Cuma, 14 Ağustos 2009 08:04

ASDER Gündemi Önceden Belirledi ve "Tarihten Bugüne Kürt Meselesi ve Çözüm Önerileri"Panelini Yaptı

"Tarihten Bugüne Kürt Meselesi ve Çözüm Önerileri” Konulu Paneli 08 Mart 2009 Pazar günü İBB Mecidiyeköy Kültür Merkezinde yaptık. Panelide yapılan tebliğleri okumak için tıkla

TARİHİNDEN BUGÜNE KÜRT MESELESİ VE ÇÖZÜM YOLLARI

PANELİ

(08 MART 2009)

TAKDİM

ASDER Genel Başkanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi tarafından yönetilen ve Emekli Tuğgeneral Korkmaz Tağma, Emekli Tabip Albay Profesör Doktor Ahmet Alper, Emekli Tabip Albay Profesör Doktor Nevzat Tarhan, Doçent Doktor Ramazan Balcı'nın konuşmacı olarak katıldığı,

Tarihten Bu Güne Kürt Meselesi ve Çözüm Önerileri” 

Konulu PANEL, 08 Mart 2009 tarihinde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mecidiyeköy Kültür Merkezinde yapılmıştır.

İÇİNDEKİLER

1.      TÜRKLERİN VE KÜRTLERİN MÜŞTEREK TARİHİ VE OSMANLI DÖNEMİ KÜRT MESELESİ,

DOÇ. RAMAZAN BALCI,

2.      CUMHURİYET DÖNEMİ KÜRT MESELESİ, KÜRT İSYANLARI, BÖLÜCÜ HAREKETLER VE PKK, DIŞ GÜÇLERİN İSTİSMARI,

E. TUĞG. KORKMAZ TAĞMA,

3.      İSLAMDA KAVMİYETÇİLİK, TERÖRLE MÜCADELE VE YAPILAN HATALAR

PROF. DR. AHMET ALPER,

4.      BİREYDEN TOPLUMA KİMLİK ÖZELEŞTİRİSİ , TERÖRİZMLE VE TERÖRLE MÜCADELEDE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ,

PROF.DR. NEVZAT TARHAN,

5.      KÜRT MESELESİNDE ÇOK SORULAN SORULAR,

E. TUĞG. ADNAN TANRIVERDİ.

6.      TESPİTLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

E. TUĞG. ADNAN TANRIVERDİ

TARİHİNDEN BUGÜNE KÜRT MESELESİ VE ÇÖZÜM YOLLARI

PANELİ

(08 MART 2009)

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğgeneral

ASDER Gnl.Bşk.

SUNUŞ

Bin yıl bu topraklarda birlikte yaşamış, aynı dinin mensubu olmuş, Malazgirt'ten İstiklal harbine kadar birlikte savaşmış, cepheden cepheye beraber koşmuş, yurtlarını beraber savunmuş, yarıyarıya birbirine karışmış, belki de bir kökte birleşen, birlikte gülüp birlikte ağlamış olan iki kavmin, Türklerin ve Kürtlerin, bugün aralarına kara kedi girmiş gibi, Birbirlerine kuşku ile bakıyorlar.

Meselenin tarihi boyutunu görmezden gelirsek, sağlıklı sonuçlara varamayız. Doğru teşhis tedaviye, yanlış teşhis de ölüme götürür. Eğer gerçek niyetimiz tedavi ise teşhisi doğru koymak gerekir.

ASDER olarak niyetimiz halisdir. Bu çalışmanın amacı, 1000 yıllık kardeşlik ilişkileri olan, Devletimizin aslî unsuru bu iki kavmin arasına giren anlaşmazlıkları tespit ederek, çözümler de önermek suretiyle, birlikte yaşama azmini kuvvetlendirmektir.

Bir Devlet çatısı altında yaşamaya başladıkları 1514 tarihinden günümüze kadar, sorunsuz geçen 400 yıla yakın bir süre ve Tanzimat ile başlayıp Cumhuriyet dönemi ile ağırlaşan ve son 25 yılda da krize dönüşen sorunlu dönemler yaşanmıştır.

Bu müşterek tarihe, tarafsız ve bilimsel yaklaşımla bakarak, meselenin sosyal, ekonomik, siyasî ve askerî yönlerinin incelenmesini zarurî gördük.

Gelişen dünyada, Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine ve günümüze, Devlet Yönetimindeki değişimlerin, bir noktada evrimin; diğer bir ifade ile, merkezi yönetimin ağır bastığı , ama bir taraftan da demokrasi iddiası ile yola çıkan yönetim tarzının topluma ulaşmasındaki; özellikle feodal bir yapıya ve bir yönetim kültürü olarak aşiret yapısına sahip Kürt'lerle meskun bölgelerde; ne gibi hataların yapıldığının ortaya konulması gerekir. Yani, Devleti hatasız sayarsak, bugün gelinen noktadan başka bir noktaya gidemeyiz.

Mesele, ne zaman bölücülük haline dönüştü? Ne zaman iç tehdit olarak görünüp, taraflar biribirlerine düşman gözü ile bakmaya başladılar? Bu kuşku ortamının oluşmasına sebep olan iç ve dış etkenler nelerdir? Milliyetçilik akımları ve bu akımların etkisinde kalan etnik kavmiyetçi Türk ve Kürt oluşumlarının etkisi nasıl olmuştur?

Gerçek birleştirici bir vakıa olan İslâm dini, 1000 yıl boyunca bu iki kavmin kardeş gibi geçinmesini sağlarken, Cumhuriyet dönemi ile birlikte uygulanan ulus-devlet anlayışının ve yanlış laiklik uygulamasının bölücü düşüncelerin yeşermesinde nasıl bir etkisi olmuştur? Bu ortaya konulmadan ve aynı yanlışlara devam ederek, sorunsuz gelecekleri inşa etmek mümkün müdür?

Meselenin Askerî Boyutunun da, hem Silahlı Kuvvetleri ve uygulamalarını bilen, hem de meseleye daha geniş açıdan bakabilen tarafsız gözlemciler tarafından değerlendirilmesine ihtiyaç vardır.

Bölgede faaliyet gösteren bir terör örgütü var diyerek, terörle mücadelenin tamamen Silahlı Kuvvetlerin sorumluluğuna terkedilmesi, diğer bir ifade ile, Silahlı Kuvvetlerin, bu mücadelede uygulanacak yöntemlerin tesbitinde, Siyasî İradeyi devre dışı bırakması; Kürt Meselesinin sorun haline gelmesinin diğer bir sebebidir.

Uygulanan terörle mücadele politika, strateji ve taktiklerinin de gözden geçirilmesi bir zarurettir. Bugün, yanlışlardan kısmen vazgeçildiği hususunda emareler varsa da, daha cesaretli adımların atılması hususunda, hem Silahlı Kuvvetler hem de Siyasî İrade cesaretlendirilmesi gerekir.

Bölücü Terörün dış desteği ile mücadele de ayrı bir inceleme konusudur. Sınır ötesi Kürt varlığı ve devletleşme sürecine girmesi ile Terör Örgütün Sınır ötesi Üslerinin bulunması ve bu durumun Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısına yönelik tehdit olarak algılanması meselenin çözümünü güçleştirmiştir.

Türkiye, büyük Devlet olduğunu unutmadan, çevresindeki yeni oluşumlara bakmalıdır.

Hem terörün dış desteği hem de Kuzey Irak'taki Bölgesel Kürt Yönetimi, eğer iç sorunlarımızı çözer isek, Türkiye Cumhuriyetinin üniter yapısına tehdit teşkil edemez. Bu temel düşünce ile birlikte; Hem sınır ötesi askerî harekât, hem de Kuzey Irak Kürt varlığına karşı uygulanan siyaset duygusallıktan kurtarılıp, gerçeklere oturtulmalıdır.

Meselenin Türkiye'ye kaybettirdikleri, diğer aklı selim sahibi kuruluşlar gibi, Derneğimizi de bu mesele üzerinde çalışmaya sevketmiştir.

İçinde yaşamamıza rağmen, somut rakamlar önümüze konulmayınca, meselenin boyutu tam anlaşılamıyor. Son 25 yıllık terör ve terörle mücadelenin Ülkemize maliyetini hatırlamakta fayda bulunmaktadır.

Terörün Faturası :
1984 yılından 2006 yılı Haziran ayına kadar;

·                     Ülke sınırları içerisinde 45 bin 453 terör eylemi gerçekleştirilmiş.

·                     36 bin 628 vatandaşımız hayatını kaybetmiş.

·                     Olaylarda yaşamını yitirenlerin 4 bin 354'ü asker, 272'si polis, 1330'u korucu, 123'ü öğretmen ve 325'i kamu görevlisiydi.

·                     117 bin 207 PKK'lı yakalanmış. Öldürülen PKK'lı sayısı ise 25 bin.

·                     Terörle mücadele operasyonlarında yaralanan asker sayısı 9 bin 722, yaralı polis sayısı 1547 olurken, 1932 geçici köy koruyucusu da yine görev başında yaralanmış.

·                     PKK'lılar için çıkarılan pişmanlık yasasından 3 bin 482 kişi yararlanmıştır.”


Terörün Maliyeti
Resmi kayıtlara göre terör eylemlerinin Türkiye'ye doğrudan maliyeti 100 Milyar dolardan fazla. Dolaylı maliyetlerle birlikte zararımız 300 milyar dolara yaklaşıyor…”

300 Milyar dolarla neler yapabilirdik?

·                     7 tane GAP yapabilirdik! (GAP'ın maliyeti 42 milyar dolar)

·                     Türkiye'nin dış borcunu kapatabilirdik! (Dış borç: 140 milyar dolar, 160 milyar dolar kalırdı)

·                     30 bin km otoban yapabilirdik! (Mevcut otobanın 15 katı)

·                     5 milyon derslik açabilirdik! (Mevcut derslik sayısının 12 katı)

·                     Türkiye'nin 83 yıllık sağlık giderini karşılayabilirdik!

·                     75 tane tane Atatürk Barajı Yapabilirdik.”1

Bir başka inceleme de, başka bir açıdan çekilen açıları gözlerimizin önüne seriyor.

19 Temmuz 1987 tarihinde Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Bingöl, Van, Tunceli, Mardin ve Siirt'i içine alan bölgede 'olağanüstü hal' ilan edilmiş; zamanla farklı illere de yayılan süreç 30 Kasım 2002 tarihine kadar devam etm,i; 15 yıllık OHAL süreci bölgeyi derinden etkilemiştir.” 2

Adalet Bakanlığı'nın 23 Mayıs 2003 tarihli resmi verilerine göre, söz konusu dönemde; Bin 248 siyasi cinayet işlenmiş,

194 kişi ise ortadan kaybolmuş, 

Bakanlığın 23 Mart 2003 tarihli verilerine göre ise ;

Bin 275 kişi işkence iddiası ile resmi kurumlara başvurarak şikâyetçi olmuş,

Bin 17 kamu görevlisi hakkında kötü muameleden dolayı 296 dava açılmıi,

55 bin 371 kişi gözaltına alınmış,

42 bin 795 kişi yargılanmış, bunlardan 4 bin 799'u mahkûm olmuştur.

Hak ihlalleri ve gördükleri kötü muamele yüzünden devlete sırtını dönen insanlar kendilerini örgütün kucağında bulmuştur”3

İnsan Hakları Meclis Araştırma Komisyonu'nun 1998 yılında açıklanan raporu, Kasım 1997 yılı itibarıyla OHAL ve mücavir alanı kapsayan bölgede;

905'i köy, 2 bin 523'ü mezra olmak üzere toplam 3 bin 428 yerleşim biriminin boşaltıldığını ortaya koymaktadır.

378 bin 335 kişi yerinden edilmiştir. 

İçişleri Bakanlığı ise 2005'te yaptığı bir çalışmada 357 bin kişinin şiddet olayları yüzünden yer değiştirdiğini tespit etmiştir.”4

Ödenen fatura çok ağır.

Türkler ve Kürtler arasında kardeşlik bağı tazelenerek, terör engellenmeli ve mesele çözülmelidir.

Meselenin çözümü için gayretlerin sürdürüldüğü bu dönemde, ASDER olarak biz de değerli bilim ve fikir insanlarımızın katkısı ile, bu panel vasıtasıyla çözüm sürecine katkıda bulunmak istedik.

Değerli hazırlıkları ve kıymetli fikirleri ile panelimize katılmayı kabul ederek bildirilerini gönderen dostlarımıza teşekkür eder, yapılan çalışmaların hayırlara vesile olmasını diliyorum. 15 Şubat 2009

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğg.

ASDER Gnl. Bşk.

Panel Yöneticisi

Değerli misafirler,

Konuşmacılarımız, yerlerini aldılar. PANELİ AÇIYORUM.

BİLİYORSUNUZ, PANELİMİZ BİR OTURUMLUDUR.

Konuların akış sırasına göre arkadaşlarıma söz vereceğim.

Konuşmacılarımızın konularını takdimleri için 30'ar dakika süreleri olacaktır.

Son konuşmacının takdimi bittikten sonra, genel bir değerlendirme de tarafımdan yapılacaktır.

Bundan sonra, soru cevap peryodu başlayacaktır.

Soru soracak konuklarımızdan istirhamım, sorularını, yazılı olarak hazırlasınlar, mümkün ise üzerine kimlik bilgilerini yazsınlar. Sorunun kimin tarafından cevaplandırılmasını istiyorlarsa, belirtilmesinde fayda bulunmaktadır.

Soruyu bize iletmek için, bütün konuşmaların birmesini beklemeyiniz.

Salonda, hem soru için kağıt temini ile hem de soruların toplanması ile ilgili görevli arkadaşlarımız bulunmaktadır. Sizlere yardımcı olacaklardır.

Değerli Konuklar,

Konu hasas bir konudur.

Amacımız, gerginlik yaratmak değildir. Bilakis meseleye hoşgörü ile bakmanın bir platformunu oluşturmak istiyoruz. En çok buna ihtiyacımız vardır.

ONUN İÇİN KONUŞMALARIMIZDA VE USLUBA ÇOK ÖNEM VERİYORUZ.

Bu duygularla ve hayırlara vesile olması dileğiyle İLK KONUŞMACIMIZA SÖZÜ veriyorum.

İLK KONUMUZ:

1.      TÜRKLERİN VE KÜRTLERİN MÜŞTEREK TARİHİ VE OSMANLI DÖNEMİ KÜRT MESELESİ,

KONUŞMACIMIZ: DR. Sayın Ramazan BALCI

Kürtlerin sosyal ve siyasi tarihlerini incelemeden bu günkü Kürt Meselesine ve etnik Kürt Milliyetçiliğine dayalı teröre, çözüm aramak bizi isabetli sonuçlara götürmez.

İçinde yaşadığımız tabloya göz atmadan önce, Kürtlerin sosyal ve siyasal tarihinin incelemesinde fayda gördük. Bu gün sorun gibi görünen olguların, tarihte çarpıcı çözümlerini bulabiliriz.

Hocam,

Kürtlerin menşei hakkından çeşitli rivayetler var. Kimisi perslere dayandırıyor, kimisi asurlara dayandırıyor, Kimisi Nuh Aleyhisselama ve Arî Irka dayandırıyor, kimi Demirci Kawa'ya dayandırıyor. Kimisi de bir Türk Soyudur diyor. Gerçi her kavim kendine bir efsane yaratıyor. Belki bu o kadar önemli değil.

Esas önemli olan, yazılı tarihe geçmiş birlikte yaşadığımız ve iki kavmi birleştiren ve kardeş yapan değerler önemlidir.

Evet, Hocam,

KÜRTLERİN VE KÜRTLERİN MÜŞTEREK TARİHİ VE OSMANLI DÖNEMİ KÜRT MESELESİ,

SÖZ İZİN RAMAZAN HOCAM

TÜRKLERİN VE KÜRTLERİN MÜŞTEREK TARİHİ VE OSMANLI DÖNEMİ KÜRT MESELESİ,

DR. Ramazan BALCI

Tarihte Türk Kürd kardeşliğini anlatan bir tebliğe en doğrusu Hz. Adem’den başlamak gerekir. Moda söylemle hepimiz Adem’in çocuklarıyız. (as)

Kürtlerin tarihî köklerini araştıran ulusalcılar, ayrışmayı hızlandırmak ve hareketlerine tarihî bir temel kazandırmak için Kürtlerin, Türkler, Araplar ve İranlılarla olan bütün yakınlıklarını inkar etmekte hatta Kürtler için tarihin karanlık dönemlerinden bilinmeyen atalar icad etmekte, ateşi çoktan sönmüş eski dinlerin ocağına odun kömür taşıma gayreti içine girmektedirler. Ne varki henüz elle tutulur gözle görülür bir belge ve bilgiye ulaşılmış değil.

Elimizdeki en eski belge şimdilik Türk ulusalcıların Kürdlere siz illa da Türksünüz demek için kullandıkları bir kitabe var.

Türkler'in anayurdundan Sibirya’ya akan Yenisey Irmağı'na karışan Elegeş Suyu'nun sol kıyısında bulunan Elegeş kitabesi, Kürt ulusalcılar beğenmese de Türklerle Kürtlerin 1300 sene öncesinde en azından komşu yada akraba birer soy olduğunu göstermektedir.

Kitabeye göre Yenisey’de "Altı-Oğuz"larla komşu Kürt isimli İskit-Saka uruğundan bir ilhanlık vardı.

Kitabede:

Ben,

Kürt İlhanı Alp-Urungu'yum.

Altınlı.

Okluğumu Belime Bağladım.

Elim Otuz Dokuz Yaşındayım.

Hakanım.

Elîme, Sizlere Ne Yazık Ki Doyamadım.

Hakandan

Elimden Ne Çare Ayrıldım.

Buna göre, Kürt ilhanı Alp-Urungu, hakanına, halkına ve memleketine doyamadan 39 yaşında ölmüştür. Yazıtta geçen Elim, devletim demektir.5

Ortaasya’dan m.ö. 1000 ile 500 yılları arasında başladığı tahmin edilen ilk Türk göçleri Karadeniz'in kuzeyindeki Kıpçak Bozkırı’nı istila etmiş, Hun Türklerinin 395 tarihli Anadolu seferi 1400’lü yıllara kadar sürmüştü.6

Öte yandan, Sahabe orduları Urfa-Cezire bölgesine gelene kadar Tarih kürdlerden bahsetmez., Sa'd b. Vakkas'ın Musul seferinde, (637) Kürtler'in oturdukları bazı bölgeler işgal edildi. Bu olay, Araplar'ın Kürtler'le ilk temasını teşkil etmiştir. Bu ilk karşılaşmanın ardından İslam orduları bölgenin feşine devam etmiş, Mezopotamya fatihi İyaz b. Ganem, 639-640'da yaptığı bir akınla Bitlis'e kadar ilerlemiş, burasını işgal etmiştir. Kürler bu ilk akınlara şiddetle direnmiştir.

