"Başörtülüler psikolog olamaz, önyargılı olur" diyen Üstün Dökmen aslında kendini ifade etmiştir. Kendisinin başörtülü öğrencilerine, hastalarına ve bu milletin başörtülü hanımefendilerine karşı ayrımcı zihniyette olduğunu ifade etmiştir.

Bu tür; ilkel, ayırımcı ve narsist, hastalıklı ve önyargılı düşünce ve ifadeleri şiddetle kınıyoruz.

ASDER Genel Başkanımız Prof. Dr. Nevzat Tarhan, bu sözde akademisyene gereken cevabı vermiştir.

ASDER Genel Merkezi

Hekim dünya görüşünü şapka gibi çıkarıp vestiyere asmalıdır

Ruh sağlığı profesyonellerinin kendilerine başvuran danışan karşısında öncelikle kendi dünya görüşlerini bir şapka olarak çıkarıp asması gerektiğini vurgulayan Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “O şapkayı çıkarmadan girersen hakikati bulamazsın” uyarısında bulundu. Danışanların hem dünya görüşü ve kültürel kimliğiyle bir insan hem de hasta kimliğiyle bir insan olduğunu kaydeden Tarhan, “Biz o kişinin kültürel kimliğiyle olan öğretilerine saygı duymak zorundayız. Ona ön yargılı olabiliriz, o zaman biz kendi ön yargılarımızı vestiyere kaldıracağız” dedi. Ön yargıların diyalogla çözülebileceğini kaydeden Prof. Dr. Tarhan, “Türkiye’de herkes aynı düşünecek demek, totaliterliktir. Bu tek tip insan ideolojisidir.” dedi.

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü, Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, akademisyen yazar psikolog Prof. Dr. Üstün Dökmen’in “Başörtülü psikolog, psikiyatrist, PDR uzmanı olmaz. Seans esnasında özdeşim kurar, sempati duyarsam artık o psikolojik danışman olmaktan çıkar” şeklindeki sözleri üzerine değerlendirmede bulundu.

Danışanlar, hasta kimliği ile değerlendirilmeli

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, ruh sağlığı profesyonellerine başvuran kişinin hasta kimliğiyle orada olduğunu belirterek “Bu kişiyi hasta kimliği ile değerlendiririz. O kimse tabii hasta kimliğiyle karşımızda olduğu için o kişinin inançlarını sorgulamak gibi bir analiz yapmamıza hiç gerek yok. Eğer hasta ya da danışan o konuyu kendisi açarsa yani bununla ilgili çatışmaları, takıntıları yahut başka şeyleri varsa o zaman o konu ele alır. Psikolojinin bir tanımı vardır. Psikoloji üç kelimede toplanır: Akıl, beyin, kültür diye. Kültür ayağı çok önemlidir. Kişinin yaşadığı ortam ve kültür, o kişinin şu andaki verdiği kararlarını etkiliyor, hastalıklarını ya da sağlığını etkiliyor. Bu nedenle yaşadığı kültürün bilinmesi önemlidir. Amerikan Psikiyatri Derneği, meslektaşlara gelecek hastalara faydalı yardımcı olabilmek için onların kültürlerini öğrenin diye tavsiyede bulundu. Amerika çok kültürlü bir toplum. Dünya görüşleri ve dini görüşler açısında çeşitli kültürden insanlar var. O nedenle onların kültürlerini öğrenin ve yanlış karar vermeyin, yanlış yönlendirmeyin tarzında bir tavsiyede bulunuldu.” dedi.

Mesleki düşünce bozukluğu olabilir  

Bir psikolog, bir psikiyatrist ya da herhangi bir psikoloji profesyonelinin kendini danışanından üstün görmesinin mesleki düşünce bozukluğu olma ihtimali olduğunu gösterdiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bununla ilgili katı inançları varsa ve bu inançlarını hiç tartışmadan sanki kanıtlanmış doğrular gibi savunuyorsa böyle durumda karşı tarafı üzecek, sinirlendirecek bir şey yapınca bunu kişinin hastalığına bağlar ve bunu kendi ön yargısı nedeniyle yapar. En önemlisi de bu kişiler katı inançları nedeniyle ve böyle ön yargıları taşıdığı için böyle düşündüklerini de inkâr ederler.” dedi.

Kendi narsisizmini yenemeyen psikolog olamaz 

Bir  uzmanın psikolog olması için kendi narsisizmini yenmesi gerektiğini vurgulayan Tarhan, “Bu psikologun psikolog olması için bir-iki sene divana yatması gerekiyor. Kendi narsisizmini yenmesi lazım. Kendi narsisizmini yenemeyen bir kimse psikolog olamaz. Narsisizm de nedir, kişinin öz eleştiri yapabilmesi, eleştiriye açık olması. Psikolog kendine teşhis koyamaz, üçüncü bir meslektaşından yardım alması lazım.” dedi.

Şok yaşantılar ön yargıları değiştiriyor

Şok yaşantıların beyinde kısa devre yaptığını kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Öğrenilmiş çaresizlik vardır. Bir maymun deneyi var, maymunlara muz alırken elektrik şoku veriyorlar. Bir müddet sonra maymun, muza her elini uzattığında elektrik şoku aldığı için artık muza elini uzatmamaya başlıyor. Muz orada duruyor, elini uzatmıyor çünkü canı yanıyor. Öğrenilmiş çaresizlik deneyi. Daha sonra ilginç bir şey oluyor, laboratuvarı su basıyor. Laboratuvarı su bastıktan sonra bütün her şey karışıyor, laboratuvarı yeniden tanzim ediyorlar. Aynı maymunu tekrar kafese koyuyorlar. Öğrenilmiş çaresizliği olan maymun, muza elini uzatmaya başlıyor. Bozulmuş şeyi yeniden yapıyor. Şok yaşantılar, ön yargıları değiştiriyor çünkü. Şok yaşantılar, ön yargıların en büyük ilacı. Şok yaşantılar sorgulama yapar. Dur, düşün, yeniden değerlendir sistemini harekete geçirir.” diye konuştu.

