Çarşamba, 12 Ekim 2011 01:00

Laiklik, Bediüzzaman ve Günümüze Yansıması…

Evet, Laiklik günümüzde en çok tartışılan temel ölçütlerin başında gelmektedir. Bunun sebebi rejimin genel olarak laiklik ilkesine dayandırılması ve rejimin devamının ancak laiklik ilkesi ile olacağının kabul görmesidir.

Aslında bunun arka planında rejimin tehlikede olması değil, bu kavram adı altında İslam’a saldırının mümkün olabilmesinden kaynaklanmaktadır.

Öncelikle kısaca laiklik kavramını anlamaya çalışalım.  Laikliğin kaynağı Fransa’ dır. “Din ve ruhban dışılık” anlamına gelir. Ortaçağ öncesinden ortaçağı da kapsayan dönemde ruhban sınıfının baskıcı hakimiyeti sonrası halk üzerinde bu otoritenin baskıcı gücünü yok etmek maksadı ile siyaseten kullanılmıştır.

Devlet yönetiminde laiklik ; “Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması” demektir. Yani devlet vatandaşları ile münasebetlerinde dini olguları göz önünde bulundurmaz ve aynı zamanda halkın çoğunun üyesi olduğu bir dinin azınlık olan bir dinin mensupları üzerinde otoriter bir baskı rejiminin kurulmasına engel olur.[1] Bir anlamda herkese eşit mesafede olmaktır. Fertler herhangi bir dine mensup olmakta ve yaşamakta da serbesttirler.

Türkiye de laiklik ilkesinin gelişimi aslında 1. Meclisin feshinden sonraya dayanır. 1. Mecliste kuruluş amaç ve gayesi; Hilafet-i Osmaniye’yi yeniden toparlamak ve Anadolu topraklarını düşmandan temizlemek esasına dayanan bir düşünce hakimiyetine sahipti.

Ancak 1. Meclisin feshi ile aslında laikliğin hayat hakkı bulacak bir çok adım da atılmış oldu. 1926 da kanunlaştırılan 163. Madde dini faaliyetlerle ilgili cezaları kapsamaktaydı. 15 Nisan 1928 de “Bu devletin dini, Din-i İslam’dır” ibaresi kaldırılmış ve 26. Madde de yer alan “Meclis, dini hükümleri yerine getirir” hükmü de çıkarılmıştır. Laiklik her ne kadar 1937 yılında Anayasaya sokulmuşsa da görüldüğü gibi aslında uygulamada çok eskiye dayanmaktaydı.[2]

Halifeliğin kaldırılması, Tevhidi tedrisat kanunu, Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması kanunu vs. daha bir çok şey kabul edilmiş, okullarda ki din dersleri kaldırılmış, kısacası din adına ne varsa yasaklanmıştır.

İşte tam bu sıralarda ortaya çıkan ve kendi ifadesi ile “ümmetin imanının” kurtulması için çalışan Bediüzzaman bu kanunlar ve bu ilke kaynak gösterilerek taarruza maruz bırakılmış. Memleketinden nefyedilerek tek başına ikamete mecbur bırakılmış ve hapishanelerde haksız yere tutulmuştur.

Bu hengamda, şeriatın tamamen tasfiye edilmeye çalışıldığı, gerçek din alimlerinin birer bahanelerle tek tek darağacına götürüldüğü bir ortamda Bediüzzaman Said-i Nursi (Rh.A) nin mahkeme heyetine hitaben yaptığı savunmasında geçen ifadeleri anlamak, yorumlamak ve o bakış açısını yakalamak oldukça güç olsa gerektir.

Bediüzzaman o müdafaasında aslında kendisine suç olarak isnat edilen konuları, isnadı yapanların kanunları ile çürütmüş ve gelecekte laikliğin dindarlara uygulanacak bir baskı aracı olmasını yine onların nezdinde önleme gayretine girmiştir.

Daha o zamanlarda karşısında olanların tezlerini tarumar etmiş ve adeta suratlarına çarpmıştır. Yoksa orada laikliği benimsediğini anlamak, laikliğe bir tarif getirdiğini düşünmek çok büyük bir hatadır. Bu girişimi, rejimi İslam’a ilişemeyeceği bir tarzda kendi kazdığı kuyusuna mahkum etme harekatıdır. Tabiri caiz ise şimendiferi rayına sokma harekatıdır.

Nitekim 1949 yıllarından sonra CHP rejimin muhafızı olarak demokrat parti karşısında gerilemesini önlemek maksadı ile irtica geliyor, laiklik elden gidiyor diye bugüne kadar yaptığı çığırtkanlığını başlatmış ve rakiplerini alt etme yolunda kullandığı belki de tek etkili silahı olmuştur. Bu söylemleri ile aslında bir nevi dinsizliği benimsediklerini ifade etmişlerdir.