643 yılında Sariye’nin ordusu Darabecürd şehrini kuşatmış şehrin Kürd halkı Farslardan yardım istemiştir. İki ateş arasında kalan sahabe ordusu çok sayıda kayıp vermiştir. Savaş anında Hz. Ömer’in Medine’de hutbe okuduğu esnada “ya Sariye cebelen cebelen!”diye nida ederek İslam askerine dağa çekilme emri vermesi meşhurdur.7

Daha önce bazen Bizans’ın, bazen Farslıların emri altında yaşayan Kürdler uzun bir süre Abbasiler’e bağlı olarak yaşamış, bu süre içinde yavaş yavaş bölgeye gelen Türklerle tanışmışlardı. (750-1258)

Türklerin Anadolu serüveni başladıktan sonra çoğu Türkler tarafından kurulan beylikler, Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde kurulmuştu. Erzurum ve Çevresinde Saltukoğulları, (1071-1202) Erzincan ve çevresinde Mengücekoğulları (1071-1300), Bitlis’te Dilmaçoğulları (1085-1394) Van ve Çevresinde Ahlat-Şahları (1100- 1207), Mardin ve çevresinde Artukoğulları (1091-1409) bunlar arasındaydı. Tüm bu atabeğlikler içerisinde Kürd bölgeleri ocaklık ve yurtluk olarak Kürd beylerinin idaresinde, atabeğlere tabi olarak idare edilmekteydiler 8

Türk devletlerinden birine tabi olarak varlığını sürdüren Kürd beylikleri arasında 1200-1596 tarihlerinde, Cizre, Şırnak, Mardin ve Siirt illerinde Cizre Kürt Beyliği; 1220-1670 tarihleri arasında Bitlis yöresinde Şeref Han Beyliği; 1450-1600 yılları arasında, Van'dan Hakkari'ye kadar olan aşiretleri yöneten, Hakkari Beyliği sayılabilir.

1365-1467 tarihleri arasında Türk Boylarından Karakoyunlular, 1467-1502 yılları arasında Diyarbakır'ı Başkent yapan Akkoyunlular, bölgeye ve Kürt beyliklerine egemen olmuşlardır.9 İlk göçlerden Osmanlılara gelene kadar çok defa aynı organizasyan içinde birlikte yaşayan bazı Kürt aşiretleri Türkleştikleri gibi, yine bir takım Türk aşiretlerinin de Kürtleştikleri bilinmektedir.

Bu birliktelikler ortak hanedanlıklar ve kardeşlikler doğurmuştur. Bunun en güzel örneği meşhur Eyyubiler devletidir. Ne varki her iki kanadın ulusalcıları bu kardeşliği görmek istemezler Kürt ulusalcılar Selahaddin Eyyübî, Kürt idi Eyyubî devleti de Kürt devletidir derler. Türk ulusalcılar hayır Eyyübî devleti Türk devletidir derler. Türk tarafı Selahaddin’in Kürt olan babasını görmezden gelir, Kürt tarafı da Selahaddin’in Türk olan annesini inkar eder.Oysa Eyyubi devleti Kürd, Türk ve Arapların ırk ayrımı gözetmeden kurdukları bir organizasyondur. 10

Osmanlılar Döneminde Kürtler (1299-1922):

Doğudan batıya doğru hareket halinde olan Türk aşiretleri elbette bir çok Kürd topluluklarını da içlerine almışlardı. Söz gelimi daha Orhan Bey zamanında dinî otoritenin başında bir Kürd alimi vardı.

Orhan Bey, bir savaşta alınacak ganimeti Lala Şahin'e verme sözü vermişti. Ele geçen ganimet çok olunca verdiği söze pişman oldu. Ancak Molla Taceddin el-Kürdî, verilmiş bir şeyin geri alınamayacağına hükmettiği için, Orhan sözünden dönemedi. Lala Şahin, Orhan’ın gözünden düşmemek için, bu servetin büyük bir kısmı ile Bursa'da “Lala Şahiniyye” ismiyle anılan medreseyi yaptırdı.11

Kürtlerin Osmanlı idaresine girişleri Yavuz’un doğuya yönelmesi ile başladı. Bu dönemde Kürd emirleri, bölgenin tanınmış alimlerinden İdris-i Bitlisi’yi Yavuz’a gönderdiler. Bölgenin Osmanlı sultanı tarafından feşedilmesini ve Şiilerin bölgeden çıkarılmasını istediler. Kürd beyleri adına Yavuz’a yazılan mektup dönemle ilgili pek çok sorunun cevabını verebilecek özelliklere sahipti.

"Kürt Beylerinin Yavuz Sultan Selim'e Gönderdikleri Ariza"

"Can ü gönülden İslâm Sultanı'na biat eyledik, ilhadları zahir olan Kızılbaşlar'dan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalalet ve bid'atleri kaldırdık ve ehl-i sünnet mezhebi ve Şafi'î mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanı'nın namı ile şeref bulduk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve İslâm Padişahı'nın yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye Eyaleti'ne gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlana Idris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur ki;

Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz. Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece İslâm Sultanı'na muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inayetleriniz olmazsa, biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle carî olmuşdur Ancak ümitvarız ki, Padişah'dan yardım olursa, Arap ve Acem İrak'ı ile Azerbaycan'dan o zâlimlerin elleri kesilir, özellikle Diyarbekir ki, İran memleketlerinin feşinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının payitahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50.000’den fazla insan öldürmüşlerdir. Eğer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişirse, hem uhrevî sevap ve hem dünyevî faydalar elde edileceği muhakkaktır ve bütün Müslümanlar da bundan yararlanacaktır. Baki ferman yûce dergâhında."12

Bu mektup Kürdlerin bağımsız emirlikler halinde biri diğerinin emri altına girmeden yaşadıklarını göstermesi açısından ilginçtir. Ayrıca Kürtlerin çok uzun süre İranlıların etkisi altında kaldıkları halde neden Şiileşmediklerini de izah eder. Anlaşılan Gerek İranlı şiiler, gerekse Türkmen Alevi aşiretler, Kürdlerin onurlarını rencide edecek şekilde kötü davranmışlardı. Horasan bölgesine gelen seyidler eliyle sahih İslam itikadını öğrenen Türk boylarının Kürdlere karşı davranışında, onları rencide eden bir taraf bulunmuyordu.

Yavuz Sultan Selim, ısrarlı talepler üzerine Kürd beylerine, kendi aralarından birini beylerbeyi seçmelerini istedi. Ancak Kürd beylerinin cevabı ilginçti. Kendi aralarından birinin beyliğine razı değillerdi. Ancak Osmanlı’nın tayin edeceği bir serdarın emri altında savaşabilirlerdi.

Bunun üzerine Yavuz Sultan Selim, Bıyıklı Mehmed Paşa'yı Diyarbekir beyler beyi olarak atadı. 23 Ağustos 1514 (2 Recep 920) tarihinde Van gölünün kuzeydoğusundaki Çaldıran ovasında yapılan savaşta Kürt beylerinin desteğiyle Safavi ordusu yenildi,

Kürd birlikleri Yavuz’un İstanbul’a dönmesi sonrasında Safeviler tarafından tekrar kuşatılan Diyarbakır’ın kurtarılmasında da yardımcı oldular.13

Bu hizmetlerin karşılığında Yavuz Sultan Selim, Kürd beylerine fermanlar verip bir takım ayrıcalıklarla kendi sancakları başına emir tayin etti. Bunlar arasında

Bitlis Hâkimi Emir Şerefüddin;

Hizan Meliki Emir Davud;

Hısn-ı Keyfâ Emîri Melik Halid;

İmadiye Hâkimi Sultan Hüseyin;

Cezire Hâkimi Şah Ali Bey;

Çemişgezek Hâkimi Melik Halil;

Pertek Hâkimi Kasım Bey; vardı.14

Yavuz Sultan Selim'in ölümünden sonra yerine geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman yeni bir ferman ile kürd beylerine verilen imtiyazları tanıdığını açıkladı. İlgili fermanda “ Kürt beylerine, gerek Devlet'e karşı gösterdikleri bağlılığın karşılığı olarak ve gerek kendilerinin müracaatları dikkate alınarak, her birinin öteden beri ellerinde bulunan eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartiyle yurtluk ve ocaklık olarak kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.” denilmekteydi15 Kürd beylerinin bu imtiyazlı statüleri değişmeden Tanzimat devrine kadar devam etti.

Adı geçen fermanlarla belirlenen idarî yapıya göre klâsik Osmanlı sancakları dışında iki ayrı sancak türü daha vardı.

a- Ekrad Sancakları: Bu sancaklar klâsik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Bu sancakların idaresi, genellikle bölgeye eskiden beri hakim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beylere ve hanedanlara mülkiyet tarikiyle "Yurtluk ve Ocaklık" olarak verilmiştir. Sancak beyleri çoğunlukla ölünceye kadar Sancak beyliğini yürütmekte ve ölümü halinde kaide olarak oğlu ve akrabalarından biri yerini almaktadır. Ancak, ihanetleri halinde Sancakbeyi İstanbul tarafından derhal değiştirilebilmekte ve yerine yine oğlu veya hanedandan birisini tayin edebilmektedir.

"Ekrad" sancaklarında klâsik Osmanlı sancaklarında olduğu gibi tahrir defteri tutulmakta, padişah ve sancakbeyi hasları çıktıktan sonra, geri kalan hasılat zeamet ve tımar sahiplerine dağıtılmaktadır. Sefer zamanında Sancakbeyi askerleriyle birlikte Beylerbeyinin hizmetine girmekle mükelleftir. Yine bu tür sancaklara merkezden kadı tayin edilmektedir. Bu kadılar malî ve hukukî konularda bazı yetkilere sahipti.

Ocaklık yoluyla tasarruf olunan "Ekrad" sancaklarının sayısı Diyarbekir eyaletinde onüç, Van eyaletinde ise dokuz olmak üzere toplam yirmi iki adettir. "Ekrad" sancaklarının Hükümet sancaklarından ayrıldığı nokta esas itibariyle bölgenin tahririnin yapılmış olması ve merkezden tayin edilen Osmanlı memurlarının bir takım yetkilere sahip olmasıdır.16

b. Hükümet Sancakları: Hükümet olarak nitelendirilen bu sancakların sayısı kaynaklara ve devirlere göre değişmekle birlikte Diyarbekir dahilinde altı, Van dahilinde , dört olmak üzere toplam on kadardı. Hükümet sancakları da "Ekrad" sancaklarında olduğu gibi sahiplerine "Hîn-i fetihde hizmet ve itaatleri mukabilinde tefviz ve temlik olunmuşlardır". Sancakbeyleri "ellerine verilen ahidnâmeleri mücebince” ihanetleri sabit olmadıkça "azl ve nasb" edilememektedirler. Bunların en önemli özellikleri "mefrûz-ül-kalem " ve "maktuül-kadem" olduklarından tahrir işlemine tabi tutulmamış olmalarıdır. Böyle olunca, bu sancaklara "kalem erbabı" olan Osmanlı memurları girmemiştir. Tahrir yapılamadığından timar sistemi de bu sancaklarda uygulanmamış, dolayısıyla "ümerâ-i Osmaniye"den de kimse bu bölgelere gelmemiştir.17 (Cizre, Atak, Genç, Hazzo, Palu)

19. YÜZYILDA KÜRT BÖLGESİ

II. Mahmud, tahta çıktığında, İmparatorluk sınırları içinde yarı-bağımsız bir statüde olanlar yalnız Kürt Mîrleri değildi. Bütün Anadolu'da, yerel nüfuzlu aileler, devlet fonksiyonlarını ele geçirmiş ve gerçekten bağımsız yöneticiler haline gelmişlerdi.

1806-1812'de ki Rus savaşından hemen sonra, enerjik bir şekilde merkezileştirme politikasını başlatan Sultan Mahmud. büyük oranda bunu başardı ve "bir takım politik ve askerî önlemlerle isyancı paşaların ve derebeylerinin üstesinden geldi. Onların yerine İstanbul'dan görevliler atadı. 1826’ya kadar Anadolu derebeyleri ortadan kaldırılmış ve sıra Kürd bölgelerindeki yerel yönetimleri tasfiye etmeye gelmişti.

Ruslar karşısında iki defa yenilgi alan II. Mahmud, ordu sistemini kesin olarak değiştirme kararındaydı. Bu maksatla Yeniçeri ocağını kaldırmış, yerine kışlalarında düzenli eğitim yapan birlikler kurulmuş, Avrupadan hocalar getirilmiş, ilk defa Rami kışlası civarında ateşli silahlarla savaş talimi yapılmıştı. Düzenli ordunun masrafları ve merkezî bürokrasinin maaşlarını karşılamak için, bölgesel gelir esasına dayalı senelik vergi sistemini hayata geçirmek isterken öldü.18

Sultan Abdülmecid ile birlikte Tanzimat Fermanı, “Aşar vergisinin maliye memurları, cizyenin ise patrikhaneler vasıtasıyla toplatılması” esasını getirmiş, eski eyalet sistemini kaldırmış, vilayetler kanunu yürürlüğe koymuştu. Bu uygulamalar doğrudan Kürt Emirliklerini ilgilendirmekteydi. Bu yeni durum mirlerin bölgedeki etkinliğini sarsacaktı.19

Osmanlı tarihi bir nevi ordu tarihidir. Yeni düzende ordu ihtiyacının silsile halinde yaptığı etkilerden kaynaklanan merkezi idare kurma zorunluluğu bir tarafa bırakılacak olursa Kürd yerel yönetimlerinin ortadan kaldırılması için daha bir çok sebep vardı.

Konar-göçer aşiretler kan davaları, yaşadıkları toprakların verimsizleşmesi, merkezî otoritenin zayıflaması, vergilerin ağırlaşması ve asayişsizlik gibi nedenlerle XVII. yüzyılın sonlarından başlayarak itaatsiz kalabalıklara dönüşmüşlerdi.20

Bazı aşiretler Doğu Anadolu'daki eski yaylaklarını terk edip batıya doğru yayılmışlar, yerleşik halkın ekili arazilerini tahrip etmeye başlamışlardı. Aynı şekilde Vahhabi isyanlarından kaçan Aneze ve Şammar aşiretleri bütün Suriye’yi tehdit ediyordu.

Türkmen ve Kürt gruplardan oluşan Aşiret eşkıyaları artık şehirlere baskın düzenliyorlardı. 1866 yılında, Kozan dağı ve Çukurova'daki aşiretler silah zoru ile iskân edildiler. 21

Kürt beylerinin yönetimi, zamanla üretim yapısını ve iç pazarın gelişimini önleyen çok güçlü bir engel haline gelmişti, yapılan çapulculuklar yerleşik ekonomiyi baltalamakla kalmıyor, yerleşme sürecini de frenliyordu.22

İmparatorluğun diğer bölgelerinde iskana dayalı göreceli bir asayiş sağlanmıştı. Ancak Kürd ve Çerkez aşiretler silahlı dolaşıyor, ne devlete vergi ve ne de asker veriyorlardı. Çok basit sebeplerle ciddi isyanlar eksik değildi23.

Sınır bölgelerindeki aşiretlerin durumu daha vahimdi. Bunlar sık sık tabiiyetlerini değiştirdiklerini açıklıyorlar, devletin hiç bir teklifini kabul etmiyorlardı. Bir yıl İran’a ikinci yıl Osmanlıya bağlı olduğunu açıklayan büyük aşiretler vardı. Rusya sınırında da durum pek farklı değildi.

Sultan Abdülmecid’in çıkardığı Toprak Yasası, “Bir köyün ya da kasabanın toprağı, bütün olarak halka ya da halktan birkaç kişiye bağışlanamaz, ayrı ayrı toprak parçaları halinde herkese verilecektir." demesine rağmen bu yasadan sadece şeyhler, mir aileri ve aşiret ağaları yaralanmış, büyük toprak parçalarını kendi üzerlerine almışlardı.24 Bütün bu olumsuzluklar aşiretlerin iskanı ve geleneksel yapıyı korumaya çalışan güçlerin tasfiyesi ile çözülebilirdi.

Merkezi Yönetim’e Tepkiler

Bölgenin en büyük felaketi halkın büyük ölçüde cahil kalmasıydı. Bu cehaletten yararlanan mir aileleri ve aşiret ağaları, onları kolaylıkla isyana sürükleyebilirdi. Bu isyanların bir çoğu reislerin şahsi çıkarlarını koruma adına yapılmaktaydı. Halkın sahip olduğu güçlü dini duygular, aynı kuvvette dini bilgi ile desteklenmeyince sadece taassuba yol açmakta, devletin her türlü tedbiri güçlü bir direnme ile karşılaşmaktaydı.

İlk olarak Babanlardan Abdurrahman Paşa, Süleymaniye’de isyan etti. (1806) Revandüzlü Mehmed Paşa, Amidiyeli İsmail Paşa, (1838), Hoşaplı Han Mahmud, Cizreli Said Beyler aynı şekilde isyan ettiler. Botan Bölgesinde Bedirhan Bey de ( 1847) bu kervana katılmış, Osmanlı, bu isyanların tamamını bastırmıştır. İsyanların bastırılmasından sonra Osmanlı yönetimi yeni bir idari düzenlemeye giderek merkezi Diyarbakır olan Van, Muş, Hakkâri sancakları ile Cizre, Botan ve Mardin kazalarından oluşan 'Kürdistan Eyaleti'ni kurdu. Sultan Abdülmecid'e Meclis-i Vala tarafından 'Kürdistan Fatihi' ünvanı verildi. İsyanların bastırılmasında yararlılık gösterenlere verilmek üzere Kürdistan Madalyası çıkarıldı.(1852)25 Bu eyalet 1876 dağıtılacak tekrar valilik sistemine geçilecekti.

Bu dönemdeki isyanların ‘Kürtlük bilinci’yle uzak yakın bir ilgisi yoktu. Halk askere alınacağı korkusu ile nüfus sayımı yapılmasını istemiyordu. Aynı şekilde vergi korkusu ile arazi tahriri gibi işlemlere karşıydılar. Eskiden aldıkları cizye vergisi ile aşar vergisinden mahrum kalan beyler, yeni atanan valiler ile aralarındaki problemleri bahane ederek isyan ediyorlardı. .

SULTAN ABDÜLHAMİD'İN KÜRT SİYASETİ

Doğu Anadolu'da mahallî otoritelerin ortadan kaldırılma­sıyla meydana gelen otorite boşluğunu Bâbıali tam manasıyla dol­duramamıştı. Bölgede Ermeni faaliyetleri artmış, rakip Kürt aşiretleri arasındaki çatışmalar tehlikeli bir hal almıştı.

Sultan Abdülhamid, II. Mahmud’dan itibaren, göçebelerin yerleştirilmesi ve aşiret ilişkilerini çözmeyi amaçlayan reform hareketlerini durdurdu. Doğu Anadolu’yu imparatorluktan koparmaya çalışan İngiltere ve Rusya’nın geliştirdiği politikalara bir reaksiyon olarak meşhur deyimi ile Hamidiye Alaylarını kurdu.

Kürtler, Hamidiye Alayları’nda örgütlenerek, hem imparatorluğun kadim düşmanı Rusya’ya, hem İran’a karşı bir tampon bölge oluşturuldu. Aynı zamanda başıbozuk Kürt unsurları merkezin kontrolüne alınmıştı. Böylece giderek güçlenen Ermeni milliyetçiliğinin önü kesilecekti. 26 Hamidiye Alayları Kürt milliyetçiliğinin doğmasına engel olduğu gibi Kürtleri sosyalleştirme ve "devlet disiplini" kazandırma işlevini üstlenecekti.

Sultan Abdülhamid, İran Kürtlerini de kendi yönetimine alarak, Ortadoğu'da Osmanlı'nın eski güçlü günlerine geri dönmenin hesabını yapmaktaydı. Es­ki beylerin ve hanedanların rakibi durumunda olan bölgedeki kalaba­lık ve güçlü aşiretler teşkilatlandırılacak, eski mirlerin tekrar güçlenmeleri önlenmiş olacaktı.