Başı açık olmak norm kabul ediliyor

Prof. Dr. Üstün Dökmen’in başı açık olmayı norm kabul ettiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Normali budur diyor. Onun ve bu tarz düşünen kişilerin kafasında böyle bir kalıp yargı var. Bunlar modernist dogmalardır. Modernist öğreti, modernist dogmalarda, bu bir dogmatik bilgidir, kutsaldır, tartışmaya kapalıdır. Bu katı inançtır, körü körüne inanılan bir inançtır. Böyle durumlarda o dogmatik ön yargıdır, o kişi için. Bir dogmadır. Kişi o dogmayı sorgulamaz. Sorgulamadığı için de değiştiremez.” dedi.

Dünya çok kültürlülüğe gidiyor

Şu anda dünyanın çok kültürlülüğe gittiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Mesela Fransa’da bu tarzdaki ön yargılar daha yaygındır ama mesela İngiltere’nin temsil ettiği çok kültürlülük sisteminde daha çok böyle her kültür, farklı kültür bir arada yaşayabiliyor. Mesela Osmanlı bunu başarmış. 1894’te yapılan bir nüfus sayımı var. Nüfus sayımında, İstanbul nüfusunun %44’ü gayrimüslim ama bunları çok güzel bir şekilde asırlardır bir arada yaşatmış. Birçok kültür kendilerini baskı altında hissetmeden ifade edebilmişler, yaşayabilmişler.” diye konuştu.

Otomatik ön yargı diyalogla aşılır

Politik psikolojideki “Otomatik stereotipi” kavramına işaret eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Politik psikoloji kitaplarında bir örnek vardır. Bir beyaz anne yanında çocuğu ile yürürken karşıdan bir siyahi geliyor. Beyaz anne farkında olmadan, hiç farkında değil, çocuğun elini tutuyor ve çocuğunu kendine çekiyor. Otomatik ön yargı, siyahi insan tehlikedir diyor, bunu tehdit olarak öğrenmiş ve çekiyor kendisine. Bu otomatik ön yargı, bu nasıl aşılır, diyalogla aşılır.” dedi.

Ön yargılar kişiye nasıl düşüneceğini gösteriyor

Otomatik ön yargılar ve değer yargılarının kişiyi farkında olmadan tıpkı trafik levhaları gibi nasıl düşüneceğimizi gösterdiğini ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, eğitimler sayesinde kişinin ön yargıdan bağımsız kalmayı öğrendiğini söyledi. Tarhan, şunları söyledi:

“Ön yargılarımız, değer yargılarımız nasıl düşüneceğimizi ne tarafa doğru karar vereceğimizi gösterir. Kişide ön yargılar varsa zaten düşüncesi otomatik olarak bir dogmatik alanın içinde kalıyor. Kendi dogmasının farkında olmuyor. Halbuki bir meslek profesyoneli, bu bir hukukçu da olabilir, psikolog da olabilir, psikiyatrist de olabilir. Psikoloji temel bilimdir, psikiyatri tıp bilimi, tıpla ilgili tedavi edici, klinikle ilgilenir. Psikolojide yüksek lisansı, klinik psikoloji olarak yapılırsa, yüksek lisans klinik psikoloji alanlar bunun zaten eğitiminden geçiyorlar. Süper vizyonu alıyorlar, süper vizyonda hasta ve danışan ilişkisi içerisinde onun ön yargılarıyla, kendi ön yargıları arasında bağımsız kalmayı öğreniyorlar.”

Kendi dünya görüşünü, şapka gibi çıkarıp asmalı

Ruh sağlığı profesyonellerinin kendine başvuran danışan karşısında kendi dünya görüşlerini bir şapka olarak görmesini, o şapkayı çıkarıp asması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Diyelim ki baş örtüsüne dogmatik olarak karşı bir kimse, karşısına baş örtülü bir hasta geldi. O kişi, ofise girerken kendi dünya görüşünü bir şapka olarak çıkarması, karşıdaki vestiyere asması lazım. O şapkayı asacak ondan sonra laboratuvara girer gibi davranacaksın. Laboratuvara girerken ön yargılarını vestiyere bırakıp öyle girersin. Öyle girmezsen hakikati bulamazsın ki. Şimdi karşımıza gelen kişi, hem dünya görüşü ve kültürel kimliğiyle bir insan, bir de hasta kimliğiyle bir insan. Biz o kişinin kültürel kimliğiyle olan öğretilerine saygı duymak zorundayız. Ona ön yargılı olabiliriz, o zaman biz kendi ön yargılarımızı rafa kaldıracağız. Mesela cinsel kimlik sorunu olan, transseksüel biri gelirse onunla ilgili ön yargılı olabilir belki. O ön yargısını alacak kenara asacak, onu o andaki hasta dinamiğiyle değerlendirecek. Kendi ön yargısını asamıyor ve tarafsız olamıyorsa o kimse zaten mesleki düşünce bozukluğu vardır. O kimse o mesleği icra edemez. Bu konuda meslekten men edilmesine ilişkin etik tartışmalar bulunmaktadır.” dedi.

Bu kişinin önyargısı var                   

Bu kişinin islamofobisi olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu tip kişiler baş örtülü birini görünce 220 Volt elektriğe tutulmuş gibi oluyor. O dönemleri yaşadık, çarpılmış gibi oluyorlar. Ön yargısı var. Bu ön yargısı olan bir kimse zaten yani halk ve toplumun bir kısmını düşman gibi görüyor demektir. Toplumun bir kısmını ikinci sınıf bir insan gibi görüyor demektir, ötekileştirmiş demektir. Yani bir beyazın, sihayileri ikinci sınıf görmesi gibi kendini üstün, özel, önemli görüyor. Danışandan kendini entelektüel ve ahlaki olarak üstün görüyor. Etik olarak ‘Kendimi üstün görüyorum. Ben seni tedavi edemem’ demesi lazım” dedi.

