Cuma, 03 Ocak 2014 16:43

İNSANLIĞIN ADALET ARAYIŞI

Çarpık hukuk anlayışı ve haksız yargılamalar varsa korkmadan üzerine gidilmelidir. Aksi halde bu şaibenin toplumda oluşturacağı genel yargı, hukuk ve adalet anlayışını örseler ve zedeler.

 Hukuk evrensel bir kavram olmakla birlikte, görecedir yani farklı zaman ve mekânlarda farklı hukuklar teşkil eder. Ancak "adalet" kavramı öyle değildir. Her şey hukukla çözülemeyebilir fakat arkadaşlık ilişkilerinden devletlerarası ilişkilere varana dek adalet anlayışını tesis ederseniz o zaman varlık anlam kazanır. 

Filhakika; o yüzden "adalet mülkün temelidir." Yani adalet evrenselliğin de ötesinde ilahi bir düsturdur. Yaratıcının "ol" demesiyle birlikte maddi âlemde adalet de vücut bulmaya başlar. O yüzden adaletin kestiğinin acısı hissedilmez. Adalet bu yüzden şeriatin önündedir, önünde olmak zorundadır. Yani adalet hakikat kavramının içinde yer alır, çünkü epistemolojik bir değer ortaya koyar ve insan yaratılmadan önce de var olandır. Adalet bu açıdan Tanrı'ya teslimiyeti sembolize eder. İnsan yaratılmadan önceki şeytani itiraza dikkat edilecek olursa, Rabbin varlığına ve yegâne Yaratıcı olduğuna dair bir itirazla karşılaşmayız. Ontolojik ve niceliksel bir itirazdır İblis'in yaptığı. Hatta fiziksel üstünlük üzerinden hareketle niteliksel olarak da kendini başat görür. Yani kendi hukuk örgüsüyle bakar ve ben ateşten o ise balçıktan der ve bu kıyasla maddesel üstünlük taslar ve bu  örüntüyle üstünlüğün kendinde olduğuna dair bir çerçeve belirler. Ama hakikatin sırrı kendi İlm-i Ezelisinde olan  ve Adl-i İlahiyi elinde bulunduran  Allah Zülcelâl, zerreden kürreye adaletle tecelli ettiği için son hükmü verir ve adalettin tecellisiyle eşref-i mahlûkat  vücut bulur.

 

Hülasa; hukuk formel bir yapıyla tezahür ederken, adalet bu açıdan daha informeldir. Vicdani kanaatleri de içine alır. Niyet okuyuculuk yapmaz olaya ve eyleme bakar. Dolayısıyla mümkündür ki bahsi geçen davalarda hukuka uygun olmasına rağmen adaletin dışına çıkan kararlar verilmiş olabilir. Hele de bu günlerde at izinin it izine karıştığı bir ortamda şaibeler oluşması mukadderdir. Adeta medeniyet öncesi, Peygamber (as) öncesi Mekke cahiliyesindeki zihniyete duhul etme fenomeniyle karşı karşıya geliyoruz. Hiç bir ahlaki, etik kuralın önemsenmediği ve muktedir olmak için Makyevalist bir ruhla her yolun mubah sayıldığı, kasetlerin, dosyaların, iftira ve karalamaların havada uçuştuğu bir metamorfoz yaşıyoruz.

 

Gerçekte adaletsizlikten ve hukuk dışılıktan şüphe varsa, adil yargılanma hakkını düşmanımız da olsa kullanabilmelidir. Ben şahsen bu yargılamalar aşamasında birçok arkadaşıma ve bazı devlet büyüklerine aşağıdaki ayeti de göstererek dikkatli olunması gerektiğini defalarca vurguladım. Bazı sözlerim zaman zaman yanlış anlaşılarak, ulusalcılar gibi bir söylemde bulunduğum söylendi. Ergenekon ve Balyoz davalarına tamamen kendi medyalarının manipülasyonuyla  kin ve nefrete yönelen arkadaşlar maalesef 28 Şubat davalarına aynı hassasiyetleri göstermemekle birlikte, " ...ciğerim yanıyor, elimde gelse hepsine serbestsiniz derim" mantalitesini sorgulama gereği bile duymadılar. Çarpık hukuk anlayışının ayyuka çıktığı bir fenomenle karşı karşıyayız. Önce suç teşkil edilecek veya o şekilde algılanacak dosya oluşturulup, ondan sonra suçlu bulunulan acayip ve garaip bir dönemden geçiyoruz. Gerçi bu bizim maalesef Osmanlı'dan beri üzerimize bulaşmış pis bir gelenek. O dönemlerde saraydaki dini bürokrasi ile kapıkulları arasındaki entrikaları hepimiz biliyoruz. Bunu farklı dönemlerde farklı vesayet biçimleriyle bizzat yaşadık, şimdi de yaşıyoruz. Biz şuna şahit olduk ki bu ülkede yapmadıkları cinayetler üzerlerine atılarak, işkence edilerek, aralarda işkencecilerin namaza gidip "imanlarını ve ihlaslarını tazeleyerek" gelip tekrar işkenceye devam ettiklerini gördük.  Mensubiyeti "dindar" olan ama karşısındakini kendi varlığına tehdit olarak algılayan tiplerin mazlum Müslümanları el- Kaide suçlamasıyla operasyon düzenleyip içeriye aldıklarını ve böyle olmadıklarını bildiği halde neden böyle bir suçlama yaptıkları sorulduğunda "böyle tutuklamak kolay oluyor, kimse hesap sorma cesaretinde bulunmuyor, uluslararası düzlemde itibar kazanıyoruz" dediklerine şahit olduk. Üstelik karşısındakinin  İslami kimliğinden dolayı orada olduğunu bile bile... 

 

Kendinden olmayanı insan yerine dahi koymayan bir zihniyet firavuni, nemrudi dönemlerden beri varlığını sürdürmektedir. Bu zihniyet bazen saltanatçı olarak, bazen mezhepçi olarak, bazen bir  yere aidiyetiyle, bazen Kemalist, bazen Marksist, bazen Siyonist, bazense ırkçı olarak karşımıza çıkmıştır. Yezid’in yaptığı zulümler ve işlediği cinayetler kendi oluşturduğu sözde hukuka dayalı yönetim anlayışının altında yatan mantık da bu değil miydi?

 Adalete dayalı bir ahlak anlayışı geliştiremediğimiz sürece yani adalet gibi ulvi ve ilahi bir kavramdan hukuk türetilmediği sürece bu "bazenlerin" sonunu görmek mümkün değil. Farklı dönemlerin farklı konjönktürlerinde bu çarpık anlayış farklı maskelerle hep karşımıza çıkacak... Elbette İlahi adaletin gerçekleşeceği zamana iman ediyoruz fakat bunu kuru bir bekleyişe çevirmek yerine, biz Müslümanların varlık amacından en öncelikli olanı eşkıya dünyaya adalet tesis etmek değil midir?   

 
"Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adaletli davranın. O, takvaya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır." (Maide Suresi, 8)

Hüseyin Caner AKKURT

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...