İran Kürtleri Türkiye'ye eğilim duyuyorlardı. Bunun başlıca nedeni mezhep birliğiydi (Kürtlerin büyük çoğunluğu Osmanlılar gibi Sünnidir). Diğer neden ise Türkiye'nin Kürtlerin savaşçı karakterini takdir etmesi, Farsların Kürtlere karşı daima güvensiz davranmalarıydı. Tanzimat'ın temel politikalarını devam ettiren, Sultan Abdülhamid, Kürtlere yapısal bir reform dayatmak yerine, onları mevcut feodal yapıları içinde Osmanlı sistemiyle bütünleştirme yolunu seçmişti.27

Sultan aynı zamanda Arap aşiretlerinin çocuklarını eğitmek, onları devlete ve hilafete bağlamak, bu bölgelerdeki ayrılıkçı fikirleri etkisiz hale getirip, hilafet makamını güçlendirmek amacıyla Aşiret Mektepleri açmıştı. Zamanla Hamidiye Alaylarında yer alan Kürt aşiret reislerinin çocukları ile Arnavutlar talebeler de bu okula alındı. Kuruluş amacından sapan okul, kısa zamanda Arap, Arnavut ve Kürt milliyetçiliğinin yuvası haline dönünce kapatıldı.28

Anadolu Islahatı

Avrupa Devletlerinin Ermenileri ayırmak niyeti ile başlattıkları ıslahat talepleri bölgenin en önemli problemiydi. Bütün dikkatini ilerde Ermenilere özerklik sağlayacak bir düzenlemeyi önlemeye veren Padişah, inisiyatifi ele almak için Anadolu Islahatı Umûm Müfettişliği’ni kurmuş, yapılması istenen ıslahatların yurt geneline yaygınlaştırılması formülünü bulmuştu (27 Haziran 1895)

Anadolu Islahatı Umûm Müfettişi Şâkir Paşa’nın hazırladığı raporlar bir çok konuda yol göstericiydi. Bölgede gelir seviyesi artırılmadan problem çözülemezdi. Bunun için eğitimin yaygınlaştırılması ile birlikte, ulaşım probleminin halledilmesi, hayvancılığın geliştirilmesi, maden ve taşocakları gibi yer altı zenginliklerinin işletilmesi, iplik, şeker ve sabun fabrikaları kurulması, çorap ve kilim dokuma sanayinin canlandırılması, bu faaliyetlere özel sermayenin katılması gerekliydi.29

Şâkir Paşa'nın dikkat çektiği diğer bir konu misyoner okullarıydı. 1890 yılında Osmanlı ülkesinde Amerikalıların açtığı kilise sayısı 118'e ilk okul 464'e ortaokul 44'e ulaşmış, buralarda görev yapan misyonerlerin sayısı 811'e diğer görevli sayısı 11. 809'a ulaşmıştı.30

II. Abdulhamid, müslüman çocuklarının dinlerini terketmeleri ve millî terbiyelerini kaybetmeleri tehlikesine dikkat çekmiş, misyonerler ve diğer ecnebiler tarafından kurulan okullara Müslüman talebe gönderilmemesini, yabancı okulların sıkıca kontrol edilmesini, yabancıların kurduğu yetimhaneler ve okullar açılmasını emretmişti.31

Sevr’de Kürtler

Meşrutiyet sonrası örgütlü Kürd faaliyetleri ayrılıkçı bir karakter taşımaz. İttihad-ı İslama ve hilafet makamına yürekten bağlı olan Kürdlerin bu tutumu cihan harbi yıllarında ve Milli Mücadelede devam edecektir. Oysa o dönemde Kürdlerin ayrılıkçı düşünceler geliştirmeleri yadırganamazdı. Üstelik Doğu Anadolu’nun Ermeni istilasına düşme tehlikesi de vardı. Ermeni tahakkümüne girmektense özerk yada bağımsız bir devlet kurma düşüncesinin ortaya çıkması beklenen bir durumdu.

Cihan harbinin bütün acıları iki halk tarafından birlikte göğüslendi. Özellikle doğu cephesi önünden kaçıp gelen bir buçuk milyondan fazla halk yığınları harp yılları boyunca büyük acılar yaşadılar. Bu acılar Kürd halkını Türk milletine daha çok yaklaştırmıştı. Bunun etkisi milli mücadele günlerinde görülecekti. Mütareke imzalandıktan sonra batılı devletler Osmanlı alemini bölüşme çalışmaları başlatmışlardı. 

Paris barış konferansı sürerken Ermeni Bogos Nubar Paşa ile daha önce büyük elçilik yapmış Kürd Şerif Paşa’nın Kürdler ve Ermenilerin birlikte bağımsız bir devlet kurmak üzere anlaştıklarını ileri sürmelerine rağmen Sevr projesinde Kürdlerle ilgili madde şöyleydi. 32

“... Fırat'ın doğusunda bulunan ve sınırları ileride saptanacak olan Ermenistan'ın güneyi ile Türkiye, Suriye ve Mezopotamya'nın kuzeyi arasında Kürtlerin salt çoğunlukta bulundukları bölgeler için dahili bir otonomi planı hazırlanacaktır.” (10 Ağustos 1920) Bir bağımsızlıktan değil otonomiden söz ediliyordu.

Şerif Paşa’nın ihaneti bütün Doğu Anadolu’dan çekilen telgraflarla protesto edildi. Osmanlı Mebusan Meclisi'nin 26 Şubat (1920) günlü bileşiminde Erzincan, Bayezid, Erzurum, Diyarbakır, Siverek, Mardin, Adıyaman, Van, Hakkari ve Hasankale'den gelen bağlılık mesajları okundu. Bu telgraflarda yöre halkı kısaca şöyle diyordu:

"Vatan haini ve din düşmanı Şerif adındaki kişinin, Bogos Nubar ile işbirliği yaparak, Kürtlerin geleceği hakkında açıklamalarda bulunduğunu duyduk. Oysa ki; Kürtlük ve Türklük bir bütündür. Birbirlerinin özkardeşi ve din kardeşidir. Her iki toplum için vatan birdir. Tarihi tanık tutarak sayın milletvekillerimize şunu açıklarız ki; Kürtler vatanlarının kurtuluşu uğrunda şimdiye kadar Türklerle birlikte kanlarını akıtmışlardır. Bundan böyle de Hükümetimizin devamı ve mutluluğu için aynı şekilde davranacaklardır. Osmanlı ve İslâm topluluğundan ayrılmak hiçbir zaman düşünce ve hayallerinden geçmez. Dünyanın sonuna kadar bu topluluk içinde yaşamak kararındadır. Bundan ötürü, gerek adı geçen "Şerif ve gerekse onu isteklerine hizmet edecek herhangi bir "herifin, açıkladığımız kararın dışındaki çabalarını tam bir nefretle red ve kaderimizi hükümetimize bağladığımızı bütün insanlık dünyasına ilân ederiz. Gereken yerlere de duyurulmuştur."33

Milli Macadele ve Kürtler

Meşrutiyet yıllarından itibaren bağımsız bir Kürd devleti kurma düşüncesini seslendirenler, eski mir aileleri Bedirhanlar ve Cemil Paşazadelerden bir kaç kişiden ibaretti. Birer birer sayılsa kesinlikle on kişi yoktular. Milletler iradelerini kader günlerinde ortaya koyarlar. Cumhuriyetin kuruluş döneminde her iki halk iradesini birlikte yaşamak yönünde ortaya koymuştu.

İngilizler bölgenin yeni aktörlerini belirlemek için çalışırken Anadolu’da yerel kongreler yeni bir bağımsızlık mücadelesi kararı almışlardı. Bu sürece Erzurum’da katılacak olan Mustafa Kemal, Sivas'a gitmeden Doğu ve Güneydoğu'daki aşiret reislerini kurtuluş hareketine katılmaya çağırdı. Mektup gönderdiği Kürd liderler arasında Mutkili Hacı Musa Bey, Bitlisli Kufrevizade Şeyh Abdülbâki Efendi, Şırnaklı Abdürrahman, Derşev'li Ömer, Muşas'lı Resul Ağalar, Sadullah Efendi, Şeyh Mahmud, Norşinli Şeyh Ziyaeddin ve Garzanlı Cemil Çeto vardı.

Bu mektuplarda saltanat ve hilafetin düşmanlar tarafından rencide edildiğinden, Şark vilayetlerinin Ermenilere hediye edildiğinden, İngilizlerin entrikalar çevirerek Diyarbakır’da yeni arayışlar içinde olduğundan bahsedilmekte, adı geçen reislerden bütün gayretleri ile yabancı tahriklerinin önüne geçmeleri istenilmekteydi.34

Gerçekten de Milli Mücadele günlerinde Kürdler arasında en ufak bir ayrılıkçı hareket olmadı. Aksine bütün güçleri ile bu mücadeleye destek verdiler

Ayrıca Misak-ı Millî, "Osmanlı-İslâm" unsuruyla meskûn yörelerin istiklâline kavuşturulmasını hedeflemekte ayrıca "Türk" milletinden söz etmemekteydi. Mustafa Kemâl, "hudud-ı millî" dahilinde "anasırı İslâmiye'den yalnız bir cins millet olduğunu" vurguluyordu. Daha sonra milletin iradesinin "ruh-ı mazlum-ı İslâmı" temsil eden Büyük Millet Meclisi'nde tecelli ettiğini ifade edecekti.35

Türk devletinin kuruluş belgelerinden biri olan Amasya tamiminde “devletin düşünü­len ve kabul edilen en son sınırı, Türk ve Kürtlerin birlikte oturdukları araziyi içine al­dığı” ifade edilmişti.

Ayrıca Kürt­lerin serbestçe gelişmelerini sağlayacak şekilde sosyal ve geleneksel hak­lar yönünden imtiyazlara nail olmaları desteklenecek, yabancılar tara­fından Kürtlerin bağımsızlığı adına yapılan propagandanın önü­ne geçmek için bu nokta Kürtlere izah edilecekti”.36

Lozan görüşmelerinde İngilizler tarafından Kürdlerin azınlık sayılmak istenmesine bütün taraflar tepki göstermişti. İslam hukukuna göre yalnızca gayr-ı müslimler azınlık sayılabilirdi. Türkiye bir İslam devleti olduğuna göre Kürdlere azınlık muamelesi yapmak onlara yapılmış bir hakaret sayılırdı.

İsmet Paşa, Kürdlerin azınlık sayılması tezine şiddetle karşı çıkmış ve "Türkler ve Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ana unsurlarıdırlar. Kürtler bir azınlık değil bir millettirler; Ankara Hükümeti hem Türklerin hem de Kürtlerin hükümetidir" demişti. 37

Tartışılan Değerler,

 

Dil, Millet ve Din

Meşrutiyet ile birlikte Osmanlı toplumumun idaresine talip olan bütün kurumlar, farklı unsurları bir arada tutmanın yolları üzerinde kafa yormaya başlamışlardı. Bu bağlamda üzerinde en çok tartışılan konulardan biri de dil sorunuydu. İmparatorluğun resmi devlet dili Türkçe idi. Bu durumun zafa uğratılması düşünülmüyordu. Ancak ilk tahsilin ana dili ile yapılması genel olarak kabul görmekteydi. İlk üç sınıftan sonra Türkçe öğrenmek gerekecekti.

O dönemdeki siyasi teşekküller bu konuda ortak bir noktaya gelmiş görünüyorlardı.

I. Jöntürk kongresi, İttihat ve Terakki Cemiyeti,38 Osmanlı Ahrar Fırkası ve İttihatçılara muhalif olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası "Köy mekteplerinde ve ale'l-umum mekatib-i iptidaiyede tedrisat lisan-ı mahalli ile icra edilecektir”39 tarzında bir maddeyi programlarına koymuşlardı.

Öte yandan millet tarifi yüz yılın en büyük kriziydi. Batıda kilise ile bilim çevreleri arasındaki hakimiyet savaşını bilim kazanmış, bu savaşın etkisi ile bilim doğrudan dine cephe almıştı. Dini reddeden bilim ayrıca ırkçılığı doğurmuş, bilim ile ırkçılığın ortak düşmanı haline gelen din, batı dünyasında çökmüştü.

Batıdaki bu çarpık gelişme aynı şekilde İslam alemine tercüme edilmiş, Kilisenin yerine konan hilafet ve dini değerler, batıcı kadrolar tarafından bilime düşman ilan edilmişti. Son iki asırdır insanlığın en büyük kabusu olan ulusalcılık ve ulus millet hezayanı, tüm dünyada milyonlarca masum insanın kanına girdi.

İşin aslında Türklük’ten bahsedildiğinde bir ırk kastedilmezdi. Türklük bütün İslam kavimlerinin bin küsür yılda kurduğu medeniyetin adıydı. Avrupalılar bir kişi için Müslüman oldu anlamında Türk oldu derlerdi. Ayrıca İslamiyet tarih boyunca bilimin en büyük sığınağı olmuştu.

Irkçılık kabusu ile Aynı millete mensup olma duygusu tahrip eden ırkçılık, maddecilik ile beslenince muzdarip mütefekkir Cemil Meriç’in ifadesiyle korkunç bir kabus yaşayacaktık. "Bu ülkenin ırklarını, tek ırk, tek kalıp, tek insan haline getiren İslâmiyet olmuş. Biyolojik bir vahdet değil bu. Ne kanla ilgisi var, ne kafatasıyla. Vahdetlerin en büyüğü, en mukaddesi; ister siyah derili, isterse sarı.... İnananlar kardeştir. Aynı şeyleri sevmek, aynı şeyler için yaşamak ve ölmek. Türk'ü, Arab'ı, Kürd'ü, Arnavud'u düğüne koşar gibi gazaya koşturan bir inanç; gazaya yani irşada. Bin yıl beraber ağlayıp, beraber gülmek. Sonra bu muhteşem rüyayı korkunç bir kabusa kalbeden meş'um bir salgın; maddecilik.”

Ulusalcılık ve Din

Yukarda bir parça değindiğimiz ulusalcılığın dini değerlere düşman olduğu gerçeği Alman, Arap, Fransız, Fars, Türk tüm ulusalcıların ortak noktasıdır.

Aşağıda aktaracağım Kürt ulusalcıların Kürt toplumunu rehabilite etme programı ile Türk ulusalcıların dillendirdikleri –yada zaman zaman uyguladıkları- fikirler arasındaki benzerlik hiç te şaşırtıcı değildir.

'Çağdaş tarihimizde bile İslam, bizim bağımsızlık kazanmamızdaki en büyük engel olmuştur...

‘Kürtler, çocuklarına Arap veya Türkçe isimler vermekten vazgeçmelidir.’

‘Kürt dili Arapça veya Türkçe kelimelerden temizlenmelidir. Bunlar eğer yoksa Hint-Avrupa dillerinden alınmalıdır.’

‘İslami öğretilerle beyinleri yıkanmış Kürtler rehabilite edilmelidir. Diğer dinlerin yayılması teşvik edilmelidir. Bir yandan da İslam'ın uygulanamazlığı ve başta cinsel eşitlik konusu olmak üzere baskıcı özellikleri vurgulanmalıdır.’

‘Kürtlerin antik dini olan Zerdüştlük yeniden uyandırılmalıdır.’

Kuran'ın veya diğer İslami-Arap kitapların Kürd bölgelerine girmesine, burada basılmasına ve yayılmasına engel olunmalıdır.

İslami organizasyonların Kürd bölgelerinde camiler inşa etmesine izin verilmemelidir.

Yezidilik ana Kürt dini olarak belirlenmeli ve okul kitaplarına eklenmelidir.

İsrail'le iyi ilişkiler geliştirilmelidir. Kürtler ve Yahudiler arasındaki ortak değerler, Kürtler ve Araplar arasında olanlardan çok daha fazladır." 40

Yukarıdaki metindeki Kürd kelimesini Türk kelimesi değiştirdiğiniz zaman karşınıza Türk ulusalcıların programı çıkar. Bunların aynı kalemden çıktığına şüphe yoktur.

Bu fikirlerin İslam medeniyetinin ortak bağlarını tahrip etmek için ortaya konulup uygulandığı ve bu gün yaşanılan problemlerin kaynağında bu uygulamaların bulunduğu izaha muhtaç değildir. Öte yandan Kürdlere vadedilen özgürlüğün hiç te demokratik olmadığı, ulusalcıların onları esaslı bir şekilde silindirden geçirmeyi planladıkları göze çapmaktadır.

Çözüm Önerileri

İtiraf etmek gerekirse yy’lın başında İslam toplumu hayatın bütün alanlarında geri kalmıştı. Bu gerilik sadece batı karşısındaki teknik yada bilimsel gerilik değildi. Bizzat İslam medeniyetinin insanlığa emanet ettiği değerleri temsil etme noktasında geri kalmıştı. Cehalet diz boyuydu. Kabilecilik ve aşiretçilik koyulaşmış, komşu aşireti yağmalama cihad sayılır olmuştu. Kan davası kabileler arasında bitmek tükenmek bilmeyen düşmanlıkları beslemekte, devlet kendi yaptığı yolları ve köprüleri kendi vatandaşına karşı korumakta zorlanmaktaydı. Benim çocukluk yıllarıma kadar jandarmanın en büyük derdi telgraf-telefon hatlarını korumaktı.

Tasvir ettiğim tablo sadece bir ırkın değil bütün İslam aleminin bir dönüşüme ihtiyacı olduğunu göstermekteydi.

Dönemi itibarıyla Kürd toplumunun sahip olduğu ve hala canlı olan dinamiklerini yakından bilen Saidi-i Nursi’nin yüz yıl önce ortaya koyduğu program bu açıdan hala üzerinde tartışılmaya değer özellikler içermekteydi.

Bu programda Nursî, sadece Kürtler için değil bütün Osmanlı toplumunu dünya ile entegre edecek bir anlayış sergiler:

Birinci madde: İslâm âleminin hayat düğümünü uyarıp terakki ve kalkınma meylini harekete geçirmek için benimsenen, adalet ve meşveretten ibaret olan Meşrutiyet’in kaynağı, İslam hukuku olarak kabul edilmelidir. Meşrutiyete milli bir elbise giydirilirse cehaletten kaynaklanan taassupla reddedilmesinin önüne geçilir.

İkinci madde: İslâm maarif ordusunun üç ana kaynağı olan tekke, medrese ve mektep arasında fikir birliği sağlanmalıdır. Bunlardan birinin diğerini cahillikle, ötekinin berikini dinsizlikle suçlaması İslam ahlakını sarstığı gibi kalkınmanın önünde ciddi bir engel oluşturmaktadır. Aralarında iş bölümü sağlanmalı, modern yüksek okullarda İslam hakikatları okutulmalı, medreselerde eski hikmetin bataklığı yerine yeni modern bilimler ders verilmelidir. Tekkeler her iki dalda yetişmiş alimlere kapılarını açmalıdır.

Üçüncü madde: İlim aleminde bilimsel özgürlük sağlanmalıdır.

İlmî çevrelerde fikir hürriyeti sağlanmalı ve herkes fikrini özgürce savunmalıdır Aski bir durumda ilim adamları herkese kendi fikirlerini benimsetme yoluna gidecektir. Bu durumda taklitçilik ortaya çıkacak ve bilimsel gelişmenin önü kesilecektir.

Dördüncü madde: Medreselerin ihtisaslaşması sağlanılmalı, toplumsal bilimlerle fikrî mücadele sonrasında ortaya çıkacak olan genel fikirler, manevi üstad kabul edilmelidir. Böylece talebeliğin hayat düğümü uyanacak, terakki ve yenilik meyilleri harekete geçirilecektir. Modern bilimlerin medrese kanalı ile eğitime dahil edilmesi bu sisteme ve isme alışmış olan insanların bilimsel gelişmelere katılmasını sağlayacaktır.

