bir bölümü şunlar:

 

“Hareketin mahiyeti... Malum klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen' diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir."

"Hükümetten ziyade onu mefluç kılan partilere ve fesad ocağına döndürdükleri Meclis'e yönelik bir davranış... Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..."

"Darbenin Başbakanı Bülent Ulusu, 'bahriyelilere mahsus bir nezaket, yumuşaklık ve uysallık içinde'dir.... Başbakanın iki konuşması üzerinde dikkat ettiğim nokta onun 'başarımızı Allah'tan niyaz ederim' sözleri oldu. Bu sesi özlüyorduk."

"Hakkın tayini, türlü oyunlara getirilen yığınlara değil, hakka bağlı bir otorite merkezine ait olması gerekir. Biz dünya görüşümüz icabı, hak ve hakikat saltanatından gayri bir sistem tanımayanlardanız."

 

"Diyarbakır'da 'şeriatin kestiği parmak acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriati hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman'a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!.."

 

Mesele  aslında kişiler değil, kişileri kaldırın yerine  12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerine alenen veya zımnen destek veren cemaat ve tarikat yapılarını veya muhafazakârların idaresindeki dernek ve vakıfları koyun, yakıcı gerçekliğin değişmeden karşımızda durduğunu göreceksiniz…

 

 

Dersim konusu gelmişken  yazdıklarımızın bağlamında burada Mehmet Baransu'nun "Dersimli Karadayı" yazısına değinmeden geçmemek lazım. Çünkü Baransu'nun yaklaşımı kanaatimce adil bir yaklaşım değil, çünkü Karadayı'nın mezhebi kökenini saklaması diye bir şey var mı belli değil. Kaldı ki Çankırı'ya sürgün edilen ailesi ve kendisi iradi olarak mezhep tercihinde bulunmuş olabilirler. Bunun neresi takıyyedir anlamak güç. Ayrıca Merhum Özal'ı kandırdığından ve Genekurmay Başkanlığı'na kadar yükseldiğinden bahsetmektedir. Baransu Özal'ı tekrar tanımaya çalışsın, çünkü Özal muhafazakarlıktan ziyade liyakate önem veren bir liderdi. Liyakat konusunda hata etmiştir demekle, Baransu'nun söyledikleri tamamen zıt şeyler. Peki Karadayı'dan sonra gelen "28 Şubat bin yıl sürecektir" diyen "Sünni" Kıvrıkoğlu'na ne diyeceğiz. Yani söylemeye çalıştığım; Alevi Kemalist darbecilerle, Sünni Kemalist darbeciler arasında fark olmadığıdır. Tıpkı Beşşar Esed’le Hüsnü Mübarek arasında bir fark olmadığı gibi.

 28 Şubat zihniyetini mezhebi kalıba atıf yaparak açıklamak geçmişte yapılan hatayı tekrar etmek ve toplumun beraber yaşama geleneğine, temeline dinamit koymaktır.

Sonuç olarak lâik-dindar, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ulusalcı-liberal fark etmez;  ya  toplumsal mutabakat içinde, birbirimizin sınırlarını zorlamadan ve suiistimal etmeden yaşamayı öğreneceğiz, adaleti ve merhameti önceleyerek, kadim medeniyetimizin birlikte yaşama kültürünün izlerini arayıp bulacağız ve Adem'in oğlu Habil gibi olmayı deneyeceğiz yada aşağıdaki hikayenin sonunda olduğu gibi geriye dönülmez ve telafi edilemez kavgaların başlatıcısı olarak gelecek nesillere kötü bir gelenek  bırakacağız.

 

 Günün birinde bir çoban ve bir yılan varmış, yılan her gün çobanın yanına gelir sütünü içer, karşılığında karnından bir altın çıkarır ve çobana verirmiş. İkisi de hayatlarından memnun

hayatlarını devam ettirmekteymiş. Gel zaman git zaman, çobanın bir süreliğine şehre inmesi gerekmiş, oğluna sıkı sıkı tembih etmiş; sakın yılanın sütünü eksik etme diye. Bu arada yılanı da durumdan haberdar edip, karşılıklı alış-verişin devam edeceğini söylemiş. Oğlu, babasının direktifleri doğrultusunda mutabakatı sürdürmeye başlamış ancak, bir süre sonra bu işten sıkılmış ve aklına şeytanlık düşmüş. Her gün bu eziyeti çekmek yerine yılanı öldüreyim, hergün alacağımı bir seferde alayım ve bu işten kurtulayım demiş, planını işleve koymaya karar vermiş. Yılanın mutad olarak geldiği bir günde çobanın oğlu sütünü içen yılana birden hamle yapmış, fakat temkinli olan yılan son anda kuyruğundan aldığı bir yarayla suikastı bertaraf etmiş, fakat can havliyle de çocuğu sokmuş ve çocuk zehirin etkisiyle oracıkta can vermiş. Hikaye bu ya tam da olayın üzerine çoban geri dönmüş; bakmış ki oğlu cansız bir şekilde yatıyor, yılan aldığı yarayla kıvranıyor, etraf yerle yeksan olmuş...

Çoban manzarayı görünce kabahatlinin oğlu olduğunu anlamış. Oğlunun öldüğüne mi yansın, anlaşmanın bozulduğuna mı? Vaziyeti kurtarmak için yılandan özür dilemiş; her iki tarafın da kayıpları olduğunu, bunu tolere edebileceklerini, iki tarafın da bu elim hadiseyi unutup, eski alış -verişe devam edilmesini istemiş. Yılan bu mümkün değil demiş. Zira sen evladını kaybettin bense kuyruğumu. Sende bu evlat acısı, bende bu kuyruk acısı varken bizim barış içinde yaşamamız mümkün değil demiş...

Hüseyin Caner AKKURT

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...