Cumartesi, 05 Mayıs 2012 00:00

Tak Tak… Kim O! YEMEEEK!

           Dün akşam, büyük üstad Aziz Mahmut Hüdai Hz.nin vakfiyesini gerçek manada bir vakıf zihniyeti ile işleten Hüdai Vakfının bir sohbetine davetli idim. Cemaatin başında Osman Nuri Topbaş Hoca Efendi Allah’ın izni ile hizmetini yürütmekte.

            Kendisi gerçekten İman Hizmetini simasında aksettiren ender şahsiyetlerden bir hizmet erbabıdır. Allah ondan ve hizmetinde bulunanlardan ebeden razı olsun.

            Sohbet Erkam Yayıncılık’ın şirin bir salonunda icra ediliyordu. Biraz geç kalmıştım. Sessizce içeri girip en arka sıraya oturmuş ve sohbetin manevi havasını yakalamaya çalışıyordum.

            Ancak sohbetin konusu öyle bir konuydu ki ne yapsam bir türlü konsantrasyonumu sağlayamıyordum. Adeta dengem dağılmış zihnim bir türlü gerilerden bulunduğum ana gelemiyordu.

            Kalbim ağlamaklı ve hüzünlü idi. Ecdadımı özlemiştim. Adeta onları arıyordu gözlerim. Sohbeti yapan Avni Hoca Efendi Vakfiyelerden ve özellikle Osmanlı dönemlerinde ki vakfiyelerden dem vuruyordu.

            Allah-ü Teâlâ Ali İmran Suresi 92 Ayeti Kerimede mealen “ Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe asla (birr)e eremezsiniz. Her ne infak ederseniz Allah onu hakkıyla bilir.” buyurmaktadır.

            Aynı şekilde peygamber efendimiz (SAV) de “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olandır.” buyurmuşlardır. (Suyuti, el-Camiu’s-Sağir, 2, 8) diyordu.

            İşte, daha bunun gibi kaç ayet ve hadis vardı. Bunları duyan Ashap ve Osmanlı ecdadı vakfiyelere özel bir ilgi göstermiş ve kurdukları vakıflar ile insanların en hayırlısı olmak için insanlığa faydalı olmaya gayrette yarışıyorlardı.

            Bu maksatla Osmanlı döneminde kurulmuş olan 26.300[1] vakıftan bazılarının işlevlerinden bahsediyordu Avni Hoca Efendi Bunlar arasında suyolları, su kemerleri, aş evleri, imarethaneler, yaşlı ve kimsesizleri korumak, borçluların borçlarını ödemek… Daha onlarcası.

            Bu vakıfların işlevlerini anlatırken özellikle Fatih Sultan Mehmet Han’ın kurduğu ve bir vakıfta yer alan vakıf kanununda ki; “… Ayrıca külliyemde, şehitlerin aileleri ve Medine-i İstanbul fukarası yemek yiyeler! Ancak yemek yemeye veya almaya bizatihi kendileri gelmeyip yemekleri havanın loş bir karanlığında ve kimse görmeden kapalı kaplar içerisinde evlerine kadar götürüle!”

            İfadelerini okuduktan sonra ibret engiz bir hatıratını paylaştı. Avni Hoca;

“Gözlerim dolu dolu ağlayarak şahit olduğum bir hadiseyi sizlere arz etmek istiyorum. Bundan 40–50 sene önceydi. İstanbul’da bir yerde gece saatlerinde bir grubun ellerinde yemeklerle bir kapıyı vurduklarına şahit oldum.

            Kapıya Tak Tak… Vurdular. Bir müddet sonra içeriden bir ses yükseldi. Kim O! Kapıyı vurunlar Yemeeek! Diye cevap verdi. Kapı hafifçe aralandı ve dışarıya bir grup kapalı sefer tası konuldu. Kapıyı çalanlarda ellerindeki sefer tasını bırakıp, evden bırakılan sefer taslarını alarak uzaklaştılar.

            Yanımdakilere bu olayı sordum. Bana Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinin bu şekilde yemek dağıtmaya devam ettiğini söylediler.”

            Bu olay bana ecdadın kurduğu onca vakfiyeyi hatırlattı. Özellikle Cumhuriyetten sonra günümüze kadar bu vakıfların nasıl çarçur edildiği herkesçe malum. Söz konusu o vakıf halen devam ediyor mu? Bilemiyorum. Ancak bu olay bana göstermektedir ki Allah rızası için yapılan işlerin gerçek muhafızı ancak Allah’tır.

            Vakıf malları vakıf amaçlarından başka bir hizmete kullanılamaz. Devlet dahi o vakıfları istimlâk edemez. Vakıf sahibinin vakfettiği amaçlar doğrultusunda kullanılması şarttır. Kullanılmaması gerçek mana da bela ve musibetlerin kaynağıdır.

            Şimdi sizlere halk arasında darb-ı mesel olmuş ve vakıf mallarının amacı dışında kullanılmasının sonuçlarını anlatan bir kıssayı anlatmaya gayret edeceğim.

            “Süleyman AS bir gün bir serçe kuşunu azarlar. Serçe kuşu da;

            —Senin saltanatını mahvederim, der.

            Süleyman AS; senin cüssen ne ki benim saltanatımı mahvedeceğini söylüyorsun? Diye sorar.

            Serçe; Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan bu toprağı sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter.” der.

            Burada anlatılmak istenen aslında vakıf mallarının artık Allah’a hibe edildiği ve bizatihi onun tasarrufunda olan bir mal olduğudur. Dolayısı ile bir vakıf malının gasp edilircesine amacından farklı kullanılması ya da vakıf hizmeti doğrultusunda kullanılmasının engellenmesi, doğrudan Cenab-ı Hakkın gadabını harekete geçirir.

            Ancak her olayda olduğu gibi Allah insanlığa bir mühlet vermiştir. O mühlete kadar bekler ve muradını tahakkuk ettirir. Önemli olan o tahakkuktan önce bizlerin uyanmasıdır.

            Osmanlıdan sonra on yıllardır bu vakıflar amaçlarından farklı kullanılmakta ya da kullanılmamaktadır. Hatta birçok vakıf malı, ticari amaçla bir başkasına verilmektedir. Bu da göstermektedir ki Osmanlıdan sonra kurulan bu sistem hakların bir nevi gasp edilmesi esasına dayandığından katiyetle uzun süreli bir sistem olmayacaktır.

            Serçe kuşunun kanatlarına bulaştırdığı vakıf toprağı artık hakkı olmayan birçok insanın kazanç çatısına bulaşmıştır. Demek saltanatın son bulması çok yakındır. Mesele bizim insanlığın neresinde olduğumuzdur.

            Umarım bizler vakıf toprağı bulaşmayan bir çatının altındayızdır.           


[1] Topbaş, Osman Nuri, Vakıf İnfak Hizmet, Vakıf Medeniyetimiz, Shf.40,Erkam Yayınları, Baskı 2009,İstanbul

Hamza Eroğlu

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...