Aynı şekilde çalışma hayatında iş bölümünü gerek ilmî gerekse maddi terakkinin bir esası olarak kabul eden Nursi’nin, insanların yeteneklerine uygun meslek seçmelerinin önemine yaptığı vurgu dikkate değer. Bir insanın kabiliyetine uygun olan işi terk edip ehil olmadığı bir işe girmesini yaratılış kanununa itaatsizlik olarak tarif eder. İnsandaki yetenek ile yaptığı sanatın uygun olmaması durumunda ortaya ancak kargaşa çıkacaktır.

Beşinci madde: Halkın rehberleri sayılan vâiz ve hatiplerin eğitimine önem verilmelidir.

Vaizler halkın öğretmeni oldukları için araştırıcı bir alim olarak yetiştirilmelidir. Parlak cümlelerle sadece delilsiz iddiaların anlatılması hakikatı araştıranlara bir fayda vermez Vaizler aynı zamanda neyi nerede konuşacağını bilen ve dinin dengesini bozmayan hikmet sahibi bir eğitimci olmalıdırlar.

Altıncı madde: Osmanlı toplumunda maddi gelişme düşüncesi harekete geçirilmelidir. Allah’ın adını yüceltme ve İslam medeniyetinin şerefini koruma her insan için en önemli görevdir. Bu görev ancak maddi terakki ile sağlanabilir. Nursi’nin düşündüğü idealist insan, milletin menfeatini şahsi menfeatinin önünde tutan insandır. İdealist insanı “kimin himmeti milleti ise, o tek başıyla küçük bir millettir” şeklinde yüceltir.

Yedinci madde: Hilafet makamı ıslâh edilmelidir. Çeşitli İslam unsurlarını bir arada tutan hilafet makamının sahip olduğu manevi güç, halkın eğitimi için kullanılmalıdır. İsrafın önlenmesi ve maddi kalkınmanın teşvik edilmesi yine bu makamdan beklenir. Bir şahsın fikirleri İslam aleminin problemlerini çözmek için yeterli değildir. Halife kararlarını bir şuraya istinad ettirmelidir.

Sekizinci madde: Osmanlı unsurlarının beylikler döneminde olduğu gibi parçalanmalarını önlemek için hayata geçirilen İslam birliği fikrinden gayr-i müslim unsurların korkuya kapılması önlenmelidir.

Avrupalıların milliyetleri dinlerine galebe çalmışsa da Müslümanlar böyle değildir. En vahşî dönemlerden beri çok sayıda ırk ve din İslam medeniyeti içinde varlıklarını koruya bilmiştir.

Dokuzuncu madde: Kürtlerin ayrı bir yol tutması sebebiyle kaybedilen büyük kuvvetten yaralanmak için eğitim yoluyla millî birlik fikri uyandırılmalı ve terakki meyli harekete geçirilmelidir.

Nursî’ye göre altı yüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı yücelten Türkler, istibdada gösterdikleri şiddetli itaat ve milli adetlerini terk ettikleri için ihtiyarlamıştır. Kürdler bu durumda kuvvet ve cesaretlerini şanlı pederleri olan Türklerin hizmetine vermelidir. Buna karşılık olarak Türklerin akıl ve bilgisinden devlet tecrübesinden istifade edeceklerdir.

Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz bir iyi insan oluruz” diyen Nursi, Kürdlerin eğitimi için yararlanılabilecek yöntemleri şöyle sıralar:

Hamidiye alaylarında olduğu gibi askerlik yoluyla eğitmek.

Mektepleri medrese adıyla açıp din ilimleri ile birlikte modern ilimleri okutmak

Aşiretlerin üç muhtelif noktasında açılacak üç ayrı Daru’l-ulum’da bu medreselerde ders verecek Kürd hocaları yetiştirmek. Zekatı eğitime yönlendirerek kaynak oluşturmak41.

Onuncu Madde:Avrupa medeniyeti ile barışı sağlamak.

Felsefe fenleri ile dinî ilimlerin birbiriyle barışması sağlanmalıdır. Böylece Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakikatlarıyla tanışacaktır. Nursî, "Amma ecnebilere düşman nazarıyla değil, belki saadetimizi ve İslamiyet’in yüceltilmesine bu zamanda vasıta olan terakki ve medeniyete bizi teşvik ve icbar ettiklerinden dost ve hadim nazarıyla bakacağız...” derken dünya barışı sağlanmadan tek yönlü bir kalkınmanın mümkün olmayacağını, ulusal düzeyde hiç bir problemin çözülemeyeceğini, bütün problemlerin bölge ve dünya ile birlikte çözülebileceğini çağını aşan bir bilinçle kavramış görünmektedir.42

Siyaset ve tarih ikiz olarak dünyaya gelmiştir. Güçlü devletler tarihin yol göstericiliğinden yararlanırken, geri kalmış ülkeler liderlerinin güvenliği için yeni bir tarih üretirler. Tarihi açıdan bakıldığında aşağıdaki noktaları görmek mükündür.

Tarihin bin yıllık serüvenini birlikte yaşayan Kürtlerle Türkler son Türk devletini de birlikte kurmuşlar, birlikte savaşmışlar, birlikle şehit olmuşlardır. İnsanın bir devlete mensubiyetini hissetmesi ve bu benim devletim diyebilmesi için orada inançlarının, namusunun, dilinin, malının ve etnik kimliğinin her türlü tehlikeden korunmuş olması gereklidir.

Fransız ihtilalinin bir hediyesi olan ırkçılık ve inkarcı felsefeden milletçe tövbe edilmelidir. Son iki yüzyıldır yazılan bütün eserlerde ve ileri sürülen fikirlerde bu iki hastalığın etkileri vardır. O yüzden sosyal problemlerimizin çözümü için bu toprağa, yaşadığımız tarihe ve üzerinde yaşayan halklara uygun sağlıklı düşünceler geliştirecek güçlü beyinlere ihtiyaç vardır.

Mesele sadece isim meselesi değildir. Kürt ismi ortadan kaldırılmış olsa yaşanılan sosyo ekonomik sorunlar sona erdirilmiş olmaz. Bir şeyin varlığını inkar etmek sorunun çözümü için yeterli değildir. Kürtler ve onların sosyo ekonomik ihtiyaçları her türlü endişeden uzak bir şekilde karşılanmalıdır.

Her hangi bir bölgeye mahsus özerk bir iyileştirme yapılamaz. Ülkenin tamamında hukukun üstünlüğü, tam demokrasi ve insan hakları gerçek manada sağlanmalıdır. Bu haklar Türk milletinin layık olduğu ve bu tarihe kadar gasp edilmiş haklarıdır. Zira tarihte devleti için -bütün unsurları temsil eden- Türk milleti kadar büyük fedakarlıklar yapan başka bir millet tasavvur edilemez. Ne yazık ki devleti yönetenlerin tutucu yaklaşımları yüzünden, dünkü ıslahat çalışmaları Avrupa devletlerinin zoruyla yapıldığı gibi bu günkü anayasal hakların verilmesi de Avrupa birliğinin baskılarıyla yapılmaktadır. Bu son derece aşağılayıcı bir manzaradır.

Önemli ıslahatlar ancak devlet güçlüyken yapılabilir. Yoksa devletin gücünü kaybettiği bir ortamda ıslahat yapmak bir intihardır. Böyle bir durumda gerek yabancı güçler gerekse ayrılıkçı hareketler devletin hareket alanını sınırlar. Osmanlı’nın son dönemde yapılan ıslahat çalışmalarından hiç bir müspet neticenin alınamaması bu hükmün doğruluğunu ispat eder.

Tarihi açıdan bakıldığında İslam medeniyetini bir araya getiren unsurların ayrı devletçikler halinde bölünmesi, halkların bilinçli bir tercihinden kaynaklanmamıştır. Aksine sömürgeci Avrupa güçlerinin İslam mülkünü sorunlu parçacıklar halinde bölüp, birbiriyle kavgalı hale getirerek, uluslar arası alanda kendilerine rakip olmaktan çıkarma siyaseti sonucunda bu hale gelmişlerdir. Yapılacak iş yeniden bölünmek değil bilhassa yapay ayrılıkları saf dışı bırakarak küresel bir güç olmanın yolları aranmalıdır.

Aşiret alayları ve Aşiret mektepleri tecrübesi bizlere OHAL bölgesi ve koruculuk sistemi gibi uygulamalarda dikkatli olunması gerektiğini hatırlatmaktadır. OHAL uygulamaları bölgesel bölünme riskini artırabileceği gibi koruculuk sistemi de aşiretler arasındaki düşmanlığı canlandırabilir. Bunun için gerekli önlemler alınmalıdır.

Ulusalcıların İslam aleminin hayat damarı olan dini değerlere karşı geliştirdikleri inkarcı söyleme, rejim tarafından sahip çıkılması bu gün ve gelecekte ülkenin varlık krizine yol açabilecek en ciddi tehlikedir.

Yine tarihi tecrübeye dayanarak söylenebilir ki tarih boyunca Kürtlerin tek bir liderlik etrafında birleşmemelerinin bir sebebi onurlarına fevkalade düşkün olmalarıdır. Bu derece onur düşkünü bir kavme zorla hiç bir hareketin yaptırılamayacağı açıktır. Bunun yerinde bölgede yapılacak entegrasyon çalışmalarında toplumsal yapıda güçlü bir yeri bulunan dinî liderlerden yararlanma yoluna gidilmelidir.

Batı aklı çizmek için üç yy. savaştığı sınırları kendi ürettiği ırkçılık canavarını zaptedebilmek için gözden çıkarmış durumdadır. Tarihten düşmanlık üretmek gerekli olsaydı Alman, Fransız ve İngilizleri bir bayrak altında değil aynı dünya üzerinde birlikte görmek mümkün olmazdı. Avrupa birliğini yücelten anlayışın aynı şeyi İslam dünyası için tehlikeli sayması iyi niyet eseri değildir. Kaderin hükmü dünya başladığı yere geri dönecektir. Küreselleşme denilen olay insanlığın Adem atanın (as.) yaşadığı günlere geri dönüş yolculuğunun başlaması demektir. Mahalledeki kavgaları bir an önce bitirip insanlık kervanından geri kalmamak için harekete geçme zamanı gelmiştir.

Bir soru ile tebliğimi bitiriyorum ABD’nin hangi ırktan olduğunu hatırlayanınız var mı?

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğg.

ASDER Gnl. Bşk.

Panel Yöneticisi

Teşekkür ederiz Ramazan Hocam,

Titiz araştımanızı bizimle paylaştınız. Çok yararlandık.

Takdiminizde altını çizebileceğimiz esaslar;

·         Kürtler bir kavimdir

·         Yavuz Döneminde, İslâm Alimi İdris-i Bitlisi ile Osmanlı Mebusan Meclisi'nin 26 Şubat (1920) günlü bileşimine Erzincan, Bayezid, Erzurum, Diyarbakır, Siverek, Mardin, Adıyaman, Van, Hakkari ve Hasankale'den gelen bağlılık mesajlarına, sebep olan İslâm inancı,

·         Yavuz, Kanunî ve Abdülhamid Hanın yönetimdeki hoşgörülerinin, birleştirici etkisi, bu günkü çözüm arayışlarına ışık tutması açısından önemli olsa gerektir.

Ramazan Hocama tekrar teşekkür ediyorum.

2.      İKİNCİ KONUMUZ;

CUMHURİYET DÖNEMİNDE KÜRT MESELESİ, KÜRT İSYANLARI, BÖLÜCÜ HAREKETLER, PKK VE DIŞ GÜÇLER

Konuşmacımız : E. Tuğg. Korkmaz Tağma;

Korkmaz Paşam, bu konuda, Ülkemizdeki otorotilerdendir.

Terörün azgın döneminde, terörle mücadelede aktif görev almıştır.

24 Ekim:10 Kasım 1992 tarihleri arasında, Kuzey Irak'ta “Pirbela, Avlehe, Manin ve Kashan” Kamplarına yapılan Sınır ötesi harekatta, harekâtı icra eden Tugayın Komutanı idi.

16 Ay, Bitlis İl Güvenlik Komutanlığı yaptı. Bu süre içinde, insana, bölge halkına ve manevi değerlere verdiği önemle, genelden farklı uygulamalara imza atmıştır.

Bunlardan başka, emekli olduktan sonra; yazdığı eserlerle de bu konuda söz sahibi olmuştur.

Yeniden Yapılanma” ve “Yeniden Yapılanmada Siyasi Sistemler ve Yönetim Modelleri” kitapları, Türkiye'de yapılması düşünülen “İdare Reformuna” da ışık tutacak değerdedir.

Ayrıca; “Etnik Kürt Milliyetçiliğine Dayalı Terörizmin Nedenleri ve Çözüm Önerileri” kitabı ile de bu günkü konumuz bütün ayrıntıları ile incelemiştir.

Korkmaz Paşam bu konuda saatlerce konuşabilir.

Ama biz, meselenin sorun haline geldiği dönemdeki incelemeleri özet olarak bizimle paylaşmasını istiyoruz.

Evet Korkmaz Paşam;

Osmanlı Devlet Hayatında Kürtlerle sorunsuz geçen iki dönem vardır. Birisi Tanzimat öncesi dönem, ikincisi de 1890:1922 dönemidir. Birinci dönemde Yavuz Sultan Selimin ve arkasından Kanuni Sultan Süleyman'ın Kürtlere tanıdığı özel statü; ikinci dönemde ise, Sultan Abdülhamid'in Hamidiye Alayları vasıtası ile Kürtlere tanıdığı ayrıcalık, Türklerle Kürtlerin kardeşçe ve huzur için yaşamasına imkan sağlamıştır.

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, kurulduğu günden bugüne kadar değişmeyen, devamlı gündemde olan, hayati, nesillerin iliklerine kadar işlemiş iki önemli iç meselesi olmuştur.

Bu İRTİCA ve BÖLÜCÜLÜK'tür. 28 Şubat ile başlayan “Post Modern Darbe” döneminde de, bu iki mesele birinci öncelikli iç tehdit olarak değerlendirilmiştir.

Bu iki mesele, irtica ve bölücülük, Cumhuriyet tarihi boyunca Devletin Milletle boğuşmasına sebep olmuştur.

Osmanlı Devlet Çatısı altında, 400 yıl barış içinde yaşayan bu iki kardeş kavim, Cumhuriyet Döneminde ne olmuş da bugün bu hale gelmiş? Konumuz:

Cumhuriyet Döneminde Kürt Meselesi, Kürt İsyanları, Bölücü Kürt Harekerleri, PKK ve Dış Güçler” dir. Konuşmanızda, soruna çözüm olabilecek yönetim modelinden de bahsedebilirseniz. İstifade ederiz.

Söz sizin Korkmaz Paşam.

CUMHURİYET DÖNEMİ KÜRT MESELESİ, KÜRT İSYANLARI, BÖLÜCÜ HAREKETLER VE PKK, DIŞ GÜÇLERİN İSTİSMARI,

Korkmaz TAĞMA

Emekli Tuğgeneral

Cumhuriyet Döneminde Kürt Meselesi,

Atatürk’ün Kürt Meselesi Hakkında Görüş ve Düşünceleri

TC’nin kurucu kadrosunun lideri Atatürk, Kürt meselesinin coğrafî çıkmazda olduğunu şu ifadelerle vurgulamıştır: ”Başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok, Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise, onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin, hem Kürtlerin yetkili meclislerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”

Atatürk’ün söz konusu ettiği yönetim yapısı; siyasî özerkliği öngören federatif bir yapılanmayı değil, idarî ve malî özerkliği amaçlayan demokratik bir teşkilâtlanmayı amaçlamıştır. Nitekim Atatürk’ün sözünü ettiği özerklik 1921 Anayasasında şöyle ifade edilmiştir: “İl yönetimi, yerel işlerde manevî kişilik sahibidir ve özerktir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adlî ve askerî işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, hükümetin önerisi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince evkaf, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek il kurullarının yetkisindedir.”

Bu görev taksimatını Atatürk, 1929 yılında, aslî ve tali görevler diye iki bölümde özetle şöyle izah etmiştir: “Dış ilişkiler, savunma, adalet ve güvenlik” devletin aslî görevlerini oluşturduğunu, zira bu görevlerden herhangi birinin kişilere veya gruplara bırakılması halinde anarşi ve kargaşa oluşacağını vurgulamıştır. Bu görevlerin dışında kalan ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve teknolojik faaliyetlerin devletin tali görevleri olarak bireylere, şirketlere ve sivil toplumlara bırakılmasını öngörmüştür. Zira demokrasiye dayalı bir devletin, bir sosyal yardım veyahut bir ekonomik teşkilât sistemi olmadığını açıklamıştır.

Tek parti Döneminde Kürt Meselesi

Tek partili döneminin kilit kadrolarına hâkim olan ittihat terakkinin bakiyeleri, memur koltuğuna oturunca, milliyetçilik gibi, üniter devlet yapısını da çarpıtmış, üniter devlet yerine homojen toplum oluşturmayı amaçlamıştır. Bu bakımdan, demokratik sistem ve yatay yönetim yapısı yerine, karma sistem ve bürokratik yönetim yapısını ve ulus-devlet yerine devlet-ulus, anlayışını ısrarla sürdürmüştür. Nitekim önce devlet kurulmuş, sonra mevcut toplumdan devletin ulusu oluşturulmaya çalışılmış, bireyler, toplumun ve devletin bir aracı konumuna indirgenmiştir. Sonuçta, bürokratlar hem devleti, hem partiyi, hem de toplumu yönlendirecek şekilde yönetime ve ulusal güçlerin tamamına hâkim olmuştur. Böylece, devletin sahipliliğini üstlenen üst düzey bürokratlar, toplumun elit tabakasını oluşturmuş ve halkı yönetimden, denetimden ve karar verme sürecinden dışlamıştır. Dolayısıyla devletin ulusu için; homojenliği esas alan ideolojiyi resmileştirmiş ve halkın kâinat felsefî yerine, pozitivizmi ve rasyonalizmi öngören işal felsefî öğretileri topluma dayatmaya başlamıştır.

Sözde akılcılığı ve bilimselciliği benimseyen tek partinin elitleri, ne akla, ne bilime ne de eleştiriye dayalı düşünceye rağbet etmiş, sadece homojen bir toplum oluşturmak için tek tip insan yetiştirmeye çalışmıştır. Nitekim yabancı ülkeler, Kürt enstitüleri kurmuşken, dönemin elitleri, yurt içinde Kürtlerle ilgili tüm tarihî ve sosyolojik araştırmaları önlemiş, Kürtçenin konuşulmasını ve öğretilmesini yasaklamış, Kürtçeden başka dil bilmeyen Kürtlere konuştuğu her Kürtçe kelime için beş kuruş para cezasının kesilmesini öngörmüştür. 1930’lu yıllarda bir koyun 50 kuruşa satılırken beşer kelimelik iki cümleyle meramını anlatmaya çalışan bir Kürt, bir koyun değerine eşit para cezası ödemek zorunda bırakılmıştır.

1932 yılında toplanan ilk Türk Tarih Kongresinde, yönetime hâkim olan elit bürokratlar, Türklerin üstün Avrupaî ırkların atası olduğu yönünde sundukları tebliğlerde, Türklerin kökeni 12 bin, hatta 20 bin yıl geri götürülerek neolitik çağda bir üstün ırk oluşturma hayali kurgulanmıştır. Bu tebliğlerin bilimselliğini eleştiren tarihçiler ise, MEB’ lığınca susturulmuştur. Buna karşın kongre sonucunda Atatürk, “Bir haftadan beri huzurunuzda söz söyleyen arkadaşlarımız ispat ettiler ki, Avrupalıların hükmetmek amacını gözeterek ortaya attıkları ırk kurumlarının bilimsel bir kıymeti yoktur. Biz, bütün dünyada yaşayan insanları, Avrupalılar gibi ve onlar derecesinde hukuka sahip Âdem evlatları sayıyoruz” diyerek ırkçılığı ve üstün ırk olma iddialarını reddetmiştir.