Farklılıklara saygı göstermek gerekiyor

Bir hasta ya da danışan değerlendirilirken tabii ki artılarıyla eksileriyle birlikte ele almak gerektiğini kaydeden Tarhan, “Sadece bununla ele almak da bir ön yargıdır. Farklı düşünebiliriz. Farklı düşündüğümüz çok meslektaşımız var. Aynı çatı altında çalıştığımız meslektaşlar da var. Farklı düşünüyoruz ama sonuç olarak aynı amaç için birlikte çalışıyoruz. Bu gayet doğal bir durumdur ama böyle durumlarda farklılıklara saygı göstermek gerekiyor. Bu gelişmişlik düzeyi demektir. Bir insan bir başkasına ‘Değiş de gel’ diyorsa o zaman o kimse totaliterdir.” dedi.

“Herkes aynı düşünecek” demek totaliterliktir

Demokratik düşüncenin dört özelliği olduğunu kaydeden Tarhan, “Birincisi eleştiriye açık olması, ikincisi hesap verebilir olması. Üçüncüsü özgürlükçü olması yani kendi gibi düşünmeyen kimselere hayat hakkı tanıması ve dördüncüsü de çoğulcu olmasıdır. Demokraside farklı düşünen kişi de kendini ifade edebilir. Türkiye' de herkes aynı düşünecek demek, totaliterliktir. Bu tek tip insan ideolojisidir. Bu tamamen tek parti cumhuriyetinden kalma bir ideolojik ön yargıdır.  Tek parti cumhuriyetinin düşüncesi bu. Onun için bu tarz düşüncelerde ısrar eder, özür dilemezse bu kişi son derece ön yargılıdır.” dedi.

Toplumun bir kesimi düşmanlaştırılıyor

Şu anda Türkiye'deki psikiyatri dernekleri, psikoloji derneklerinin mesleki ön yargı nedeniyle meslektaşlarına uyarı vermesi gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Çünkü yaptığınız şey ile toplumun bir kesimini düşmanlaştırıyorsunuz. Toplumu kategorize ediyorsunuz. Kendinize gelen danışanları iki gruba ayırıyorsunuz: Benim onayladıklarım ve onaylamadıklarım diye. Makbul vatandaş mantığının aynısı.  O da bir çeşit ön yargı. O cinsiyetçi ön yargı, bu tamamen ideolojik bir yargı.” diye konuştu.

Ön yargısı nedeniyle yanlış sorular sorar

Böyle bir durumda en önemli şeyin kişinin ön yargısının farkına varmaması olduğunu kaydeden Tarhan, “Bunu katı bir inanç, bir bilgi gibi kabul ediyor. Böyle durumda ön yargısı nedeniyle karşı tarafa yanlış sorular sorar. Karşı tarafa farkında olmadan ön yargıya sebebiyet verebilir. O hasta o kişiye bir daha gelmez. Mesela ön yargı sahibi kişi, halka yönelik bir hizmet yapıyorsa, bir anaokulu işletiyorsa, başörtülü bir anne çocuğunu anaokuluna getirdiğinde ona karşı tarafsız, bağımsız olamaz ki. Bu arkadaş madem ön yargısı var o zaman okulun kapısına ‘Buraya baş örtülüler giremez’ diye asması lazım. Kişinin kendi öz yargısına karşı bağımsız olması lazım.” dedi. Tarhan, “Diyelim Amerika’dasın. Siyahi bir hasta geldi. ‘Ben siyahileri sevmiyorum. Nefret ediyorum’ deyip ona randevu mu vermeyeceksin. Olabilir çok dürüstçe bir şeydir. ‘Ben siyahilere terapi yapamam. Onlara karşı önyargılıyım’ diyorsa geçmişte onunla ilgili travması olabilir kişinin. Geçmişte travması varsa zaten o da önyargı oluşturur.” dedi.

Son günlerde gündeme gelen bu konunun politize olmasından endişe duyduğunu dile getiren Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Türkiye'deki 28 Şubat tartışmaları gibi yeni bir tartışma yaşarız. O neden bu konu politize olmamalı. Bu konuyu sosyal bilimciler tartışmalı ve ön yargılar dağılmalı. Şu anda bu kişiye hakaret ediliyor, bu yanlıştır. Hakaret edilmemelidir.” uyarısında bulundu.

Kanıt, karşı kanıt, hakikat ortaya çıkar

Konuyla ilgili Twitter’da 7 tweet attığını, Prof. Dr. Üstün Dökmen’in de kendi doğrularını kanıtını sunması gerektiğini kaydeden Tarhan, “Kanıt, karşı kanıt, hakikat çıkar ortaya. Karşı kanıt, bu benim ön yargım değil gerçek doğrudur diyorsa, bu doğrunun kanıtını sunması lazım neye göre doğru? Neden doğru? Öbür insanlar ikinci sınıf insanlar mı? 2008'de bu tartışmalar olurken baş örtüsünü örtenler ve karşı çıkanlar diye uzun bir yazı yazmıştım. O yazıda karşı çıkanların belki 8-10 maddede analizini yapıyorum. Onlar kendilerini aşmış kişiler, bu arkadaşımız kendini aşamamış. Kendini sorgulayamıyor. Kendini özel, önemli görüyor. Bence bunun adı mesleki narsisizmdir. Kendi mesleğini özel, önemli, üstün görüyor. Kendini danışanlarından üstün görmesi kişinin bunu tartışılmayan katı bir inanç olarak savunması ve buna herkes uymalı diye düşünmesi. Nasıl mesela ırkçılık etnik narsisizmdir bu da mesleki narsisizmdir.” dedi.