Bu çerçevede baktığımız zaman tarihçe-i hayatta geçen “Eğer faraza, laik cumhuriyetin mahiyetini bilmeyen bir dinsiz dese: Senin risalelerin, kuvvetli bir dini cereyan veriyor, ladini cumhuriyetin prensiplerine muaraza ediyor.” El Cevap: Hükümetin laik cumhuriyeti, dini dünyadan ayırmak olduğunu biliyoruz. Yoksa hiçbir akıla gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.

Evet, dünyada hiçbir millet dinsiz olarak yaşamadığı gibi, Türk milleti misüllü bütün asırlarda mümtaz olarak, bütün aktar-ı cihanda ve nerede Türk varsa Müslümandır.”

Kısacası Bediüzzaman kendisini dine hizmet etmek ile suçlayanları o zaman doğrudan itiraz edemeyecekleri ve İslam’a İslam adı altında değil de kötü gösterilmeye çalışılan bir kavram olan şeriata saldırmaları karşısında “hiçbir akıla gelmeyen dini reddetmek ve bütün bütün dinsiz olmak demek olduğunu gayet ahmak bir dinsiz kabul eder.” Diyerek planlarını altüst etmiştir.

Bediüzzamanın aslında laiklik ile bir yere varılamayacağını ve elbet bir gün tarafsızlığını beyanla aslında ladiniliği ön plana çıkarmak isteyen sistemin mutlaka dindarlık tarafgirliğine soyunması gerektiğini ve hatta bu tarafgirliğinin İslam lehinde olması gerektiğini vurgulayan düşüncesini Eskişehir müdafaalarında geçmekte olan şu cümlelerden anlamak mümkündür:

“Ekser-i hükemânın [filozofların çoğunluğunun] garpta [batıda] ve Avrupa’da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın [peygamberlerin çoğunluğunun] şarkta ve Asya tulûları, kader-i ezelinin bir işaret ve remzidir ki, Asya’da hâkim, galip, din cereyanıdır. Elbette, Asya’nın ileri kumandanı olan bu hükûmet-i cumhuriye, Asya’nın bu fıtrî hasiyetinden ve madeninden istifade edecek. Ve bîtarafane [tarafsız kalma] prensibini, değil dinsizlik tarafına, belki dindarlık tarafına temayül ettirecektir.”[3]

İşte tüm bu yazılanların ışığında anlaşılmaktadır ki; Üstad Bediüzzaman Said-i Nursi her zaman olduğu gibi ilmi siyaseti ve üstün dehası ile vefatından sonra dahi talebelerine yol açmış ve onlara gerçek istikametin kesinlikle tarafgirlik ve İslam taraftarlığı olduğunu göstermiştir.

Kaldı ki günümüzde halkının çoğunun Müslüman olduğu bir ülkede bu kavram öne sürülerek bir çok kanunlar çıkarılmış ve Müslüman halkın yaşam alanı daraltılmıştır. Köşe başları dindar insanların verecekleri tavizlere şart koşulmuş ve gelecek bir nesil sonra halkın tamamen dejenerasyonu hedeflenmiştir.

Böyle bir ortamda aslında anayasaya konulan laiklik ilkesinin iddia edildiği manasına çekilerek İslam’ın önünün açılmasına çalışılmalıdır. Zaten iddia edilende bu değil midir; “Devlet işlerinden ayrılan dinin özgürce yaşanması…” Kanaatimce işin bu yönü vurgulanmalı ve devlet tarafsız bir bölgeye çekilmek durumunda bırakılmalıdır. Aksi takdirde din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması yönünde ki tarafsızlığını bir nevi dinsizlik tarafgiri olmak yönünde bozmak anlamına gelir ki bu kendisiyle bile çelişmek demektir.

Modernistliğin ve ekonomik savaşın öne çıkarıldığı, kılıç ve kalkanla savaşın tamamen ortadan kalktığı bir dönemde yüzyıllarca cihan ülkesi olmuş Türkiye’nin yeniden Dünya düzeninde söz sahibi olması ve otoritesini kurabilmesinin yegane çıkış yolu da kendi içinde barışık, halkı ile iç içe ve manevi duyguları ile birbirine kenetlenmiş bir Türkiye dir.

Kalın sağlıcakla sevgili dostlar…

Hamza Eroğlu

28.09.2011

 



[1] Vikipedi, özgür ansiklopedi. 28.09.2011 tarihli erişim.

[3]http://www.risalehaber.com/author_article_detail.php?id=11354 Bediüzzaman’ın laiklik telâkkisi, İ.Tezer 28.09.2011 erişimli makalesi

Hamza Eroğlu

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...