Ancak 1930’larda Avrupa’da hüküm süren ırkçılık rüzgârları, tek parti döneminde toplumsal hayata yansıtılmış, ders kitaplarına sokulmuş, kamuya alınacak personel ilânlarına yansıtılmış, eğitim ve yaş gibi objektif kıstasların yanında öz Türk olma şartı da aranmış, dolayısıyla Türk vatandaşı olmanın ötesinde kişinin Türk soyundan gelmesi zorunlu görülmüştür. Hukukî ve siyasî ölçütlerin yanında, “Türk yurdu üzerinde yaşayan, Türk diliyle konuşan ve Türk kanını taşıyan insanların birliğine Türk Milleti denir” gibi, kan bağını öngören tanımlar yapılmıştır. Ulus devlet adına toplumu Türkleştirmeyi amaçlayan bir milletvekili de, “Bu memlekette her şerefin ve nimetin Türkçe ve kendisini Türk hissederek, Türkçülükten başka hiçbir kavmiyete bağlılık göstermeyenlere has olduğunun tam bir şuurla nakşedilmesi!” Diye açıklamalarda bulunmuştur.

Dönemin Adalet Bakanı ise, İslamiyet’in “ibadetlere, maneviyata ilişkin kısımları bir tarafa konulmak şartıyla, Arap zihniyetinden, Arap medeniyetinden başka bir şey ifade etmediğini” ifade etmiştir. Mensup olduğu partinin de bugüne kadar yaptıklarıyla, esasen efendi olan Türk milletine mevkiini iade ettiğini ve bu memleketin efendisinin Türk olduğunu, öz Türk olmayanların Türk vatanındaki hakkının sadece hizmetçi ve köle olduğunu vurgulamıştır. Evrim teorisinden esinlenen dönemin Dışişleri Bakanı da özetle, Kürtlerin kültürel düzeylerinin düşük, zihniyetlerinin geri olduğunu, dolayısıyla Türk ulusal yapısı içinde barınamayacaklarını, Türklerle giriştikleri mücadeleyi kaybedeceklerini, çoğunun İran veya Irak’a göçebileceklerini, kalanların ise, yaşam mücadelesinde zayıf oldukları için yok olma sürecine gireceğini ifade etmiştir. Millî Şef döneminin Başbakanı da, TBMM’de yaptığı ilk konuşmada; “Biz Türk’üz. Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız, Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir” diyerek milliyetçiliği, Türkçülük ve Türkleştirme olarak algılamış ve topluma dayatmıştır.

Etnik Türk milliyetçiliğinin mimarlarından, Nihal Atsız (1905-1975) ise, yazdığı yazı ve şiirlerle Türklüğü ırkî yönden yorumlamış, İslamiyet’e her zaman soğuk bakmış ve Şamanizm’i övmüştür. İslâmiyet’in Türklere milliyet kavramını unutturduğunu öne sürmüş, İslâm kardeşliğini savunmanın millet hainliği olduğunu vurgulamıştır. Türk Irkını, Türk Milleti diye tanımlayan Atsız, Nazi gençleri gibi Türk çocuklarının yetiştirilmesini ve baskı metotlarıyla içerdeki düşmanlar diye nitelediği diğer ırkların gözlerinin gördüğü, gönüllerinin istediği yerlere gönderilmesini savunmuştur.

Türk olmayanlara dostça el uzatmayan, barış ve dostluğu milletlerin afyonu diye niteleyen Atsız, vasiyetnamesinde özetle şunları ifade etmiştir. Türk olmayan, Rus’u, Çin’i, Yunan’ı ve Acemi tarihî düşman olarak nitelemiştir. Bulgar’ı, Alman’ı, İtalyan’ı, İngiliz’i, Fransız’ı, Japon’u, Afgan’ı ve Amerikalıyı yarınki düşman Arap’ı, Sırp’ı, Hırvat’ı, İspanyol’u, Portekiz’i, Rumen’i yeni düşman olarak görmüştür. Ermeni’yi, Kürt’ü, Çerkez’i, Abaza’yı, Boşnak’ı, Arnavut’u, Pomak’ı, Laz’ı, Gürcü’yü, Çeçen’i içerdeki düşman, Yahudi’yi ise, bütün milletlerin düşmanı diye saymıştır.

Çok Partili Dönemde Kürt Meselesi

27 Mayıs ihtilâlı ile birlikte Vatandaş Türkçe konuş... Kürt yoktur, herkes Türk’tür gibi, tek parti döneminin sloganları tekrar sahneye konmuş, ihtilâlın başa getirdiği Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, “Tarihin hiçbir devrinde, Doğu illerimizde bugünkü sakinlerini tortu olarak bırakacak yabancı bir göç vaki olmamıştır. Dünya üzerinde ‘Kürt’ diye adlandırılabilecek müstakil hüviyetli bir ırk yoktur” demiştir. Posta Gazetesinde bu resmî görüş şöyle dile getirilmiştir. “Türkiye’de ulusal bilinci olsun veya olmasın, göçebe ya da yerleşik hiçbir Kürt azınlığı olmamıştır.”

Bu dönemde, MHP lideri de, Kürtçenin suni bir dil olduğunu, Kürtler ayrı bir soy ve ayrı bir millet olsaydı, Türk’ü temsil ve idare edecek kademelere gelmemesi için mücadele edeceklerini belirtmiştir. Hâlbuki bu insanların da su katılmadık Türk olduğunu ve her Türk gibi, kaymakam, vali, hatta cumhurbaşkanı olma haklarının bulunduğunu ifade etmiştir. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ise, Türk olmayan gidebilir, demiştir.

1924’te, Ziya Gökalp’ın ölümünden birkaç yıl sonra “Kürt” kelimesi hafızalardan silinmeye çalışılmış, Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr ederek Türkçenin bir lehçesi sayılmış ve Kürt meselesi, 60 yıl halktan saklanmıştır. Bu resmi ideolojinin aksini ileri sürenler, vatan hainliği ile suçlanmış ve eski bakanlardan Şerafettin Elçi Türkiye’de Kürtler vardır. Ben Kürdüm dediği için 1981 yılında 15 ay ağır hapis cezasına çaptırılmıştır. 1990 yılına kadar Türk milletini aldatan, binlerce insanının canına sebep olan, milyarlarca dolarını heba eden, kendi otoriteleri için toplumda birbiriyle çatışan zıt kutuplar oluşturan ve demokrasiye geçişi engelleyen yöneticiler, geçte olsa Kürt varlığının realite olduğu resmen kabul etmiştir. Nitekim 9. Cumhurbaşkanı Demirel, Mart 1992’de başbakan sıfatıyla, Diyarbakır’da halka hitap ederken “Kürt realitesini tanıyoruz” demiştir.

2002’de iş başına gelen siyasî iktidar da, AB sürecinin öngördüğü demokratikleşme paketi içerisinde, Kürtçe eğitim ve yayınları önündeki engeller kaldırarak, TRT’de Kürtçe yayın yaptırarak kültürel özgürlükleri kısmen hayata geçirmiştir. Ağustos 2005’te Başbakan Erdoğan’da Diyarbakır’da Kürt sorununun varlığından bahsetmiş ve “Geçmiş hataları yok saymak, büyük devletlere yakışmaz; büyük devlet günahlarını masaya yatırarak geleceğe yürür; geçmiş davalarla geleceği ipoteğe almamak lazım” demiştir. Aynı yıl, MHP lideri Bahçeli’de kan bağının ve soy birliğinin değil, vatandaşlık bağının esas olduğunu, Türk vatandaşlarını Türk milletine bağlayan bağın sadece ve sadece hukukî bir bağ olan vatandaşlık olduğunu vurgulayarak etnik ayrımcılığı eleştirmiştir.

Cumhuriyet Döneminde Kürt

İsyanları

Tek Parti Döneminde Kürt İsyanları

Lozan görüşmelerinde, Kürtlerin azınlık olduğunu ısrar eden Avrupa ülkelerine karşı Türk heyetinin başkanı İsmet İnönü; Türklerle Kürtlerin, Türkiye Cumhuriyetinin ana unsurları olduğunu, Kürtlerin bir azınlık değil, bir millet olduğunu, Ankara Hükümetinin, hem Türklerin, hem de Kürtlerin hükümeti olduğunu vurgulamıştır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, Türk kavramı hukuki anlamda T.C. vatandaşı olarak tanımlanmıştır. Ancak Türk kavramı, soy, ırk gibi tanımlanmaya başlayınca ve Kürtçüler de, kendi açılarından Türkçülerin yolunu izlemeye başlamıştır.

Millî Mücadele esnasında Ankara Hükümetine karşı başlatılan 23 isyanın, sadece dördü Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgede çıkmış ve üçüne bazı Kürt aşiretleri katılmıştır. Buna karşın 1924-1938 yılları arasında çıkan 18 isyanın 16’sına Kürt aşiretleri katılmıştır. Şeyh Sait, Ağrı, Dağlıca ve Tunceli ayaklanmaları, bugünün terör olaylarının perde arkasını da yansıtması açısından sadece bu isyanlardan bahsedilmiştir.

Şeyh Sait (13 Şubat-31 Mayıs 1925)Ayaklanması

Bu 16 isyanlardan Şeyh Sait isyanı Cumhuriyet döneminin ilk Kürtçü ayaklanmasını teşkil etmiş ve Musul meselesi nedeniyle İngilizler tarafından desteklenmiştir. Şeyh Sait isyanı, söylendiği gibi, 1920’de çıkan Koçgiri ayaklanması gibi “Hilafet ve Saltanat” geri getirmeyi amaçlayan bir irticai eylem olmamıştır. Nitekim 28 Haziran 1925’te yargılama esnasında mahkeme başkanı ”Kiminiz hükümet otoritesinin kötü yönetimini, kiminizde halifeciliğin savunuculuğunu isyan için bahane ettiniz, fakat tümünüz bağımsız bir Kürdistan yaratmak sorunun da birleştiniz” demiştir. Dönemin Başbakanı Feşi Okyar ise, Şeyh Sait isyanı ile ilgili olarak mecliste yaptığı açıklamada “Olay padişahlığı, hilafeti ve Abdülmecit’in oğullarından birinin saltanatını sağlamak gibi, gerici bir propaganda altında Kürtçülüktür. Genel durum budur,” diye ifade etmiştir.

Şeyh Sait isyanı, tek partinin yönetici kadrosunda, bölünme ve rejim tehlikesine yönelik korku ve kuşku uyandırmıştır. Nitekim 4 Mart 1925 de yürürlüğe sokulan ve dört yıl uygulanan “Takriri Sükûn Kanunu” bütün Türkiye’yi kapsayacak şekilde genişletilmiş, rejim muhalifleri olarak tutuklananlar İstiklâl mahkemelerinde yargılanmıştır. Bu yasa ile birlikte, kimlik politikası başlatılmış, Kürtçe ve Kürt kültürüne ait her türlü simge ve ifadeler yasaklanmış ve Kürtlerin aslında Türk olduğu iddiasıyla Türkleştirme projesi yürürlüğe konmuştur. Bu politika, sadece Kürtçülüğü içten içe körüklemiş aynı zamanda Millî Mücadeleyi kazanan ve Cumhuriyeti kuran kadro içinde bölünmelere yol açmış ve isyanın muhalefetin varlığından cesaret alınarak başlatıldığı öne sürülerek Terakki-Perver Cumhuriyet Partisi kapatılmıştır.

Şeyh Sait isyanından sonra bölgede birbirini takip eden isyanlar, tamamen etnik bir kimliğe bürünmüş, Millî Mücadeledeki işbirliği bozulmuş ve II. Dünya Harbine kadar, bölgede ayaklanma ol-mayan tek bir yıl geçmemiştir. Bölgede yaşayan 715 aşiret, grup ve kabileden, sadece 51’ının bu ayaklanmalara iştirak ettiği, 664 aşiretin ise hükümetin yanında yer aldığı görülmüştür. Bölgede yaşayan aşiret, grup veya kabilelerin sadece %7,1’ı etnik milliyetçiliğe alet edilebilmiştir.

Çeşitli çıkarlar uğruna tahrik edilerek kanları akıtılan bu insanların çoğu masum ve garip olup, sadece ağaların beylerin, reislerin, şeyhlerin ve seyitlerin sözlerine kanmıştır. Maalesef etnik Türk ve Kürt milliyetçileri, Türklerle Kürtler arasında kardeşlik duygusu yaratan İslâmiyet’i kendi ideolojileri için engel görmüştür. Bölücülüğün sarıklı yobazlardan geldiğini haykıran tek parti ideologları ise “Kürt milliyetçilerinin İslamiyet’le yollarını ayırdıklarının, hatta İslamiyet’i ideolojileri önünde bir engel olarak gördüklerinin” farkına dahi varamamıştır.

Bu isyanı bastıran Kazım Karabekir Paşa, 1922’de Kürt meselesinin çözümü için sunduğu raporda özetle, çocukların yatılı devlet okullarında okutulmasını, bölgedeki şeyhlerin, Seyitlerin ve imamların dini eğitimden geçirilmesini önermiştir. Ayrıca, halkın din eğitimine önem verilmesini, dinini bilen aydın kişilerin bölgede görevlendirilerek halkla kaynaşmasını ve örnek olmasını, aşiretlerin küçük gruplara ayrılmasını ve her birinin üretime katkıda bulunacak şekilde yol ve tarım işlerinde istihdam edilmesini teklif etmiştir.

Ağrı (16 Mayıs 1926, 14 Eylül 1930) İsyanları

Söylevlerine Kürt ulusu ve ey Kürtler diye başlayan etnik Kürt milliyetçileri, Kürtlerin kahramanlıklarına ve asaletlerine atıf yapan Ağrı isyanının lideri Yzb. İhsan Nuri, Adalet Bakanının “Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmaktır, köle olmaktır” sözlerini, istismar etmeyi becermiş ve dört yıl içinde üç Ağrı isyanı vuku bulmasına sebep olmuştur. Bu isyanı Musul meselesi nedeniyle İngilizlerin organize etmesi, isyana katılanlar arasında, bugün PKK saflarında olduğu gibi Ermeni çetelerinin ve liderlerinin de bulunması açısından önemli görülmüştür.

1930’da İngiltere Büyükelçisi İstanbul’dan Londra’ya gönderdiği raporunda Kürt isyanını şöyle değerlendirmiştir: “Kış yaklaşıyor. Bu dağlık bölgede uzunca bir süre sükûnet beklenebilir. Ama Kürt milliyetçiliği ve isyanı muhtemelen yeniden patlak verecektir. Ve eğer Türk hükümeti halen sürdürmekte olduğu, tamamıyla sertliğe dayalı politikasının yerine daha makul bir politika koymadığı takdirde Kürtleri Türkleştirme politikasının uygulanması öyle kolay olmayacaktır. Bugün olmuş gibi görünen baş eğmeleri de tam gerçekleşmeyecektir.

Dağlıca/Oramar (16 Temmuz-10 Ekim 1930) Ayaklanması

Ağrı’daki operasyona katılan Türk birliklerinin Irak hududuna kaydırılması için K. Irak’ta bulunan Şeyh Barzani tarafından bu isyanın çıkarılması ve yönetilmesi, bu bölgenin de İngiliz mandası altında bulunması, PKK’nın da 1990’lı ve 2000’li yıllardaki eylemlerini hatırlatması açısından önemli görülmüştür.

Tunceli /Dersim (1937-1938) Ayaklanması

Şeyh Sait İsyanından sonra, Tunceli’de incelemelerde bulunmak için görevlendirilen mülkiye müfettişi Hamdi Bey, raporun da özetle, bölgenin yönetim yapısı değiştirilmedikçe, kişiler bireyleşmedikçe, alınacak sosyal, kültürel ve ekonomik tedbirlerin çözüm getirmeyeceğini ikaz etmiştir. Nitekim dört yüz yıldan beri Tunceli’ye hükümet nüfuzu girememiş ve arzu edilen otorite sağlanamamış, 1876’dan beri 11 askerî operasyon yapılmış, ancak asayiş ve emniyet tesis edilememiştir. Tunceli ilinin bugün de PKK’nın eylem alanını oluşturması, Hamdi Beyin verdiği raporun hâlâ geçerli olması nedeniyle önemli görülmüştür.

Çok Partili Dönemde Terör Faaliyetleri

Çok partili demokratik sistemin getirdiği bazı yeniliklerle birlikte batıya taşınan bir kısım Kürtler, siyasî, ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan toplumla bütünleşmeye çalışmış, bir kısım Kürt aydını ise, örgütsel ve ideolojik faaliyetlerine devam etmiştir. Geçmişin tek partisi ise, yapmış olduğu hatalar nedeniyle, 1954 seçimlerinde bölgedeki 40 milletvekilliğin sadece 6’sini kazanabilmiş, 2007 seçimlerinde ise tamamen silinmiştir.

Çok partili dönemde Marksist-Leninist fikirler, Kürtçülüğün gelişmesine zemin hazırlamış ve 1958’de illegal Kürt İstiklâl Partisi kurulmuş ve Kuzey Irak’ta Kürt lideri Barzani’nin paralelinde örgütsel ve ideolojik faaliyetler sürdürülmüştür. Solcu Kürt entelektüellerin kurduğu derneklerin propagandası sonucunda, Güneydoğudaki il ve ilçelerde binlerce solcu ve etnik Kürt milliyetçisi sloganlarla yürümüş ve 1965’de ise, yasa dışı Marksist-Leninist ideolojiye bağlı Türkiye Kürdistan Demokratik Partisi, kurulmuştur. “T-KDP,” etnik temelli federasyon kurulmasını hedefleyen bu örgüt 1968’e çökertilmiştir.

1967’de Türkiye İşçi Partisinin başlatmış olduğu Doğu Mitinglerinin hemen akabinde Kürtçülüğe ve Marksist-Leninist ideolojiye bağlı Devrimci Doğu Kültür Dernekleri/DDKD kurulmuştur.43 Ağalığa, şeyliğe, seyitliğe ve aşiretçiliğe devrimci bir politika ile karşı çıkmayı amaçlayan örgüt, Nihal Atsızın 1967’de Ötüken’de çıkan ve Kürtleri aşağılayan yazısını Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde dağıtarak bölge halkını tahrik etmeye başlamıştır. Nihal Atsızın karşıtı olan etnik Kürt milliyetçisi Musa Aydın hazırladığı Kürt’ün el Kitabında, Kürt tarihini Hz. Nuh ile başlatmış, Kürdün Kürtlükle birleşmesinin Kürtçülüğü bilinçlendireceğini ifade etmiştir. DDKD, bağımsız Kürt Devleti kurma hedefini gerçekleştirmek için öncelikle eğitim kadrolarını, bölgedeki mahallî idarelerin kültür derneklerini ele geçirmeyi, yeterli ve bilinçli eğitilmiş Kürtçü yetiştirmeyi amaçlamıştır.