Empati için ön yargılar askıya alınmalıdır

Bu tip kişilerin empati yapamadığını ifade eden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bir kişinin empati yapması için kendi ön yargılarını askıya almayı başarması gerekiyor. Yani kendinin farkına varması, ‘Ben bu konuda ön yargılıyım, hassasım, bu konuda objektif olamam’ diyebilmesi gerekiyor. Ona kıyafetinden dolayı sinirlenebilir, kızabilir. Vücuduna dokundurmuyor mesela, muayene ettirmiyor. Fakat böyle bir durumda ona karşı ‘ben sana yardım edemem kusura bakma’ deyip gerekçelerini anlatması lazım kişinin.” diye konuştu.

Bu düşünceye göre zaten o kişinin baş örtülü olmasının patolojik bir durum olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “O kişinin bir nevi etiketlenmesini kabul etmek demektir. ‘Bu kişi baş örtülü olmakla beraber kendisi birçok hakları hak etmiyor’ tarzında toplumu A sınıf, B sınıf diye kategorize ediyor. Siyahi, beyaz kategorizasyonu gibi baş örtülü, baş örtüsüz veyahut da ırk kategorize etme gibi kategorize ediyor.” dedi. Avrupa’da ırkçılığın uzun yıllardır süren savaşlar sonrasında zararlı bir şey olduğunun anlaşıldığını kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Avrupa’da 100 yıl savaşları oldu. İngiltere, Fransa ve Almanya arasında iç savaşlar oldu. O iç savaşlardan sonra 1. Dünya Savaşı ve 2. Dünya Savaşı oldu. Ondan sonra anladılar ki ırkçılık zararlı bir şeymiş. Irkçılık ayrımcılığa sebep oluyor ve ayrımcılık nedeniyle insanları değiştirmeye çalışmak tartışmaya, çatışmaya sebep oluyor diyerek daha sonra çok kültürlülük tarzında bir anlayış gelişti.” dedi.

Klinikçi olsaydı bu kadar hoyratça konuşmazdı

İnşallah ya da maşallah gibi dini söylem ve kavramların kültürel kodlarımız olduğunu kaydeden Tarhan, “Bu asırlardır sosyolojik fazlar halinde gelen kültürel kalıplar. Bunları değiştirmek için insan yukarıdan aşağı değiştirilemez ki. Bir kişi eğer böyle düşünüyorsa ‘Bu tarz düşünen hastalar bana gelmesin’ diye ilan etmesi lazım. O kişi zaten terapist değil, psikolojik danışman rehber öğretmen. Aslında bir klinik klinisyen değil o. Klinisyen olmadığı için çok bilmiyor bu konuları. Klinikçi olsaydı bu kadar hoyratça konuşmazdı. Eğer klinik psikolog olsaydı hastanın önyargısı, benim önyargım diye bu iki önyargıyı ayırıp kategoriye alırdı. Hastasını hasta kimliğiyle ele alırdı. Öyle değerlendirirdi. Bunu yapamazsa zaten terapist olamaz ki.” dedi.

Terapötik ittifakta hastada güven ilişkisi oluşur

Terapötik ittifakta hastada güven ilişkisi oluşturulduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Tedavisel ittifak yani tedavi iş birliğidir. Tedavi iş birliği oluşmasında hastayla danışan arasında güvenli alan oluşur. Bu güven ‘O beni anladı’ duygusu yakaladı demektir. Bazı hastalar vardır devamlı her şeye karşı çıkar. Biz seansın sonunda ona ‘Seninle hiçbir konuda anlaşamadığımız konusunda anlaştık değil mi?’ deriz. En azından bir konuda anlaşmış oluruz. Bazı, çarşı her şeye karşı tarzındaki kişiler vardır ki gelip terapistin üzerine ‘Ben bu psikoloğa böyle dedim de etkisinde bıraktım’ diye sağda solda anlatacak kişiler vardır. Ama ilişkide güçlü taraf tabi mesleki bilgi seti terapisttedir. Bilgi seti, inanç seti ondadır. Kendi bilgi setini tarafsızca kişiye anlatmak zorundadır. Önyargılarından tarafsız ve bağımsız olarak anlatmak zorundadır. Bunu anlatabilmesi için önce onu anlaması gerekiyor. Danışan ya da hastanın güçlü ve zayıf yönlerini iyi anlaması gerekir.” diye konuştu.

Bu düşünceler modernist despotizmin kalıntıları

“Baş örtülü psikolog olmaz demek tamamen dogmatik bir düşünce” diyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Dogmalar kutsal alanlardır. Tartışmaya kapalı alanlardır. Modernist faşizm bunlar. Dini faşizm olduğu gibi modernist faşizm de var. Türkiye bunu geçmiş yıllarda yaşadı. Modernist baskılar ve modernist despotizm yaşadı. Bu düşünceler onun kalıntıları. Ortaçağ’a ait düşünceler. Ortaçağ’daki düşünceler önyargılar üzerine gider. Halbuki Voltaire orada ‘Senin düşüncene katılmıyorum ama saygı duyuyorum’ demiş. Voltaire bunu Ortaçağ’da söylüyor. Ama şu anda bakıyorsun Ortaçağ’dan daha geri bir düşünce tarzı bu.” dedi.

