Pazartesi, 28 Şubat 2022 12:47

25’nci Yılında 28 Şubat Darbe Sürecini Yeniden An(la)mak!..

“Sonuçların değil sebeplerin kavranması olgunun (darbenin) tekrarını önlemekte büyük öneme sahiptir.[1] 

Bu ülkede darbeleri tarihin karanlık sayfalarına bir daha çıkmamak üzere gömmek istiyorsak, darbeleri doğuran sebepler çok iyi kavranmalı ve hesabı sorulmadık bir tek unsur kalmamalıdır.”

***

28 Şubat olarak bilinen meş’um darbe sürecinin üzerinden 25 yıl geçti. O yıllarda doğanların yetişkin birer birey olarak kamu, STK ve özel sektörde belli makam ve mevkilere gelmeye başladığı, o günün çocuklarının orta yaş grubu yetişkinler seviyesine geldiği günümüzde, 28 Şubat özelinde darbelere karşı duyarlılığın nesilden nesle azalmaya başlaması kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımızda durmaktadır.

Bugün yaşı 30-35 'in altında olanların idrak etmekte zorlanacakları kadar ilginç zamanlardı o yıllar... Nitekim inanç ve yaşam tarzına yönelik hiçbir kısıtlamanın olmadığı bugünkü sosyal ve siyasal ortamda yetişen genç neslin 28 Şubat’ın zulüm ve haksızlıklarını havsalalarına sığdırabilmesi gerçekten çok zor.

O günlerin şahit ve mağdurları olarak bizlerin o günlere dair yaşadığı zulüm ve haksızlıkları yeni nesillere birinci ağızdan ulaştırması son derece hassas öneme sahiptir. Bu kapsamda gelin o günlerde neler yaşanmış, bu millet ne tür bir zulme maruz bırakılmış hep birlikte hatırlamaya çalışalım…

Yeni Bin Yıla Girerken Anadolu’ya Giydirilmek İstenen Deli Gömleği; İrtica…

O günlerde “İrtica” en çok konuşulan ve yazılan sözcüktü. Neredeyse her haberin, her yazının ve her toplantının ana gündem maddelerinden biri irtica ve laiklikti. Manşetler, TV haber spotları, son dakika gelişmeler “laiklik” vurgulu “irtica ile mücadele(!)” başlıklarıyla verilirdi. Ülkenin bundan daha büyük bir sorunu ve mes’elesi sanki yoktu… Ne terör, ne siyasi istikrarsızlık, ne de ekonomik krizler laiklikle soslanmış irtica gündeminin önüne geçemiyordu.

O güne kadar tel örgüler ardındaki askerî kışla ve lojmanlarda gözlerden uzak (sözde) irticayla mücadele bahanesiyle yürütülen cadı avı, artık yurt sathında tüm eğitim kurumlarını, resmi daireleri hatta sivil toplum kuruluşlarını içine alan planlı bir harekâta dönüştürülmüştü. Askerî kışlalarda, üniversitelerde, resmî / sivil kurum ve kuruluşlarda insanlar tek tek fişleniyor, sistemin dışına itilmeye, yok edilmeye çalışılıyordu. Devletin içine sızmış darbeci vesayet odakları Müslüman Türk halkına karşı programlı ve planlı stratejik bir psiko-sosyal savaş yürütüyordu.

Adına “silahsız kuvvetler” denen bir kısım medya, STK, sermaye odakları, yargı ve akademik camia, Müslüman Türk halkına karşı yürütülen bu psiko-sosyolojik savaşın kolektif güç unsurlarıydı. Toplumu bir arada tutan kadim inanç ve değerlere doğrudan saldırmaya cesaret edemeyen vesayet odakları, bu güç unsurlarıyla oluşturdukları illüzyonist (firavun büyücüsü) çeteler eliyle mütedeyyin kesimleri "irtica" ile yaftalayarak ötekileştiriyor, şeytanlaştırıyor ve kriminalize ederek ezmeye, yok etmeye çalışıyordu… Çeyrek asırdır kan döken, ülkenin beşeri ve mali kaynaklarını sömüren bölücü ve ırkçı terör; Milli Güvenlik Siyaset Belgesi olarak isimlendirilen ve ülkenin gizli anayasası olarak kabul edilen metinde yer alan iç tehdit sıralamasında birinciliği “irtica”’ya çoktan kaptırmıştı…

En Büyük Tehdit; İRTİCA !...