Etnik Kürt Milliyetçileri, Kürtçülüğün ve Marksist-Leninist ideolojinin karşısında en büyük engelin İslamiyet olduğunu, Kürtlerin, İslamiyet’i kabul etmekle tarihteki en büyük hatayı işlemiş olduğu açıklamıştır. Buna karşın Zerdüştlüğün, Kürt kimliğini koruduğunu ve Kürtleri birleştirdiğini vurgulamış, İslamiyet’in ise, Kürtlerde ulusal bilinci yok ederek Arap ve Türk kültürüne mahkûm ettiğini savunmuştur. Kuran öğretmeni ve camide namaz kıldıran “molla” ile Hz. Peygamber’in soyundan gelen Seyitlerin, Kürtler üzerinde belirgin izler oluşturduğunu, Kürtlerin en büyük düşmanlarının Türklerin ve Arapların olduğunu, buna karşın Kürtlerle Yahudiler arasındaki ortak değerlerin çok daha fazla olduğunu ifade etmiştir.

Bölücü Hareketler ve PKK/Kürdistan İşçi Partisi

PKK Terör Örgütü

1974’te Ankara Demokratik Yurtsever Yüksek Öğretim Birliği, daha sonra aralarında Abdullah Öcalan’ın da yer aldığı bir grup üniversite öğrencisi, 1978’de PKK’yı, yani Kürdistan İşçi Partisini kurmuştur. 1970’lerdeki anarşi ve terör ortamında, şiddet yanlısı radikal solcu Türk örgütlerinden doğan ve çoğu asimle olmuş Kürt öğrencilerinin kurduğu PKK, 1978’e kadar kurulan etnik milliyetçi Kürt hareketleri arasında görülmemiş bir ideolojiyi benimsemiştir.

PKK’nın Amacı ve Hedefleri: PKK terör örgütü, Irak, Suriye ve İran’ın belirli kesimleri ile Kuzey Kürdistan olarak tanımladığı Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerini içine alacak şekilde, “Devrimci, Sosyalist ve Bağımsız Birleşik bir Kürt Devleti” kurmayı amaçlamıştır. Bu siyasî amaca ulaşmak için; her Kürt toplumunun bulunduğu ülkede; öncelikle siyasî özerkliği içeren bir yönetime kavuşmasını, daha sonra bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasını ve en sonunda da bu devletlerin bir araya gelerek Büyük Birleşik Kürdistan Devletinin teşkilini öngörmüştür. Bu maksatla; PKK, örgütlenme, yerleşme, eylem, iç savaş, bağımsız Bölgesel Kürt Devleti ve nihayet Bağımsız Büyük Birleşik Kürt Devleti, safhalarını içeren bir plânı uygulama safhasına koymuştur.

Örgüt; temelini Kürtçülüğe, çatısını Marksist–Leninist ideolojiye, taktiğini Maoculuğa, yani kırsalda teröre ve köylü ayaklanmasına dayandırmıştır. Örgütlenme bölgesi olarak seçtiği Güneydoğu Anadolu Bölgesinde, halkın ruhundan fışkıran ve Kuran öğretisine dayanan kâinat zihniyetini, söküp atmaya ve yerine Zerdüştlüğü benimsetmeye çalışmış ve özellikle Demirci Kawa efsanesine atfedilen direniş ve başkaldırı günü olarak Nevroz kutlamalarına büyük önem atfetmiştir.

12 Eylül 1980 Sonrasında PKK Terör Örgütü: 1980-1983 yılları arasında, yakalanan bölücü örgüt mensuplarından 689 kişi hüküm giymiş ve bunların da 565’i cezalarını çekerek tahliye edilmiş ve bir kısmı yurt dışına kaçmıştır. Yurt dışındaki kamplarda militanlara, askerî eğitimin yanı sıra, İslam düşmanlığı, Apo’yu ululaştırarak örgütün kütü haline getirmeyi ve kayıtsız şartsız itaat etmeyi amaçlayan dersler verilmiş ve Apo adına Almanya’da basılan “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” adlı kitapla yetiştirilmiştir.

PKK’nın Yan Kuruluşları

“1992 yılında Kuzey Irak harekâtından sonra, PKK terör örgütü, bölge halkının kanını dökerek yıldırmayı öngören Marksız-Leninist ideoloji ile bağımsız bir Kürt Devleti projesinin orta vadede gerçekleştiremeyeceğini anlamıştır. Örgüt, 10 yılı aşkın bir süreden beri yurt içinde ve yurt dışında yaptığı yanlışlıkları gidermek için, dini inkâr etmeyen sosyalist ideolojilere dayalı politikaları esas almaya çalışmıştır. Bu amaçla PKK, 1993 yılında üç tali örgüt oluşturarak sosyal ve kültürel tedbirler ön plana çıkarmıştır.

Kürdistan İslâm’ı Hareketi adlı örgüt Ağustos 1994’te ilk toplantısını yapmış, İran’daki Şiilerin devrimci özelliklerinden istifade edilmesini, Alevilerin, örgütün amaçları doğrultusunda kullanılmasını benimsenmiştir. Örgüt, Türkiye, Suriye, Irak ve İran’daki örgüte yakınlık duyan din adamlarından da yararlanarak, Kürt İslam Devletinin kurulması için bölge halkının aydınlatılmasını, Atatürk’ün görüş ve düşüncelerine karşı olan kişi ve örgütlerle işbirliğinin yapılmasını, faaliyetlerinin desteklenmesini, dindar halkın örgütün amaçları doğrultusunda yönlendirilmesini hedeflemiştir. Maalesef, bu örgüt, üst düzey bürokratları İranlaşma fobisiyle etkileyerek PKK’nın tuzağına düşmüş ve tehdit önceliğini bölücülükten irticai faaliyetlere kaydırmayı başarmıştır.

Kürdistan Demokratik Partisi adlı örgüt, PKK’nın Türkiye’de küstürdüğü veya kanlı bıçaklı olduğu, seyitler, şeyhler, aşiretler, beyler, ağalar ile toplumda ileri gelen kişi, aile, kurum ve kuruluşlarla ilişkilerin geliştirilmesi, korucu sistemine son verdirilmesi, örgüte gelir getirici legal veya illegal faaliyetlerin yönlendirilmesi ve hassas yerlere bombalama eylemlerinin organize edilmesi ile görevlendirilmiştir.

Kürdistan Kurtuluş Partisi adlı örgüt, Kuzey Irak’ta PKK’nın küstürdüğü ve Ekim 1992 harekâtında kanlı bıçaklı olduğu, başta Talabani, Barzani ve aşiretleri olmak üzere K. Irak’taki aşiretlerle ilişkilerin düzeltilmesini, İran’daki Kürt aşiretlerle iyi ilişkilerin kurulmasını, K. Irak’ ta bağımsız bir Kürt Devletinin kurulmasının desteklenmesi ile görevlendirilmiştir.

PKK’nın Siyasî Uzantısı DTP

Örgütün siyasî uzantısını oluşturan bugünün DTP’ni, PKK var etmiş ve isim babalığını Öcalan yapmıştır. Kapatılan DEHAP yerine, Öcalan’ın direktifleriyle kurulan DTP’nin, PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirmesi, bu örgüt ile arasına mesafe koyması veya ilişkisini kesmesi, ya da bu örgütün hamiliğini yapmaktan vazgeçmesi mümkün görülmemiştir. DTP’nin PKK üzerinde herhangi bir etkisi olmadığı gibi, silahlı örgütün halk üzerindeki tesiri daha bu partiden daha fazla olmuştur.

Geçmişi, dili ve kimlik aidiyeti açısından kendisini Kürt olarak tanımlayan bir toplumun içinde, her toplumda olduğu gibi çeşitli kesimler var olagelmiştir. Bir yanda şiddete başvuran Marksist ve Leninist çizgide halkın değerlerine karşı olan bir terör örgütü ile bu terör örgütünün güdümünde bulunan bir siyasî parti ve terörizmden çıkar sağlayan yan kuruluş ve gruplar olmuştur. Diğer yanda da terör örgütüne karşı mücadele eden, değerlerine bağlı bir korucu kitlesi ile terörizmden büyük zarar gören geniş bir halk kitlesi yer almıştır. Bu bakımdan, Kürt toplumu tarihinde, ne tek parti dönemindeki isyancıların, ne çok parti döneminde bölücü örgütlerin, ne de bölücü örgütlerin gündemindeki siyasî parti veya grupların cirit attığı bir alana dönüşmüştür.

Nitekim Kürt halkının Sünnî, Şafi ve Nakşibendî olmasına karşın, Mecliste grup kuran DTP içinde namaz kılan, Ramazan orucunu tutan bir tek kişinin bulunmadığı, buna karşın temsil ettikleri seçmenin %70’inin oruç tuttuğu ve %65’inin de beş vakit namazını kıldığı, mitinge katılan kadınların çoğunun başörtülü olduğu görülmüştür. Örgütün ve siyasî kanadının din karşıtı zihniyeti ile Kürt halkının kâinat zihniyeti arasındaki fark, DTP’nin son seçimlerde umduğunu bulamamasının en önemli nedenini oluşturmuştur. Özellikle DPT’nin İslamiyet’e karşı duyduğu kin ve yürüttüğü olumsuz propaganda halkla aralarında uçurumun oluşmasına sebep olmuştur. Kürtlerin üzerinde ittifak etmediği DTP, Kürt toplumunun değil tamamını, çoğunluğunu dahi kucaklayamamıştır. Ancak akrabaları dağa giden, bedel ödeyen, köyünden göçen Kürtlerin bir bölümü DTP’ye oy vermeyi bir namus meselesi addetmiştir.

PKK ve Dış Güçler

Ermenistan ve PKK

Ermeni Anayasasının 12’nci maddesi, Ermenistan Cumhuriyeti, Osmanlı Türkiye’si tarafından 1915’te Batı Ermenistan’da işlenen soykırımın uluslar arası alanda kabul edilmesi için sürdürülecek çabaları destekleyecektir, hükmünü içermiştir. Anayasası, Ermenistan’ın nihaî amacını, hedefini, uygulayacağı politika ve stratejiyi açık ve net bir şekilde ortaya koymuştur. Genel hatları ile Gaziantep, Sivas ve Trabzon’un batısından geçen hattın doğusunu kapsayan bölge Büyük Ermenistan olarak adlandırılmış ve fizikî hedef olarak belirlenmiştir. Bunun için Ermenistan, 16 Mart 1921 tarihli Moskova ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars antlaşmalarını tanımamayı ve iptal etmeyi öngörmüştür.

Tek parti dönemindeki isyanlarda İngiltere’nin organizatörlüğünde Ermenilerle Kürtler arasındaki anlaşmazlıkları gideren Hoybun programı önemli rol oynamıştır. Bu programla Ermeni Daşnak teşkilâtı ile ilişkiler sıklaştırılmış ve 1927 yılındaki 2’ci Ağrı isyanına Yzb. İhsan Nuri’nin yanında Ermeni asıllı Zilan ve çeteleri faaliyet göstermiştir. 1960’lara gelindiğinde yurt dışında güçlenen Ermeni diasporası sözde Ermeni Soykırım iddialarıyla toprak ve tazminat elde etme amacıyla Türkiye aleyhinde faaliyete başlamıştır. Bu maksatla, başlangıçta şiddet olayları ile dünya kamuoyunun dikkatini çekmek için ASALA terör örgütünü kurmuş ve desteklemiştir.

6 Nisan 1980 tarihine gelindiğinde Lübnan’ın Sidon/Sayda kentinde, Hoybun programının benzeri PKK ile ASALA arasında imzalanmış, 15 Ağustos 1984’deki, Eruh ve Şemdinli eylemleri ile ASALA, rolünü PKK’ya resmen devretmiştir. Diğer bir tabirle, ASALA ete kemiğe burunmuş ve PKK diye, terör sahnesinde görülmüştür. Halen PKK içerisinde çok sayıda örgütün lider kadrosunda görev yapan Ermeni asıllı teröristlerin mevcudiyeti görülmüştür. Türkiye’ye karşı ASALA-PKK işbirliği ve ortak eylem kararı, Ermenilerin, Tanzimat döneminde Van bölgesinden Patriark Matteas’ı ve cemaatini Rusya’ya göç ettiren Kürtlerden ve Ermeni isyanlarını bastıran Hamidiye Alaylarında görev alan aşiret mensuplarından intikamını, bölge halkını katletmekle Kürt ile Türk’ü birbirine kırdırmakla sürdürmüştür.

İsrail, PKK ve PJAK

Lobi stratejisiyle ABD’nin kayıtsız şartsız desteğini sağlayan İsrail, kendi beka ve güvenliğine yönelik tehditleri, öncelik sırasına göre; Irak, İran ve Suriye olarak değerlendirmiş ve bu üç ülkeyi lobi stratejisiyle tecrit etmeye, diğer ülkeleri de tarafsızlığa ve suskunluğa zorlamıştır. Öncelikli tehdit olan Irak’ın nükleer reaktörünü havadan bombalamış, İran-Irak harbiyle her iki hasmının yıpranmasını sağlatmış, Irak’ın işgaliyle K. Irak’ta İran’la Suriye arasına müttefik bir Kürt yönetimi teşkil ettirmeyi ve aynı zamanda, Suriye’yi kontrol altında bulundurmayı, başarmıştır.

Bilhassa ikinci tehdit olarak algıladığı İran’ın pasifsize edilmesi ve Irak örneğinin bu ülkeye de yaşatılması için var gücüyle çaba sarf etmiştir. Bu maksatla, bu ülkedeki Kürtçülerin, eğitilmesi, donatılması, kullanılması ve desteklenmesi, kendi güvenliği açısından zorunlu görmüş ve bu alanda da önemli yol kat etmiştir. PJAK kanalıyla Güneybatı İran’da siyasî özerkliğe sahip bölgesel bir Kürt yönetiminin tampon bölge olarak oluşturulması için çalışırken İran’ı dünya kamuoyundan tecrit etme politikasını da başarıyla yürütmüştür. İsrail bu tutumuyla Birleşik ve Bağımsız Kürt Devleti amacını güden Kürtçülerin nihaî amacını bağdaştırmıştır. Bu nedenle, Kandil Dağında teröristlerin varlığı, ABD’den ziyade hem İsrail, hem de bölgesel Kürt yönetimi için, jeopolitik bilimi açısından önemli koz olarak görülmüştür.

Kuzey Irak ve PKK

 

Örgüt liderinin yakalanmasından sonra sözde ateş kes ilân edilmiş ve bu durum bazı kesimlerde terörün sona erdiği intibaını doğurmuştur. Hatta bazıları, AK Parti iktidarının sıfır terörle işbaşına geldiğini iddia edebilecek kadar safdilli olmuş, örgütün lider kadrosunu, bölge temsilcilerini ve siyasî kanadının varlığını göz ardı etmiştir. Körfez harekâtında Behdinan bölgesine yerleşen PKK, K. Irak bölgesel yönetimiyle kanlı bıçaklı iken, 2003’de Irak’ın işgal edilmesiyle Kandil Dağına yerleşen örgüt, PJAK ile koordineli hareket etme ve K. Irak bölgesel yönetimiyle işbirliği yapma imkânlarına kavuşmuş ve Bağımsız Birleşik bir Kürt Devleti fikrini canlandırmıştır.

Mart 2003 teskeresinin TBMM’de reddedilmesi, buna karşın K. Irak Kürtlerinin kayıtsız şartsız ABD’yi desteklemesi, kuzeyde sorun çıkarmaması, Amerikan askerlerini çiçekle karşılaması, keşif, emniyet, istihbarat, tercümanlık ve kılavuzluk hizmetlerinde yardımcı olması, Kürtleri bu ülkenin doğal müttefiki haline getirmiştir. Sünnîlerin ve Şiîlerin yaşadığı bölgede her gün 10’larca kişi, öldürülürken, yıkım ve zulüm devam ettirilirken K. Iraktaki Kürtler, bu savaş sayesinde, asırlardır arayıp da bulamadıkları imkânlara kavuşmuştur. İsrail ve ABD desteğini arkasına alan K. Irak bölgesel liderleri, önemli bir fırsat yakalamış ve Irak içinde belirleyici konuma ulaşmıştır. Bu durum başlangıçta Türkiye’ye kayıtsız şartsız destek veren ve 1992 harekâtında onlarca şehit veren K. Irak Bölgesel liderlerini cesaretlenmiş, Bağımsız, Birleşik bir Kürt Devleti kurmayı amaçlayan örgütleri, terörist ilân etmekten açıkça kaçınmış, tutum ve davranışlarıyla bu örgütlere sempati duyduğunu ifade etmiştir.

Varlığı tehdide ve düşmanlığa dayalı bürokratik yönetimin elit bürokratları, başlangıçta K. Irak bölgesel yönetimi ile diyalog kapılarını kapatmış, Kerkük’ün, sadece Türkmenlerin değil, Irak’ın bütününü ilgilendiren bir sorun olduğunu algılamak istememiş, siyasileri de etkileyerek sonuçta karşılıklı gerileme dayalı sözlerin ifade edilmesine ön ayak olmuştur. Yöneticilerin, Kerkük’ü uluslararası arenada, Sünnî ve Şiî Arapların görüşlerini destekleyerek dolaylı stratejiye başvuracak yerde, Kerkük meselesinin AB’den daha önemli olduğunu açıklaması, muhalefetin ise, sınır ötesi harekâttan, hatta Kerkük’e girilmesinden söz etmesi PKK’yı ve yandaşlarını son derece mutlu kılmıştır.

Bürokratik yönetimin bu politikasına karşın, yurt içinde bir kısım Kürt vatandaşlarının, K. Iraklı Kürtlerin siyasî kazanımları Türkiye’deki Kürtleri mutlu ettiğini ve Kürt adamlarının K. Irak’ta iş yapmak istediklerini açıklamıştır. Bir kısım Kürt vatandaşları ise, Türkiye’nin K. Iraklı Kürtlerin kazanımlarına karşı izlediği sert tutumu düşmanca politika olarak nitelemiş, buna karşın Türkmen azınlığı ön plana çıkarma yaklaşımlarını ise Kürtlerde derin ve yaygın bir rahatsızlık yarattığını ifade etmiştir. Nitekim bu olayların alevlendiği 2007’nin ikinci yarısında örgüt eylemlerini arttırmış ve Türkiye’yi K. Irak’a karşı kara harekâtına zorlayarak ABD ve K. Irak yönetimi arasındaki ilişkilerin iyice bozulmasına çalışmıştır. Ancak, 5 Kasım 2007 tarihinde Türk Başbakanı ile ABD Başkanı arasında yapılan görüşme sonucunda hava harekâtı ve istihbarat teatisi K. Irak bölgesel yöneticileriyle örgüt liderlerini memnun etmemiştir. Daha sonra elit bürokratların görüşlerinin aksine komşularla sıfır problem politikası ve K. Irak bölgesel yönetimiyle görüşmelerin başlaması, örgütü zor duruma sokmuştur.

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğg.

ASDER Gnl. Bşk.

Panel Yöneticisi

Korkmaz Paşama Teşekkür ediyoruz.

Konuşmalarınızdan

·         Cumhuriyet ile birlikte, Devletin şekli ve yönetim prensiplerinde yapılan değişiklikler, Kürt feodal yapısına yumuşak olarak yansıtılamadığından, Devlet ile Kürtler arasında ihtilaf büyümüştür.

·         Cumhuriyet dönemi ile birlikte Devlet tarafından Kürt varlığı, inkar edilmiştir.

·         Mesele aşayiş sorunu değildir. Eşit ortaklık sorunudur.

·         PKK ve bölücü Kavmiyetçi siyasi oluşumlar Kürtlerin Genelini temsil etmemektedirler.

·         Etkin dış destek olarak da, ASALA-PKK işbirliğinde, İsrail ve ABD desteğinden bahsedebiliriz.