Yanlışa yanlışlıkla karşılık verilmez

“Böyle bir düşünceye saygı duymak zorundayız. Bir kimseyi sevmeyebilirsin, nefret duyabilirsin ama bu onun ön yargısıdır”diyen Prof. Dr. Tarhan, “Şu anda yanlışa yanlışlıkla karşılık verilmez. Bu yanlıştır. Onaylamıyorum demek saygı duymak budur. ‘Senin fikrini onaylamıyorum ama senin gibi düşünen insanlar da olabilir. Bunu kabul ediyorum’ demektir. Bunu kabul edeceğiz yani. ‘Bu gibi insanlar görüldüğü yerde öldürülmelidir mi?’ diyeceğiz. Böyle bir şey dersen o zaman aynı hatayı biz de yapmış oluruz.” diye konuştu.

“Baş örtülü bir psikolog olmaz” demenin bir dayatma olduğunu söyleyen Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu kişiye gelen erkek danışanlar da var. Eşi baş örtülü olan erkek danışan ona geliyor. Onun başında örtü yok diye… Ön yargısı olan kişilerin standart özellikleri bunlar. Stereotipi dediğimiz öğrenilmiş önyargılardır. Böyle durumlarda kendini değiştirmeye kapalı kişiler de bunu değiştiremiyorlar.” dedi.

Ben mesleğimi toplumun iyiliğine paylaşmaya çalışıyorum

Kendisinin böyle bir durumda doğru bildiğini yaptığını ifade eden Tarhan, “Sevgi ve güven oluşturabilecek bir şeyler yapabilmek insanı mutlu eden bir şeydir. Tabii önemli olan burada benim şahsımda değil, benim topluma sunduğum fikirlerle ilgili bir sevgi bu. Kişiliğimle ilgili değil. Ben mesleğimi toplumsal değerlere, toplumun iyiliğine paylaşmaya çalışıyorum. Tolstoy’un bir sözü var. Tolstoy’a ‘İyileri anlatır mısın bana?’ deyince ‘İyileri anlatmak için kötüleri bilmek gerekir önce’ demiş. ‘Peki kötüler kimlerdir?’ diye sormuşlar. Tolstoy; ‘Kendi mutluluğundan başkasını düşünmeyen kimseler kötüdür’ diyor. Şu anda toplumda ciddi bir küresel narsisizm var. Küresel olarak insanlar sadece kendi çıkarlarını düşünüyor sadece kendilerini seviyorlar. Yaşadığı toplum, gezegen için bir şey yapmak istemiyorlar. Onun için ben kendi mesleki tecrübelerimi toplum yararına nasıl anlatırım, insanların kötüye değil de iyiye gidişini nasıl sağlarım diye resmen çırpınıyorum. Onu anlatmaya çalışıyorum. Birçok şeyi sadece kendi yararın için değil toplum yararına yapıyorsan, insanların iyiliği için de bir şeyler yapabiliyorsun ve bunun karşılığını görüyorsun bunlar yeter. Hani bir hâkim adalet dağıtınca nasıl rahatlar görevinin yapmayı verdiği mutluluğu hisseder, ben de bir hasta tedavi olduğu zaman ‘Allah razı olsun’ dediği zaman onun o derdini çözülmesine ve hastalığın düzelmesinin verdiği mutluluğu hiçbir şeyle değiştiremem. İyileşmiş bir insanın duası.” dedi.

Kişinin kendini iyileştirmesi için analiz etmesi gerekli

Kişinin kendini iyileştirebilmesi için kendisini analiz etmesinin çok önemli olduğunu vurgulayan Tarhan, “Kişi dünyayı değiştirmeye kendinden başla derken SWOT analizi yapması lazım kendisine. SWOT analizini iktisatçılar çok iyi kullanırlar. Şirketin güçlü yönlerini, zayıf yönlerini ele alırlar. Daha sonra o şirketin fırsatlarını ve tehditlerini ele alırlar. Ben sürekli kendime SWOT analizini yapmaya çalışıyorum. Benim güçlü yönlerim nelerdir? Zayıf yönlerim nelerdir? Benim önümdeki imkanlar, fırsatlar, tehditler nelerdir? Bunlara bakıyorum. Ona göre hesaplanan risklere girmeye çalışıyorum. Riskten korkmuyorum.” dedi.

Dini narsisizm de var

Etnik narsisizmin yanı sıra dini narsisizmin de olduğunu kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu da kendi dinini üstün din olarak görüp herkesi empoze etmeye çalışmak. Bu da dini narsisizmdir. Dini narsisizm, mesleki narsisizm bunların hepsi bir türdür. Irkçılık bir hastalıktır. Sosyal bir patolojidir. Klinik patoloji değildir. Klinik patoloji sınıflandırma kitaplarında yeri olan bir şeydir. İslamofobi böyle bir şeydir. Mesela bazı kişilerde ırkla ilgili ön yargıları vardır. Küresel bir İslamofobi var. Bence İslamofobi, küresel psikolojik savaşta yetiştirilmiş fikirdir. Kendiliğinden çıkmıyor bu. Bilerek oluşturulan bir kavram. Birileri Hristiyan kültürüyle Müslüman kültürü savaşsın istiyor ve bu savaş esnasında kendileri faydalanmak istiyor. İki kültürü kapıştırmak istiyorlar.” diye konuştu.

Gençler için ihtimal iklimi oluşturulmalı

Gençliğin önünü açmak için onlara fırsatlarla beraber özgürlük ortamının da mutlaka sunulması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Gençlerin önünü açmak için yenilikçiliğin girişimciliğin önünü açmamız gerekiyor ama bunun için özgürlük ortamı önemli. Korku ortamında yenilikçi ve girişimci olunmuyor. Korku ortamında yöneticilerin hoşuna gidecek projeler yapılıyor. Halbuki özgürlük ortamında yetenekleri için ihtimal iklimi oluyor. Şu anda gençler kendilerini korku ortamında hissediyor ve korku ortamında da yurt dışına çıkma planı yapan çok genç var. Onlardaki bu algıyı değiştirmek gerekiyor.” dedi.