O yıllar, devletin dış tehditlerden çok iç tehdit olarak belirlediği (sözde) irtica ile mücadele ile meşgul olduğu yıllardı. Dış tehditlerden çok iç tehditlere karşı müteyakkız ve mütehassıs bir yaklaşım mevcuttu. Öyle ki, devletin askeri, polisi, istihbaratı ve yargısı irtica olarak yaftaladıkları halka karşı top yekûn mücadelede âdeta birbirleriyle yarışır haldeydi. Bu esnada askerlerden gelen “gerekirse silah kullanmaktan çekinmeyiz” benzeri cüretkâr açıklamalar gazete manşetleri ile âdeta toplumun gözüne sokuluyordu. Halkın beşerî ve mali kaynaklarıyla teçhiz edilen ve halkın canını, malını, namusunu, inancını korumakla mükellef olan askerler, gerekirse halka silah doğrultmaktan bahsediyordu.

Genç Subaylar Neden Rahatsız ?..

“Genç subaylar rahatsızdı…” Türk siyaset tarihinde klişe bir beyandı bu. Halkın inanç ve değerlerinden rahatsız bir kesim hep olagelmişti zaten… İkinci bin yıla girmeye ramak kaldığı o yıllarda ordunun halen 1945 model teknoloji ile ABD hibesi hurdalarla donatılmış olması bu “genç subayları” halkın inanç ve değerleri kadar rahatsız etmiyordu nedense. Kim bilir, devletin ve ordunun gücünün sadece kendi milletine yetiyor olması onlar için yeterliydi belki de.

Diğer taraftan genç subayların kendi alanları dışında bilhassa hükümetlerin alanına giren konularda da rahatsızlığını alenî beyan edebilecek kadar siyasete dâhil olmaları, siyasal konuların yanında sosyal, ekonomik, kültürel, dış politika ve hukuk dâhil neredeyse tüm konularda söz sahibi ve belirleyici olması o günün şartlarında son derece normal ve meşru bir hak olarak telakki edilmekteydi.

O günün vesayet sisteminde görev ve yetkileri 2945 sayılı kanununla belirlenen, bu günün aksine, o yıllarda ağırlığının çoğunu askerlerin oluşturduğu ve adına Milli Güvenlik Kurulu (MGK) denen bir mekanizmanın bilinçli ve maksatlı olarak oldukça geniş bir kapsamda yapılmış “Milli Güvenlik” tanımına dâhil edilen konularda aldığı sözde tavsiye niteliğindeki kararlar, devletin tüm kurumları üzerinde anayasa ve kanunların üstünde bir yaptırım ve yetkiye sahipti. MGK bünyesinde oluşturulan ve başında bir generalin bulunduğu MGK Genel Sekreterliği ise hükümetlerin üstünde bir vesayet unsuruydu.

Zulüm ve Baskılar Bir Kamu Yönetimi Modeline Dönüşmüştü…

Kısacası, kendilerini devletin gerçek sahipleri, halkı ise tabiri caizse başıboş bırakılamaya cak, sürekli kontrol ve takip edilmesi gereken bir iç tehdit unsuru; parya olarak gören vesayetçi anlayış, müesses nizamdan aldığı meşruiyetle pervasızca ve mütemadiyen zulüm ediyordu. Devlet, laikçi oligarşinin elinde bir zulüm aracına dönüşmüştü. Zulüm, vesayetçi anlayışın elinde bir kamu yönetimi modeliydi artık. Toplumda milyonda bir dahi karşılığı olmayan bu oligarşik yapı, firavun büyücüsü illüzyonist medya ve bir kısım mutlu azınlıkla birlikte kolektif bir toplum mühendisliği operasyonu yürütüyordu.