Tekrar teşekkür ederiz.

3.      ÜÇÜNCÜ KONUMUZ

İSLÂMDA KAVMİYETÇİLİK, TERÖRLE MÜCADELE VE YAPILAN HATALAR;

KONUŞMACIMIZ; Prof Dr. Ahmet Alper

Derneğimizin kurucu Genel Başkanı, görevi bize teslim ettikten sonra, üyelerimizin tevveccühü ile, Onursal Genel Başkanımız.

Ahmet Alper Bey, hem dünyevi hem uhrevi ilimlere vakıf, değerli bir bilim adamımız. Kendileri ile iftihar ediyoruz.

Değerli Hocam,

Müşterek tarihimize baktığımızda, din bağı bu iki kavmi kardeş yapmış, ne zaman din milleti millet yapan değerlerden sayılmaz olmuş, o zaman bu iki kavim arasında problemler oluşmaya başlamış.

Bir tarafta seküler kavmiyetçi ERGENEKON zihniyeti; Diğer tarafta Zerdüşlük ile Yezidilik arasında gelip giden bir inancı savunan PKK zihniyeti, iki kardeş kavmin arasını açmıştır.

Hocam,

İslam Kavmiyetçiliğe nasıl Bakar, Nerede hata yaptık, yanlışlığın temelinde ne vardır?

Söz sizin hocam!

İSLAMDA KAVMİYETCİLİK, TERÖRLE MÜCADELE VE YAPILAN HATALAR

  Prof. Dr. Ahmet Alper

Konuya sözlerin en güzeli ve en doğrusu Allah kelamı ile başlamak istiyorum. Yüce Allah(C.C.) Kuran ı Kerimde Hucurat suresi 13 üncü ayetinde “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden  yaratık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşasınız, birbirinizle sosyal hayata ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize yardımcı olasınız  diye milletler, kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, Allah katında en şerefliniz, takvaca en ileri olanınızdır.” buyurmaktadır. Bu ayeti manayı muhalifi ile düşünürsek “Yoksa sizi birbirinize yabani bakasınız, husumet ve düşmanlık edesiniz diye milletlere ve kabilelere ayırmadık” demektir. Kainat onun nurundan yaratılan, Allah’a kullukta, onu tanıma ve tanıtmada insanların en üstünü, Fahri Kainat Peygamberimiz (SAV) de kavmiyetçiliğin cahiliyye adetlerinden olduğu ve terk edilmesi gerektiğini, insanların üstünlüğünün nesebi, derisinin rengi ile olmadığını, üstünlüğün Allah’a itaat de, takvada olduğunu  çeşitli hadislerinde bildirmiştir. Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte nin 3 üncü cildi 141 inci sayfasında  bu konu ile ilgili aşağıdaki hadislere yer verilmiştir:

 “Asabiyet (kavmiyetçilik) davasına kalkan, onu yaymaya çalışan, bu dava yolunda mücadeleye girişen bizden değildir.”(Ebu Davud,Edeb, 121,5121. H. Münavi, a.g.e.,5,386)

“Kim cahiliyye davasında(kavmiyetçilikte) bulunursa, cehenneme iki dizi üzerine çökmüş demektir.” Sahabe dediler ki “Ey Allah’ın Resulü oruç tutsa, namaz kılsa da mı?” Peygamberimiz “Evet, oruç tutsa da, namaz kılsa da” cevabını verdi.(Hakim, Müstedrek, 4,298)

İslam alimleri insanın aslı ile gurur ve tekebbürde bulunmasını, Allah tarafından Ademe secde etmesi emredildiğinde, şeytanın  kendi heva ve nefsine uyarak “Ben ondan(Adem’den) hayırlıyım.(Çünkü) beni ateşden yarattın, onu çamurdan yarattın.”(A’raf ,12)  demesine benzetmektedirler.

 Kur’an-ı Kerim de kan ve neseb bağından çok iman bağının  önemi vurgulanmaktadır.  Babasının peygamberliğini inkar ederek Tufan sırasında  gemiye binmeyen oğlunun kurtulması için Hz. Nuh “Benım oğlum da şüphesiz benim ailemdendir”  diyerek oğlunun kurtulmasını istediğinde: “Ey Nuh o kesinlikle senin ailenden değildir. Çünkü onun işlediği salih olmayan( kötü) bir iştir”( Hud, 45-46)  ayeti ile

Ey iman edenler babalarınızı, kardeşlerinizi- eğer küfrü sevip iman üzerine tercih ediyorlarsa- veliler edinmeyin, içinizden kim onların velilikleri altına girerse onlar zalimlerin tâ kendileridir.”(Tevbe,23) ayeti, müşrik akrabaya intisabı ve destek olmanın doğru olmadığını açıkça belirtmektedir.

Mü’minler ancak kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin.”(Hucurat,10) ayeti mü’minlerin kardeşliğini açıkça  vurgulamaktadır.

Kavmiyetçiliği ret eden İslamiyet kavmini sevmeyi yasaklamamıştır. Hz. Peygamber (S.A.V.) “Kişi kavmini sever” diyerek kavim sevgisinin yaratılıştan olduğunu bildirmiştir. Diğer bir hadiste “Sizin en hayırlınız, (asabiyete kaçarak zulme yer vermedikçe), aşiretini müdafaa edendir.” “Rızkın genişletilmesinden  ve ömrün(sevap yönünde) uzatılmasından hoşlananlar sıla-i rahim de bulunsunlar.” gibi hadislerle kavim sevgisini vurgulamışlardır.

Allah (C.C.) ve Resulü(S.A.V.) nün yolundan giden İslam alimleri de  milliyetçiliği  müspet (faydalı) ve menfi (zararlı) milliyetçilik olarak iki gurupta değerlendirmişlerdir. 20 inci asrın en büyük mütefekkir ve alimi Bediüzzaman Said Nursi’ ye göre:

 “Fikr-i milliyette bir zevk-i nefsani var; gafletkarane bir lezzet var; şeametli(uğursuz,kötü) bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara  fikr-i milliyeti bırakınız- denilmez.Fakat fikri milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine düşmanlıkla devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhasemet ve keşmekeşe sebeptir. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslamlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar; tâ ki parçalayıp, onları yutsunlar. (…..)

Evet menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş.Ezcümle: Emeviler , bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem alem-i İslam’ı küstürdüler , hem kendileri pek çok felaketler çektiler.Hem Avrupa milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok şeametli ebedi adavetlerinden başka; Harb-i Umumideki hadisat-ı müşişe dahi,  menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu  gösterdi. (…..)

Şimdi ise en ziyade birbirine muhtac ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir  ve ecnebi tahakkümü altında ezilen  anasır ve kabail-i İslamiye içinde,fikr-i milliyetle birbirine  yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felakettir ki tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müşiş  yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın, doymak bilmez hırslarını pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle Şark Vilayetlerindeki vatandaşlara veya Cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip, onlara cephe almak, çok zararlı ve mehaliki (tehlikesi) ile beraber; o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki  onlara cephe alınsın. Cenuptan gelen  Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

İşte o dindaşlara adevet ise: dolayısıyla İslamiyet’e, Kur’ana dokunur. İslamiyet ve Kur’ana karşı adavet ise bütün bu  vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına  hayat-ı içtimaiye ye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harap etmek; hamiyet(milli ve manevi değerleri korumaya gayret etmek) değil, hamakat(ahmaklık)tır!..

Müspet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin  ihtiyac-ı dahilisinden ileri geliyor; teavüne(yardımlaşmaya), tesanüde(dayanışmaya) sebeptir; menfaatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslamiyeyi daha ziyade teyid edecek vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet; İslamiyete hadim olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı, yerine geçmemeli. Çünkü İslamiyet’in verdiği uhuvvet içinde , bin uhuvvet var; alem-i Bekada ve alem-i Berzahta o uhuvvet baki kalıyor. Onun için, uhuvvet-i milliye ne kadar da kavi olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak  nev’inden  ahmakane bir cinayettir.

 İşte ey ehl-i Kur’an  olan şu vatanın evlatları! Altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri   bin senedir Kur’an-ı Hakimin  bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an ve İslamiyet’e  kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müşiş tehacümatı def’ettiniz, ta “ Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler.”(Maide 54).  Ayetine güzel bir masadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk meşrep münafıkların desiselerine uyup, şu ayetin  evvelindeki hitaba  “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever.” (Maide 54) masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız

……

Ey Türk  kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslamiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin, İslamiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesvese ve desisesi ile o mefahiri kalbinden silme.” (B.S.N. Mektubat yirmialtıncı mektup üçüncü mebhas)

Abbasilerden beri Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına kadar  1000 yıl süre ile İslama bayraktarlık yapan, Halifeliğin Osmanlıya geçmesinden sonra  Millet-i İslamiye şuuru ile yer yüzündeki tüm Müslümanların hukukunu korumaya çalışan Osmanlıda duraklama devri sonları ve bilhassa gerileme devrinde Avrupa’ya özellikle Fransa’ya  eğitim için gönderilenler 1789 Fransız ihtilalinin etkisi altında kalarak kavmiyetçilik(menfi milliyetçilik) fikirleri ile dönmüşler ve Osmanlı Ülkesinde bu fikirleri yaymışlardır.Bunun sonucu Balkanlarda, Kuzey Afrikada, Arabistan yarımadasında Osmanlıdan kopmalar başlamış, sonunda İttihat ve Terakki’nin akıl almaz hataları ile Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmiştir.

Yıllarca savaşılan batı ülkelerinin tam desteği ile Osmanlının enkazından kurulan Türkiye Cumhuriyeti,  yöneticilerinin dinde lakaydlığı ve batılı ülkelerin desteği ile 1000 yıl bayraktarlığını yaptığı İslami kimliğini değiştirmiş, İslamın  yerine, önce milliyetçilik daha sonra Atatürk milliyetçiliği  kavramını benimsemiştir. Böylece İmparatorluğun çalkantıları içinde pek çok muhacerete maruz kalan ve millet-i İslamiye fikri ile İslam kardeşliğinden, tek vatan, tek millet, tek dil anlayışına yönelen ulus devlette kimlik kargaşası sorunu gelişmiştir.

Esasen 20 inci yüzyılda kurdurulan  tüm İslam devletleri  dört halife devrinden sonra kurulan Emevi zihniyetine yakın menfi milliyetçilikle oluşturulmuştur. Böylece İslam ülkelerinde kurdurulan devletler İslam düşmanları ile değil, menfi milliyetçiliğin getirdiği kötü hasletlerle birbiri ile uğraşmak zorunda kalmışlardır. Bu değişimde en büyük rolü oynayan Avrupa ülkeleri ise  I ve II inci Cihan Harplerinin 50 milyona yakın insan zayiatı ve müşiş maddi tahribatından ders alarak Avrupa Birliğine yönelmişler, ortak Hıristiyan kültürünün etrafında  ekonomik, siyasal, kültürel, sosyal birlik oluşturmuşlardır.

Temel Demirer’in “Elveda Nisyan Merhaba İsyan” kitabında terör ve teröristin pek  çok tarifi yapılmıştır. Bunlardan bazıları:

* “Silahsız/sivil halka karşı, gizli ajanlar veya devlet altı guruplar tarafından girişilen, genellikle kamuoyunu etkilemeye yönelik, politik amaçlı ve önceden planlanmış şiddet eylemi”(ABD Dışişleri Bakanlığı 1961 Küresel terörizmin seyri raporu)

* “Terörizm insanlık dışı ve yoz (müsfit) bir amacı gerçekleştirmek için herhangi bir biçimde güvenliğin tehdidi ve gerek din gerekse insanlıkça tanınmış kişisel hakların ihlalidir.// Aşağıdaki haller teröre girmez:

a) İşgalci güçlere, kolonicilere ve zorbalara karşı ulusal direniş.

b) İnsanların  kendilerine silah zoru ile dayatılan hiziplere direnişi.

c) Diktatörlük veya diğer despotizm türlerine karşı ve bunların kurumlarını yıkmaya yönelik mücadele.

d)Irk ayrımcılığına karşı mücadele ve ırk ayrımcılığı merkezine yapılan saldırılar.

e)Saldırganlığa karşı başka seçenek olmadığı için yapılan misillemeler.” ( Ayetullah Şeyh Muhammed, Ali Taskhiri, El-Tevhid)

“Bir devlete yönelik ve belirli bir veya birçok insanın aklında korku yaratmaya yönelik  tüm kriminal eylemler” (Milletler Cemiyeti tanımı 1937)

* “Hükümetleri etkilemek veya kamuyu korkutmak amacı ile girişilen politik, dini veya ideolojik amaçlı şiddet eylemi veya tehdidi. Bir eylem insan güvenliğini, sağlığını veya  mülkiyet haklarını etkiliyorsa şiddet eylemidir.”(Birleşik Krallık Parlamentosu  Terörizm Kanun Tasarısı 20 Haziran 2000. Lordlar Kamarasında düzeltildiği şekliyle)

* “Terörizm içeriği olmayan soyut bir kavramdır. Terimin tüm kullanımları için ortak bir tanım bulunamaz. Çoğu farklı tanım ortak özellikler taşır. Terörizmin terimsel anlamı,kurbanında yarattığı etkiden türetilmiştir.” Alex P,Schmid; Political Terrorism,1983  Yukardaki tariflerden anlaşıldığı gibi terörü bir kılıfa sokmak mümkün değildir.

  Terörist eylem müesses nizamı bozmak amacıyla toplumda huzursuzluk, fitne, fesat, kargaşa çıkarmak için yapılan olağan dışı kanunsuz eylem ve işlerdir. Bu eylemleri yapan kişi veya kişiler topluluğuna terörist denilmektedir. Terörist eylem kimler tarafından, nerede, ne maksatla, kime karşı , hangi araçlarla yapılacağı önceden kestirilemeyen fiillerdir. Bu nedenle etkili ve ses getirici olmaktadır. Çoğunlukla  teröristin arzusu da eyleminin ses getirici olması yönündedir.  Hemen tamamı önceden planlanmış örgütlü eylemlerdir. Örnek olarak dünyada bugüne kadar yapılan en büyük terörist eylem olan 11 eylül saldırılarının üzerinden 8 yılı aşkın zaman geçmesine rağmen eylemi yaptıranlar ve niçin yaptırdıkları, nerede nasıl planlandığı henüz anlaşılamamıştır. New York Havaalanından aynı saatte havalanan 4 adet  yolcu uçağının korsanlarca kaçırılması, üç tanesinin hedefine ulaşması, Afganistan’ın Tora Bora mağaralarından planlanıp yönetilecek bir olay değildir. Ama bu terörü planlayanlar terör sonrası ortaya konulan Bush Doktrini ve Afganistan ve Irak’ın işgali ile hedeflerine ulaşmışlardır. Bush Doktrini “ABD nin düşman olarak tanımladığı bir devletin herhangi bir saldırısından önce bu devlete dikkat etmeyi, saldırmayı, gerekirse nükleer silah kullanmayı ve hatta rejimini değiştirmeyi, herhangi bir anlaşma ve örgütün Washington’un  kararlarını sınırlandırmasının reddini, herhangi bir stratejik rakibin ortaya çıkmasının engellenmesini, ABD askeri gücünün ‘pre-emptiv’ gerektiğinde saldırı kapsamında kullanılmasını” kararlaştıran bir yetkilendirmedir. Buna göre ABD “ Ben istediğim ülkede istediğimi yapabilirim, Beni hiçbir kural ve kuruluş sınırlayamaz.”  anlamına gelen tüm dünyayı huzursuz eden bir doktrini benimsemiştir.

Ülkemizde de  2006 yılında bombalı Cumhuriyet Gazetesi saldırılarıyla, Danıştay baskını  rejim aleyhtarı, başörtüsü yanlısı irticai eylemler olarak lanse edilip, toplum irrite edilmeye çalışılmıştır. Fakat faillerin ele geçmesi ve ilişkilerinin öğrenilmesi ile Cumhurbaşkanlığı   seçimi öncesi kargaşa çıkartıp, mevcut Hükümeti devirerek seçimi etkilemek için Ergenekon Terör Örgütü ile ilişkili  olduğu yönünde kuvvetli deliller bulunmuştur.

 Terörle mücadelede en önemli konu fevkalade güçlü, güvenilir, etkili bir istihbarat  birimine sahip olmanın gerekliliğidir. Terörist eylemin yapılmadan önlenmesi için özel yetiştirilmiş emniyet güçleri yasalar doğrultusunda tedbirleri almalı, kesinlikle teröristler dışında kimsenin zarar görmeyeceği şekilde eylem yapmalıdır. Yanlış yasal, siyasal, politik, ekonomik, askeri kararlarla toplumun teröriste destek olmasına fırsat verilmemelidir. Devlet tüm eylem ve işlemlerinde adalet, hakkaniyet, hukukun üstünlüğü, insan haklarına saygı ilkelerine bağlı kalarak hareket etmeli, toplumun yargıya ve devlete güveni kesinlikle sarsılmamalıdır. Yani devlet güven sarsıcı olaylardan kaçınmalı, bu noktada toplumun devlete güveni tam olmalıdır. Asrımızda terörün en büyük kaynağı, menfi milliyetçilik, adalet, şefkat ve yardımlaşma duygularından yoksun küresel kapitalizmin acımasız sömürü düzeni ve ekonomik dengesizliktir. Terörist eylemler bazı ülkelerin gizli servisleri, büyük silah ve uyuşturucu tröstleri tarafından düzenlenip desteklenmektedir. Bu konuda en deneyimli ülkeler ABD ve İsrail olup, yer yüzünde pek çok terörist eylemde doğrudan rol alarak terörist devlet tanımına uygun işler yapmaktadırlar. ABD nin yukarda söylediğimiz Bush Doktirini’nin yönlendirmesi ile yapılan Afganistan ve Irak işgallerinin,   Dünya enerji kaynaklarının kontrolünü ele geçirerek, küresel kapitalizmin hakimiyetinin sağlanması için, yapıldığı kanaati her geçen gün biraz daha yaygınlaşmaktadır. Çünkü Dünya petrol üretiminin %65.3 ü Ortadoğu ülkelerinden yani Basra Körfezi ve çevresi ülkelerden elde edilmektedir.

Doğru tarih bilgisinden mahrumiyet, yanlış eğitim, kültürsüzlük , dinde cehalet ve ahiret inancının olmaması, hesap verme korkusunun bulunmaması, kısaca fikren savrulmuşluk terörist eylemlerin en büyük dayanağıdır. İslam dini ile terörü bağdaştırmak cehaletten değilse İslam düşmanlığından, ihanettendir. İslami terörizm,  İslamın ulviyetini, güzelliklerini göstermemek ve diğer dinlerden insanların İslama yönelmesini önlemek için  batılıların oluşturdukları bir kavramdır.   Allah’a , Kur’ana, ahirete, hesap gününe inanan kimse, Kur’anın ilk suresinin ilk ayetinin “ Elhamdülüllahi Rabbil Alemin” olduğunu, yani “Elhamdülüllahi Rabbil Müslimin” denilemiyeceğini, Allahın sadece Müslümanların Rabbi olmadığını  bilen ve Zilzal suresinin son iki ayetinde “ Zerre miskal (atomun elektronu kadar) hayır işleyenin ve zerre miskal şer işleyenin hesap gününde hesabının görüleceğine” inanan  bir kimsenin çeşitli mahlukatın hukukuna tecavüz olan  terörist bir eyleme, kasıtlı ve bilinçli katılması mümkün değildir.