Bu tartışmalar önemli ve gerekli

Tüm bu tartışmaların yaşanmasının çok önemli ve gerekli olduğunu da vurgulayan Prof. Dr. Nevzat Tarhan, “Bu mesleki bir ön yargıdır. Biz o ön yargının eleştirilmesini, o kişinin de öz eleştirisini yapmasını önemli buluyoruz.  Bunların konuşulabilmesi kötü bir şey değil, aksine iyi bir şeydir. Konuşulabilsin ama bu konu herhangi bir şekilde ses tonu yükselerek kutuplaşma meselesi olursa sosyal şizofreni dediğimiz toplumun bir başka toplum ile kavga halinde olması hali olur. Güneydoğu’da aynı durumu yaşıyoruz. Güneydoğu’daki durum bir çeşit Türkiye'deki resmi ideolojinin, ırk dayatması nedeniyle oluşan bir şey. Oradaki insanlar kendi ırklarını dillerini değiştirmek istemediler, saygı duyulması gerekir. Ya sev ya terk et dendi onlara. Hala da deniyor. Ya sev ya terk et deniyor. Empati yok bunun içinde. Ben kendi kimliğimle övünebilirim, güzel bir şey bunun onurunu taşıyabilirim ama sen benim kimliğim gibi olmak zorundasın demek, kendi kültürel kimliğini ona dayatmak anlamına gelir,  bu da bir ön yargıdır. Önce insanız ondan sonra diğerleri geliyor. Önce insanız, ondan sonra psikoloğuz ondan sonra başörtülüyüz. Önce insanız. Gelen hastasını insan olarak görmeyen onu ön yargılarla gören bir kimse, hangi meslekten olursa olsun ön yargı zırhını giymiştir.”dedi.

 

Kategori Duyurular
Pazartesi, 13 Haziran 2022 14:14

Ankara’da deniz var mı?

Elbette Ankara’da deniz yoktur. Lakin koskoca Deniz Kuvvetleri Karargâhı burada bulunur. İnanılması güç ve çok saçma bu durum yıllardan beri devam etmektedir. Bir tane aklı başında insan çıkıp da “bu yol çıkmaz sokaktır” diyemediği için bu akıl almaz ve absürt durum hala devam etmektedir.

Silahlı kuvvetlerimiz 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra iyice zıvanadan çıkmış darbeci askerler hiçbir disiplin ve askerlik ilkelerine uymayarak her 10 yılda bir darbe yapmaya başlamışlardır. Rüştü Erdelhun Paşanın dediği gibi “askerlerin siyasete girme” teşebbüsü ülkemizin büyük ekonomik ve sosyal sıkıntılara girmesine yol açmıştır.

İşte dünyanın hiçbir ülkesinde göremeyeceğimiz bir durum yani Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, denize hiçbir kıyısı olmayan Ankara’ya nakledilmiştir. Deniz kokusu ve tuzlu suyu görmeyen binlerce denizci asker, Türkiye’nin deniz filosunu yönetmeye kalkmış ve halen de hiç istifini bozmadan bu gülünç durumu devam ettirmektedir.

Bu durum denizci amirallerin “üç tarafı denizlerle kuşatılmış” cümlesinden de anlaşılmaktadır.  Hâlbuki doğru cümle ”üç taraftan denizlere açılan bir ülke” olmalıdır. Çünkü denizler; dünya ile iletişim kurmanın, ticareti geliştirmenin ve ekonomik gelişmenin olmazsa olmazıdır. Denize kıyısı olmayan bir ülke kapana kısılmış bir fareden farklı değildir.

Yıllarca Silahlı kuvvetlerimize kumanda eden Fevzi Çakmak gibi ufku olmayan bağnaz askerlerin deniz kuvvetlerimizi zayıflattığından çoğu insan habersizdir. Bu zat, ülkemizin çok önemli menfaatlerinin olduğu denizlerimizi ve denizciliği işlevsiz hale getirmiştir. Nitekim bazı deniz kuvvetleri komutanlarının kara kuvvetlerinden gelecek kadar ayıplı işlerin yapıldığını da yaşamışızdır. Bunun en önemli sebeplerinden bir tanesinin CHP yöneticilerinin silahlı kuvvetleri kontrol altında tutma ve faşist ideoloji uğruna kendi keyiflerine göre yönetmek olduğunda şüphe yoktur.

Fakat artık 2022 senesindeyiz. Bir CHP il başkanının hem belediye başkanı hem de vali olduğu günler çok geride kalmıştır. Dünyada mesleki uzmanlaşma ve kariyer geliştirme konularında çok önemli mesafeler kaydedildi. Maalesef bunu deniz kuvvetlerinde görev yapan amirallere anlatmak çok zordur.

Bizim amirallerimizin uzmanlık alanı kadınların başörtüsüdür. Stilist ve modelistlere parmak ısırtacak derecede kadın giyimine çok önem verirler. Türban veya başörtüsü takılıp takılmaması konusunda ahkâm kesmekten hiç çekinmezler. Aynı zamanda üzerine vazife olmayan işlerde de utanıp sıkılmazlar. Günlerini kokteyl, davet ve sabahlara kadar uzayan içki masalarında geçirirler. İçki içmeyen subaylara karşı da alaycı ve küstahtırlar. Bu husus tecrübeyle sabittir.

Gelin görün ki elin oğlu öyle değildir. İşte Yunanistan örneği karşımızda duruyor. Genelkurmay başkanlarını denizciler arasından seçip bütün orduyu amirallerin yönetimine vermişlerdir. Çünkü bir ülke savunmasında denizciliğin ne derece önemli olduğunu gayet iyi bilirler.