Asıl Hedef ?..

Bu pervasız zulüm çarkının arkasında sinsi bir plan yatmaktaydı… Asıl hedef Anadolu irfanıydı. Bizi biz yapan değerlerdi. Toplumun “BİZ” olma şuuru darbe ve vesayetin önündeki en ciddi tehdit ve engeldi. Daha güdülebilir bir toplum için halkın ayrıştırılması hatta birbirine düşürülmesi, bir kesimin itibarsızlaştırılarak parya haline getirilmesi gerekiyordu. 28 Şubat bu sinsi planın bir parçası olarak vesayete karşı sivil direnişin omurgasını çökertmeye ve bu suretle güdülebilir bir toplum inşa etmeye çalışan sosyolojik savaşın adıydı.

O kadar pervasız hareket ediyorlardı ki, yürüttükleri bu operasyonun trajik sonuçları hiçbirinin umurunda değildi. Nitekim bu uygulama ve operasyonlar geride izleri yıllarca silinmeyecek sosyal travmalar, ağır ekonomik maliyetler ve sayısız trajik öyküler bırakacaktı.

Sonuç olarak dünya Onlara da kalmadı… 2002 seçimlerinde halk bu vesayetçi darbe heveslileriyle siyaseten hesaplaştı ve vesayet odakları ile iş tutan partileri sandığa gömerek büyük değişimin fitilini ateşledi. Devlet de darbecileri yargılayarak kısmen de olsa hesap sordu ve cezalarını kesti. Fakat 28 Şubat sürecinde darbecilerin zulmü altında ezilmiş, yarınları gasp edilmiş, işinden aşından olmuş ama duruşundan taviz vermeyerek vesayetçi statükoya karşı sivil direnişin mayası olmuş, daha önemlisi 28 Şubat yargı sürecinde mağduriyetleri tescil edilmiş binlerce mağdur için tam ve kapsayıcı bir adalet maalesef henüz tahakkuk ettirilemedi.

Hâlbuki adaletin terazisi iki kefeliydi… Bu kefenin biri suçluların cezalandırılması ise, diğeri suçtan zarar görenlerin yaralarının sarılması, mazlumun hakkının zalimden alınmasıydı.

Sözün Özü…

Aradan 25 yıl geçmesine karşın halen 28 Şubat’ın enkazı altında kalmış, kimi haklarını ahirete bırakarak bu dünyadan göçmüş, kimi kendi imkânlarıyla hayata tutunmaya çalışan yarınlardan umudunu kesmiş binlerce mağdur, kulakları kirişte devletimizden yaralarına merhem olacak, umut verici bir hukuki düzenleme bekliyor. 28 Şubat sürecinde kendilerinden gasp edilmiş hakların iadesini istiyor.

Bugün birilerinin 28 Şubat tarihini referans alarak siyaset yapmaya cüret ettiği, bu suretle darbe ve vesayet odaklarına göz kırptığı bir siyasi atmosferde, siyasi iktidarın darbecilerin heveslerini kursaklarına tıkacak bir adım atarak 28 Şubat mazlumlarına yönelik bir hamlede bulunması, eski Türkiye heveslisi odaklara karşı verilecek en iyi cevap olacaktır.

 

Bugün her türlü siyasi gücün ve iktidarın darbe ve vesayet karşıtı sivil unsurların elinde olduğunu varsayarak söylüyorum; DARBE MAĞDURLARININ YARALARI BUGÜN SARILAMAYACAK İSE NE ZAMAN SARILACAK?..

Hakan ŞİMŞEK

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...