28 Şubat 1997 Post modern darbesi ve başörtüsü nedeni ile ordudan ayrılmak zorunda kaldığım söylenir de, bence bu ikinci derecedeki ve görünüşteki sebeptir. Asıl sebep, bazı değerlerden asla taviz vermemek gerektiğini bildiğim halde farkında olmadan yanlış yapmamdır.
Olay; 1996 yılının 10 Kasım’ındaki törene katılmadığım gerekçesi ile başladı. Tören hafta sonu yapılmıştı ve gayrıresmi olduğundan katılma mecburiyeti yoktu. Ayrıca benim gibi onlarca subay da çeşitli nedenlerle iştirak etmemişti. Fakat sadece iki subaya ceza verildi. Bu subayların ortak özelliği eşlerinin başörtülü olmasıydı ve makul mazeretleri olmasına rağmen savunması geçerli sayılmamış, 10 gün hapis cezası verilmişti.
Binbaşı rütbesinde olan diğer subaya üzülmemesi gerektiğini, nasılsa bir gerekçe bulunacağını zira eşinin başörtülü olması nedeniyle “ağzınla kuş tutsan seni orduda tutmazlar” diyerek teselli etmeye çalıştım.
O yıllarda dindar subaylar hukuksuz ve gayrıresmi olarak Batı Çalışma Gurubu tarafından fişleniyor, yaptığı her türlü hareket takip ediliyor akla hayale gelmeyen baskı ve taciz yapılıyordu. İlginçtir, askeri okul yıllarından o güne kadar dindar subaylar hakkında yapılan taciz ve yıldırma politikalarını bildiğim halde ibadetlerimden hiç taviz vermemiştim. “Eğer beni ordudan atacaksanız elinizden geleni ardına koymayın” dercesine serbestçe hareket ediyordum. Zira biliyordum ki “rızkı veren Allah’tır, bir kapıyı kaparsa belki bin kapıyı açar”. Bu düşünceyle meslektaşlarıma “ibadetlerinizi aksatmayın, eşlerinizin başını açtırmayın” diye telkinde bulunuyordum. Buna Gölcük, Karamürsel ve İstanbul’daki yüzlerce arkadaşım şahittir.
Atın ölümü arpadan olsun, beni ordudan atmak için bahaneleri bu olsun diye verilen 10 günlük hapis cezasına aldırmıyordum bile. Nitekim haksız bir uygulama olduğu için bu cezayı çektiremediler. Zaten bahriye hayatı boyunca hiç hapse girmedim. Sadece Bahriye mektebindeki hapishane odasını boş olduğu zaman namazlarımı kılmak için kullanırdım. Çünkü namaz kılmak için oradan daha uygun bir yer bulamazdım.
O günlerde İstanbul’da karargâh subaylığı görevinde bulunuyordum. Aynı odayı paylaştığımız subay arkadaşım tayin olur olmaz “bak bende harika bir cumhurbaşkanı tablosu var, onu odaya asalım” demişti. Kendisine “her taraf tablo ile dolu, nereye asacağız, bırak kalsın” diye olumsuz cevap vermiştim. Yaklaşık bir yıl sonra bu sefer tam aksini söyleyerek “daha önce bir tablo var diyordun amiral denetleme yapacak şimdi gelir bu odada neden fotoğraf yok diye söylenir, başın belaya girer” dedim. İşte yapmış olduğum en büyük hata buydu.
Yahu sana ne, dindar insanlara kan kusturmuş bir insanın fotoğrafını astırmak sana mı düştü. Subay arkadaşım ki benden kıdemli idi hemen ertesi günü bu tabloyu astı. O hafta içinde Yüksek Askeri Şura toplandı ve resen ordudan emekli edildim.
Kıssadan hisse bu olmak gerektir ki, İslam’a olan düşmanlığını açıktan ihzar etmiş kişileri asla ve kata övmemek hatta onun taraftarlarına dahi şirin görünmek gerekir. Asla riyakârlığa, dalkavukluğa ve buna benzer tutum ve davranışlar içine girilmemelidir. Başkası ne yaparsa yapsın. Kötü emsal olmaz. Değil mi ki dindar insanlar Nur risalelerini okuyup benimseyerek hayata geçiren insanları deniz feneri gibi kabul etmiştir. Onların yanlış yönü göstermesi beklenmeyen bir davranıştır ve bu sefer yapılan küçük hatalar bile büyük olur.
Risale-i Nurları okuyan insanlara yakışan hareket tarzı; onurlu bir şekilde dik durmak, zulmü destekleyecek her türlü davranıştan uzak durmaktır. Zira toplumun manevi değerlerini korumak için bazı insanlar “deniz feneri” gibi olmalı ışığını asla kesmemelidir.
Doğrusu hangisidir? Diyerek kararsız kalmış insanlara yol gösteren deniz feneri gibi önemli vazifeler yüklenmiş insanların bazı hassas konularda yanlış yapmaması gerekir. Herkes cepheyi terk etse bile o insanlar geri adım atmamalıdır. İşte Risale-i Nur eserlerini okuyarak imanını kuvvetlendiren insanlar, deniz feneri gibidir. Manevi olarak fırtınaya tutulmuş insanlar onları görerek istikametini düzeltmeye çalışırlar.
Özellikle sembol olmuş şahıslar ile ilgili konularda ise daha da dikkatli olmak gerekir. Zira hadisi şerifte bahsedilen, Hazreti Adem’den kıyamete kadar gelmiş geçmiş en büyük fitnelerin yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Risaleleri bilmediği için yalpalayan insanlar hata yapabilir. Fakat gerçekleri görüp bildiği halde riyakarlık yapan, dik durmasını beceremeyen insanlar çok daha büyük bir suç işlemiş olurlar.
Rabbim, deniz feneri gibi dünyayı aydınlatarak inanan insanlara doğru yolu gösteren Bediüzzaman Said Nursi’den ve onun talebelerinden ebeden razı olsun…