Türkiye’de denizler daima baş ağrısı bir sorun olarak görülmüştür. Bazı askerlere göre deniz; sadece rakı içip demlenmek için iyi gelir. Bu yüzden olsa gerek Almanya’dan savaşa girmemek için satın aldığımız fakat bizi Birinci Dünya Savaşına sokan Yavuz isimli savaş gemisini ayakta tutmayı dahi becerememişizdir. Yavuz’u havuzlamak için ihaleler açılmış fakat yolsuzluk iddiaları yüzünden devlet kasasından milyonlar harcamışızdır. Sonunda hurdaya ayırıp jilet yaparak bu yükten kurtulmayı becerebilmiş bir toplumuz.

Bu arada Yunanistan boş durmamış Lozan’da karasuları 3 mil olarak ilan edilmişken bunu 6 mile çıkararak Adalar Denizinde büyük bir avantaj elde etmiştir. Yine Lozan’da ve katılmadığımız Paris Anlaşmasında “askerden arındırılmış bölge” olarak ilan edilen Adalara askeri tesis ve yığınak yapan Yunanlıları seyretmiş bir Deniz Kuvvetleri komutanlarımız vardır. Yetmedi hava sahasını ve arama kurtarma bölgelerinin Yunanlıların kontrolüne verilirken sesini çıkarmamış amirallerimizi de görmüşüzdür.

Dönemin bu denizci amirallerini çok kınamamak gerekir (!) Zira her 10 yılda bir askeri darbe yapmak ve halkın seçtiği siyasetçileri Yassıada’da kontrol altında tutmak ve idam edilirken gereken tedbirleri almak gibi çok önemli vazifeleri vardı. Zaman bulup böylesi konulara vakit ayıramamışlar besbelli…    

Her ne ise… Artık önümüze bakmamız gerekiyor. İnsansız hava, deniz ve kara araçlarının her türlü savaş şartlarında çok önemli görevler üstlenebildiği bir dönemden geçiyoruz. Deniz Kuvvetleri karargâhının acilen Ankara’dan taşınıp Adalar Denizinde uygun bir yere nakledilmesi gerekiyor.

Bunun yanında Kuzey ve Güney saha komutanlıklarının yeniden düzenlenip; Karadeniz, Adalar Denizi ve Akdeniz saha komutanlıkları şeklinde yapılandırılmaları gerekmektedir. Çünkü her üç denizin kendine özgü şartları ve savunma ihtiyaçları farklılık arz etmektedir. Özellikle Yunanistan gibi ABD’nin Akdeniz’deki üssü haline gelmiş bir devlete karşı hak ve menfaatlerimizi korumak maksadı ile organizasyon şemalarını değiştirmek lüzumu vardır.

Kısaca askerlerin Ankara’nın siyaset kapışmalarından uzaklaşarak kendi asli vazifelerine dönmeleri gerekiyor, vesselam…

 

İkinci Dünya Savaşı ile büyük bir yıkıma uğrayan Batılı Ülkeler savaşın yıkıcı etkisi ile neredeyse yok olmak üzere olan ekonomilerini düzeltme adına birbirleri ile küresel bir anlaşmaya gittiler ve Avrupa Birliğinin doğmasını sağladılar.

Savaşın galiplerinden ABD, İngiltere ve Fransa sömürgeci anlayışlarını devam ettirmiş ve Afrika Kıtası ile Ortadoğu İslam Ülkelerine yüzlerini çevirmişlerdir. Ortadoğu coğrafyasında gelişmekte olan ülkeleri bereketli bir pazar olarak değerlendirmeyi başarmışlar ve birbirlerini imha etmek için geliştirdikleri silahlarını bu ülkelere satmaya başlamışlardı.

Bu ülkeler silah sanayilerine pazar bulma adına bölgemizdeki ülkelere nifak tohumlarını ekmiş, birbirleri ile savaştırmışlardır. Bölge ülkeleri birbirleri ile savaşmak için batılı ülkelere sattıkları petrol gelirleri ile onlardan daha pahalıya silah almış ve ekonomileri her geçen gün çökerken halkları da fakirleşmeye mahkûm olmuşlardır.

Kukla idarecilerle yönetilen bu ülkeler birbirleriyle savaşmaktan doğruyu göremez olmuşlar, içlerinden çıkan sözde adalet ve barış yanlısı batılı uşakların idaresinde kan ve göz yaşı içerisinde yaşamaya mahkûm bırakılmışlardır.

Batılı ülkeler bu nifak tohumlarını doğrudan devlet eliyle değil kurdukları askeri danışmanlık şirketleri marifeti ile yürütmüş ve otuzdan fazla askeri şirketleri vasıtası ile bölgede vekalet savaşlarının vaz geçilmez birer unsuru olmuşlardır.

Kurdukları şirketler ile İslam Ülkelerinin ordularını yapılandırmış, kadro ve teşkilatlarını kendi silah sanayilerine göre teşkilatlandırmış ve böylece silahlarını satmakta zorluk çekmemişlerdir.

Öyle ki danışmanlık hizmetlerini verirken özel harekât birliklerinin konuşlanması gereken dağlık bölgelere zırhlı birlikler kurmuşlar, hantal, kendini koruyamaz ordulara sahip birer ticaret kaynağı haline getirmişlerdir.

Yalnızca askeri malzeme tedariki ile yetinmeyen bu şirketler söz konusu ülkelerin silahlı güçlerini ve iç asayişte kullandıkları emniyet birimlerini kendi kültür ve anlayışlarına uygun, İslam’ın örf, adet ve inanç sistemlerine aykırı anlayışla eğitmişler, İslam Dinini tehlike olarak gören orduların ortaya çıkmasını sağlamışlardır.

Sözde Arap Baharı ile hak ve adalet algısı adına gerçekleştirilen eylemler sonrası ülke idarecileri al aşağı edilmişler, kimisinde kargaşa ve iç savaş devam etmiş, kimisinde seçimle başa gelen idareciler yeniden darbe ile iktidardan indirilmişlerdir.

Bugün en güzel örneğini gördüğümüz Mısır Ordusu bunlardan sadece bir tanesidir. Kendi değerlerini düşman olarak gören ordu marifeti ile darbe yapılmış, seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve hükümet üyeleri hapse atılarak tasfiye edilmişlerdir.

Libya’da yaşanan durumda bundan farklı değildir. İç savaşın arkasında olan güçlere baktığımızda Rus ve Amerikan destekli vekalet savaşçısı şirketleri görmekteyiz. Ülkedeki savaşın durması için taraflara silah satışını yasaklayan Birleşmiş Milletler kararına rağmen nasıl oluyorsa binlerce silah ve mühimmat Libya’da muhalif savaşçılara ulaşmakta ve ülkede kaos her geçen gün artmaktadır.

Suriye’de olduğu gibi Libya’daki bu kötü gidişe Türkiye’nin müdahil olması ile ortalık durulmuş meşru hükümet darbeci Hafter’e karşı mevzi kazanmayı başarmıştır. Daha yakın zamanda Dağlık Karabağ’da olan da bu değil miydi? Türkiye bu işgale taraf olmasaydı 26 yıllık kan davası bitirilebilir miydi?

İşte Türkiye’nin bugün izlemekte olduğu bu siyaseti önceden taa 2012 yılında fark eden bir avuç insan vardı. Türk Silahlı Kuvvetlerinden inançlarını yaşamaya çalıştıklarından dolayı irtica yaftası ile ilişiği kesilmiş bu insanların her biri mesleklerinin  zirvesinde olan insanların ta kendileri idi.

Bildikleri tek iş askerlik mesleği olan bu kahramanlar 28 Şubat döneminde yaşanan o kara günlere aldırmadan. Devletinin içerisinde çöreklenmiş alçak ve hain damarın yaptıklarına küsmeden, devletine karşı en ufak bir eylemde bulunmadan, kendi değerlerine, dinine düşman bu örümcek kafalı yapıya takılmadan bir araya geldiler ve İslam Coğrafyasında akan kan ve gözyaşına merhem olmanın çarelerini aramaya başladılar.

Bugün Covid-19 virüsüne karşı elbirliği ile savaşan doktor ordusu misali onlarda en iyi bildikleri işte bir araya gelerek, her şeylerini ortaya koyarak, batılı emperyalist ülkelerin İslam Ülkeleri Ordularına verdikleri kanlı askeri danışmanlık hizmetlerini kendi ahlaki ve kültürel yapılarına uygun bir şekilde vermek, akan kan ve gözyaşına merhem olmak adına eyleme geçtiler ve SADAT Savunma adında danışmanlık şirketini kurdular.

SADAT Savunma hizmet verdiği ülkelere yönelik jeopolitik duruma uygun tehdit değerlendirmeleri yaparak, bu değerlendirme ışığında ülke savunması ve iç güvenliğinin temini amacıyla en etkin ve modern ihtiyaçları karşılayacak şekilde Silahlı Kuvvetlerinin ve İç Güvenlik Güçlerinin organizasyonunu sağlamak maksadı ile eğitim ve danışmanlık hizmeti noktasında faaliyetlerini büyük bir fedakarlıkla sürdürmektedir.

SADAT Savunma İslam Ülkeleri içerisinde yerli ve milli ilk ve tek savunma danışmanlık şirketidir.

SADAT Savunmanın batılı emperyalistlerin kan ve gözyaşı ile canavarca hislerle büyüyen bu şirketlerine rakip olması anlaşılan sadece batılı efendilerini değil içimizde batı uşaklığına soyunmuş, ülkesinin geleceğini okumayı beceremeyen, dünya siyasi gelişimini okuyamayan, vekalet savaşları ile bölgemizde yapılmak isteneni anlayamayan veya anlamak istemeyen, milli ve manevi değerlerini düşman olarak gören, kendinden olan halka ve ülkelere sırtını dönen, akılcı değil hissi hareket eden, meselelere milli değil ideolojik bakan, 28 Şubat döneminde olduğu gibi çağdaşlığı batılılaşmada gören bir takım zihniyetleri de kızdırmışa benziyor.

SADAT Savunma son günlerde iddia edildiği gibi gayri meşru suikast eğitimleri veren, gayri nizami harp teknikleri ile ülkemizde ve komşularımızda muhalefeti destekleyerek yaşanan kargaşada pay sahibi olan bir savunma şirketi değildir.

Bilakis bu sayılan kara propaganda malzemelerini bölgemizde eken, yeşerten ve sürekliliğini sağlayarak bölgemizin yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürerek bölgemizi fakirleştirirken kendi halklarını zenginleştiren ülkelerin harekat alanlarını kısıtlayan, daraltan emperyal güçlerin dışında, kanunlara göre hareket eden ve sadece dost ülkelerin resmi silahlı kuvvetlerine ve emniyet birimlerine eğitim ve danışmanlık hizmeti veren yasal bir kuruluştur.

SADAT Savunma üstelik iddia edildiği gibi Türkiye’de bir tek faaliyet dahi göstermeyen, kişi ve kurumlara eğitim vermeyen ve  ancak  yerli ve milli, kamu ve özel savunma sanayi şirketlerini İslam Ülkelerinin resmi savunma güçleri ile buluşmasını sağlama gayretinde olan  yüzde yüz yerli bir Türk Savunma Danışmanlık Şirketidir.

Bir sonraki yazımızda SADAT Savunmanın verdiği eğitim hizmetlerinin içeriklerine değineceğiz.

Not: Yazarımızın makaleleri aynı zamanda Milat'ta yayınlanmaktadır.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...