 Devlet hukukta  temel kurallardan olan suçun şahsiliği (yapan kişiye ait olması) kuralından kesinlikle sapmamalıdır. Yani bir suçun işlenmesinden onu yapanın ana-baba-kardeş veya akrabası veya ırkdaşı sorumlu tutulamaz. Kur’anda “velatezirû vaziretün vizra uhra (Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez)”  ayeti  En’am:6-164; İsra:17-15; Fatır:35-18; ve Zümer:39-7 surelerinde 4 ayrı yerde zikredilmiştir.

İslam ifrat ve tefrit den sakınan, vasat ümmeti oluşturmaya yönelen, Allah Kelamı Kur’an ve Peygamberimizin(S.A.V.) sünneti Hadis öğretilerine dayanan kurallar dinidir. Terör ise ifrat veya tefrit’e kaçan, kaide, kural tanımayan, sıra dışı,  zulümle sonuçlanan tahripkar  olaydır.  Birbirine taban tabana  zıttır.

Terörle mücadelede yapılan hataların  başında  tarihin en eski çağlarından beri büyük insan göçlerine hedef olmuş, çok farklı ırklardan oluşmuş Anadolu insanının   en büyük birleştirici unsuru olan  İslam inanç ve Kültüründen  Cumhuriyet kurulduktan sonra ayrılmaya kalkmamız olmuştur. Bunu asırlarca Osmanlıya düşman olan batılı ülkeler  bütün güçleri ile desteklemiş ve  Dinde lakayd kurucu kadro da çağdaşlaşıyoruz diyerek batılılaşmayı her şeyi ile benimsemiştir.  Böylece Allahı, Kitabı, Peygamberi, inancı, ibadeti, ahiret ve hesap günü kavramı bir-bir-bir  binlerce birliği beraberliği olan bir milletten, fikirsiz, kültürsüz, inançsız, şahsi çıkar, menfaat ve (para ve mal gibi) maddeden başka değer ölçüleri olmayan, birbirini saymayan, birbirine değer vermeyen, ve saygı duymayan, aralarında birlik bağları bulunmayan ,Vüger mataryalist  yoz bir millet oluşmasına neden olmuştur. Rahmetli Cemil Meriç  bu kültürel savrulma ve yozlaşmayı eserlerinde çarpıcı bir şekilde ortaya koymuş, rahmetli Mehmet Akif  bu değişimi tasvip etmediği için vatanından cüda olmuştur. Bu kültürel yozlaşmayı ve eğitimdeki yanlış uygulamaları  erken fark eden büyük İslam Alimi Bediüzzaman Said Nursi  Nas suresinin ayetlerinden  cifir hesabı ile çıkardığı bir anlamla 1950 li yılların başlarında “Eğer bugün ekilen tohumların mahsülleri islah edilmezse 1971 yılında kendi başların bela olacak” demiştir. Gerçekten 12 Mart 1971 müdahalesi ile  milli eğitimden yetişen  devrimci öğrenciler  Cumhuriyet Rejimi tarafından zindanlarda  çürütülmüştür.

Yazının baş kısımlarında menfi milliyetçiliğin zararlarını Ayetler, hadisler ve alimlerin irşadları ile belirtmiştik. Cumhuriyet döneminde İslam dininin toplum sosyal yapısındaki yeri üzüntü ile belirtmek gerekir ki menfi milliyetçilikle  doldurulmaya çalışılmıştır. Tek dil tek millet anlayışı ile Anadolu da yaşayan diğer ırklardan insanları ve dillerini yok saymak, aramızda mevcut din bağını da atınca,  bütün köprüleri yok etmek, ayrılıkçı düşünceler için en uygun zemin hazırlamaktan  başka hangi anlama gelebilir. 24 şubat 2009 tarihli Zaman gazetesinde Prof. İhsan Dağı’nın “Birazda biz Kürt olalım” başlıklı yazısında söylediği gibi “…Türkler, bu ülkede  bin yıldır  birlikte yaşadığı Kürtlerin Kültür, dil ve duyuş alanlarının ne kadar içinde?/  / Bütün Kürtler ana dillerinin yanında mutlaka Türkçeyi de öğrenirken, bugün kaç Türk Kürtçe konuşabiliyor acaba? Türkiye genelinde bu sayının bir iki bini aşacağını hiç sanmıyorum.// Bin yıldır birlikte yaşadığımızı söyleyip, bağlılık, sadakat ve itaat beklediğimiz Kürtlerin diline bu ilgisizlik neden?// Onca Kürt dostuma rağmen bu derece bilgisizlik cehalet değildi sadece; bir ilgisizlik, hatta duyarsızlıktı.// Kürtlerle bu vatanı, geçmişi ve geleceği paylaştığımızı idrak etmedikçe, Kürtlerin hakkını vermiş olamayız.//’Onlardan ne farkımız var ki’ demek en kestirme bir yol  ve de anlamsız. Onları ‘bizden’ görmek ayrı, farklılıklarına saygı göstermek ayrı, Bizden görerek farklılık’larını inkar etmek, onları bizden koparan en acı yol.” Sayın Dağı yazısını “ Geçen hafta Mümtaz’er Türköne çok nefis ifade etti:’ Kürt,ancak benim Kürtlüğüm kadar Türk olabilir. Daha fazlasını  kimsenin beklemeye de istemeye de hakkı yok’ Galiba her Türkün biraz Kürt olmaya hazırlanması lazım.” sözleri ile tamamlamıştı. Gerçekten Kürt veya diğer Türklerin dışındaki insanların farklılıklarına saygı göstermek, değer vermek insanlığın gereğidir. Onların farklılıklarını yok saymak, mesela sayın Türköne’nin  20 şubat 2009 tarihli Zaman gazetesinde yazdığı gibi: “ Herkesi Türk yapmak”  veya boyun eğdirmeye kalkmak “Küçük Türkiye” ye rıza göstermek demek. “Herkese aynı dili dayatmak” bugün Kürtlere “ Kendi dilini kullanmak için kendi devletini kur” demektir. İşte Cumhuriyet dönemi Türkiye’si  üzüntü ile belirtmek gerekirse bu hataya düşmüştür.

1980 ihtilali sonrası  güvenlik güçlerinin, kanun dışı, hukuksuz, hissi eylem ve uygulamaları zulüm haline dönüşmüş, yargıdaki ideolojik, adil olmayan taraflı yaklaşımla birlikte  Diyarbakır Askeri Cezaevi  gibi bazı yerler terörist yetiştiren  okul  haline gelmiştir.

Devletin güvenlik güçleri-bölücü terör örgütü-mafya ilişkileri konusunda son zamanlarda ortaya saçılan pislikler hepimizin gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına, insani değerlerdeki kaybımızın ne kadar büyük olduğunu görmemize  neden olmuştur. “Batıl’ı teferruatlı tasvir safi zihinleri dalalete(sapkınlığa) götürür” düsturu ve bir kısım olayların yargıya intikali nedeni ile bu konuya teferruatlı girmenin doğru olmadığını düşünüyorum.

Sonuç olarak yazımı yine sözleri en doğrusu ve en güzeli olan Allah (C.C.) kelamı ile bitirmek istiyorum. “Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan Salih kullarının yoluna ilet- gazaba uğrayanların ve sapıtmışların yoluna değil. Amin.” (Fatiha 6-7)

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğg.

ASDER Gnl. Bşk.

Panel Yöneticisi

Ahmet Hocam Teşekkür ederiz.

İşin aslını, Allah'ın ve Resulünün sözleri ile açıkladınız.

Menfi milliyetçilik üstünlük iddiasındadır. Ayrışmaya ve kavgaya götürür. İslâmda yasaklanmıştır.

Müspet milliyetçilik eşitlik iddiasındadır. Birlik ve kardeşlik getirir. İslâm bunu teşvik etmektedir.

İşin Özü kendi kavmin için istediğini başka kavim mensupları için de isteyeceğiz.

Mümtaz'er Türköne'nin iki cümlesi sorunun temelini anlatmaya yetiyor.

Kürt,ancak benim Kürtlüğüm kadar Türk olabilir. Daha fazlasını  kimsenin beklemeye de istemeye de hakkı yok’ Galiba her Türkün biraz Kürt olmaya hazırlanması lazım.”

Herkesi Türk yapmak”  veya boyun eğdirmeye kalkmak “Küçük Türkiye” ye rıza göstermek demek. “Herkese aynı dili dayatmak” bugün Kürtlere “ Kendi dilini kullanmak için kendi devletini kur demektir”

Hocam tekrar teşekkür ediyorum. Açıklamalarınız çok yararlı oldu.

  1. DÖRDÜNCÜ KONUMUZ

BİREYDEN TOPLUMA KİMLİK ÖZELEŞTİRİSİ , TERÖRİZMLE VE TERÖRLE MÜCADELEDE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ,

Konuşmacımız; Prof. Dr. Nevzat Tarhan

Genel Merkezimizin İstanbul'a naklinden sonra feshettiğimiz İstanbul Şubemizin Başkanı ve derneğimizin değerli üyesi; 24 saate çok iş sığdırmasını bilen “aktif iyi” bir bilim adamı!

Dünyada sayılı Nöropsikiyatri hastenesinden birinin, NPİSTANBUL Hastanesinin Yönetim Kurulu Başkanı;

Geçen yıl İDSB'nin toplantısı için bir otele gitmiştim. Yan salonda Amasyalılar toplanmışlar, Nevzat Hocama, kendi branşında ödül vereceklermiş. Biz de gururlandık.

Dün mail adresime bir mesaj geldi. Özel Hastaneler ve Sağlık Kuruluşları Derneğinin (OHSAD) 2009'un, “Ambulansla Psikiyatrik Hasta Alım ve Nakli” konusunda “Hasta Güvenliği İyi Uygulama” ödülüne layık görülmüş;

Mesleğindeki bu aktivitesinin yanında, bir gün bir televizyonda, ertesi gün bir radyoda programda görüyoruz. Bir haber sitesine de, güncel önemli yorumlar yazıyor.

Değerli arkadaşımızı Allah(cc) nazardan saklasın.

Nevzat Hocam konunun sonuna yaklaştık. Meselemizin esasını sanki psikolojik boyutu teşkil ediyor.

Tek tip insan olabilir mi? Üniter devlet, Ulus Devlet söylemleri, insanları tornadan çıkmış gibi yapabilir mi?

28 şubat zihniyetinin başlattığı süreçte daha belirgin bir baskı sonucı, insanlar inancını ifade etmekten, etnik kimliğini ifade etmekten korkar oldu. Bu sağlıklımıdır? Fert olarak toplum olarak Kürt Meselesinde nasıl bir özeleştiri yapmamız gerekir? Terör ve terörizimle mücadeledele için ne önerirsiniz?

Nevzat Hocam Söz sizin..

BİREYDEN TOPLUMA KİMLİK ÖZELEŞTİRİSİ , TERÖRİZMLE VE TERÖRLE MÜCADELEDE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ,

PROF.DR. Nevzt TARHAN,

MİLLİYETÇİLİK ÖLÇEĞİ

‘Türkiyeliyim diyebiliyor musunuz?’ isimli önceki yazım nedeniyle bir şeyi daha net gördüm.

İnsanlarımız ırkçılığı benimsemiyorlar ama bal gibi ırkçılık yapıyorlar.

Ben ki gençliğini “Çırpınırdı Karadeniz Bakın Türkün Bayrağına” marşını söyleyerek geçirmiş bir kişi olarak bazılarınca hain olarak suçlandım. Gençliklerine verip gülüyorum ama onların iyi niyetlilerine cevap vermem gerekiyor. Çünkü yanlış milliyetçilik anlayışı bölünmeye, kavga ve karmaşaya neden olur. TesPitlerimi paylaşmazsam bencil, korkak davranmış olurum diye düşündüm.

Ben kafatasçı değilim ama Türkün Türkten başka dostu yoktur, Türkiye Türklerindir demek bizim hakkımız, Türkiyeliyim demek Türklükten utanmaktır, Osmanlı Türkçülük yapmamakta hata etti, Osmanlı etnik temizlik yapmalıydı. Kürtler, Ermeniler, Rumlar, Yahudiler iyi insan değilki onlara katlanalım” gibi cevaplar veriyorlar.

Ambivalan, kendi kendini yalanlayan cevaplar kavram kargaşası ile ilgilidir. Kavram kargaşasını gidermek için toplumsal şiddet nedenlerinden birisi ırkçılıktır. Zararlı yapıdaki milliyetçilikle, faydalı milliyetçilik farkını netleştirmek ve tanıma yeteneğini ölçmek gerekiyordu. Bu nedenle ‘Milliyetçiliği algılama ölçeği’ geliştirmeye ihtiyaç hissettim.

Not: Türk tanımlaması model alınarak hazırlanmış bir ölçektir, kişiler kendi Milliyetlerine göre isim değiştirebilirler. Kendisini anlama kapasitesi olmayanlar bu testi sinirlenip yarım bırakabileceklerdir.

1-Milliyetçilik en kutsal bir duygudur, milliyetçilik hislerim hak hukuk düşüncemden önce gelir.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir,duruma göre, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

2- Milliyetçilik damardaki kana ve soya bağlı bir duygudur.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir , c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

3- Milliyetçilik toprak ve vatanla ilgili coğrafi kökenli bir duygudur.

a) Kesinlikle doğru ve katılıyorum, b)Olabilir , c) Kesinlikle yanlış soy’a yönelik bir duygudur

4-Benim ırkımdan birisi suç işlerse onu korumam gerekir.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum , b) Olabilir , c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

5)Benim ırk ve soyumdan birisi başka bir ırk ve soydan birisi ile kavga ederse haklı haksız önemsemem kendi adamımı korurum.

a) Kesinlikle yanlış ve haklı olanı anlamaya çalışırım, b) Fark etmez duruma göre davranırım, c) Kesinlikle kendimden olanı korurum

6) Hasta olduğum zaman benim milliyetimden bir doktor ararım, uzmanlık ve ehil olup olmaması ikinci plandadır

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir, c) Kesinlikle doğru katılıyorum

7) Alışveriş yaparken,saatimi tamir ettirirken kendi milliyetimden işyeri ararım

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum , b) Olabilir , c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

8)Tarihte etnik temizlik yapılmasının doğru olmasa bile gerekli olduğunu düşünmüşümdür.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum , b) Olabilir , c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

9) Hitlerin Yahudi ırkına karşı uyguladığı soykırım ve tasfiye uygulamalarında yöntemini yanlışta bulsam gerekçesinin haklı olduğunu düşünmüşümdür.

a) Kesinlikle hem gerekçe hem yöntem yanlış idi ve katılmıyorum, b) Gerekçede haklı ama yöntemde hatalı idi , c) Kesinlikle doğru yapmıştır ve katılıyorum

10)Osmanlının Ermeni,Rum gibi azınlıklara yumuşak davranmasını ve onlara fırsat vermesini yanlış bulmuşumdur.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum Osmanlı doğru davranmıştır. b) Olabilir, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

11) Ben Osmanlının yerinde olsam bir tane Rum ve Ermeni bırakmazdım.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

12) Bir köyde birkaç terörist olsa o köyü bombalamayı zorunlu görürüm. Ölen masumlar için üzülürüm ama kesin çözümün köyü bombalamak olduğuna inanırım.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir, c)Kesinlikle doğru ve katılıyorum

13) Vatan ve devletin bekası için bazı insanların feda edilebileceği ve öldürülebileceğini savunurum.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir, şartlara göre değişir, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

14) Vatan ve devlet kutsaldır, kutsalın bekası için hukukun rafa kaldırılabileceğini savunurum

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, b) Olabilir, şartlara göre değişir, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

15) Kendisini Türk hissetmeyen Kürt,Rum,Ermeni,Yahudi,Arab kökenli komşumu yabancı olarak görürüm ve benimle eşit haklara sahip olmasından rahatsız olurum.

a) Kesinlikle yanlış, rahatsız olmam. b) Olabilir, c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum

16) Milliyet duygusu din duygusundan önce gelir.

a) Kesinlikle yanlış önce insanlık hukuku sonra milli ve dini hukuk gelir, b)Her iki duygu birlikte olursa tercih ederim ve öncelik veririm, c) Kesinlikle doğru, milliyetçilik esastır

17) Uluslararası bir firmada yönetici olsam kendi ırkımdan dinimden ve cemaatimden insana torpil yaparım.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, liyakat esastır,b) Olabilir, tercih ederim c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm

18) Devlet yöneticisi olsam kendi milliyetimden ve cemaatimden olan insana öncelik veririm. Liyakat ve ehliyet ikinci planda sadakat birinci plandadır.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum,liyakat esastır b) Olabilir, tercih ederim c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve önceliği hakkı olarak görürüm

19) Milliyetçilik, hemşehricilik ve bölgecilik doğal bir duygudur.Hukuken ve yasalar önünde ayrıcalık yapılmaması gerektiğini biliyorum ama gizlice onlara özel muamele yaparım.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum, liyakat esastır, b) Olabilir, tercih ederim c)Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm.

20)Benim milli ve cemaat değerlerimi benimseyen insanları diğer insanlardan üstün görürüm,onların hatalarını örtmeye iyi yönlerini büyültmeye çalışırım.

a) Kesinlikle yanlış ve katılmıyorum,insanlık esastır b) Olabilir, tercih ederim c) Kesinlikle doğru ve katılıyorum ve hakkı olarak görürüm

Değerlendirme: a)lar 1, b) ler 2, c) ler 3 puandır

20 puana kadar almışsanız Milliyetçilkik anlayışınız sağlıklıdır,20-40 arası almışsanız kafanız karışık demektir veya çıkarınızı milliyetinizden daha çok seviyor olabilirsiniz.40-60 arası puan almışsanız milliyetçilik anlayışınız ırkçılık düzeyinde demektir kendinizi değiştirmezseniz bulunduğunuz ortamda bölen ve çatışma çıkaran bir kimlik sergilemiş olursunuz.

Milliyetçilik konusunda Anayasa’da Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı herkesi Türk sayan üst kimlik Linguistik ve Terminolojik olarak tartışılmalıdır ve kucaklayıcı değildir. Bir insan aynı anda iki ırktan olamaz.

Kendi kimliğini yok say’ diyen anlayış çağdaş ve bilimsel değildir. Kavga ve çatışmaya neden olur. Yunanistan, Bulgaristan ve Rusya’da yaşayan Türklere siz Türk kökenli Yunan, Bulgar, Rus’sunuz demek onları asimile etme gizli niyetini göstermez mi? Her neyse mayınlı arazide dolaştığımı biliyorum. Bu kadarı ezber bozma yeter.

Adnan Tanrıverdi

E. Tuğg.

ASDER Gnl. Bşk.

Panel Yöneticisi

Nevzat Hocam teşekkür ediyoruz.

Gerçekten, bireysel olarak, sorunun çözümüne katkı sağlayabilecek bir formül ortaya koydunuz.

Hepimiz, kendimizi Milliyetçilik testine tabi tutup, müspet milliyetçi olabilmek için 20 puanı geçen ve kafamızı karıştıran konularda önce kendimiz eğitmemiz gerekiyor.

Tepeden tırnağa, sade vatandaştan Cumhurbaşkanına kadar bütün vatandaşlarımız kendisini bu testten geçirip, kafa karışıklığını giderirse, bir bakmışız ki, sorunun önemli bir kısmını çözmüşüz.

Nevzat Hocam Tekrar teşekkür ediyorum.

KÜRT MESELESİNDE ÇOK SORULAN SORULAR,

E. Tuğg. Adnan TANRIVERDİ

KÜRT MESELESİNDE ÇOK SORULAN SORULAR

KONU PLANI

1.      Kürtler ne istiyor? 

§         Tarihte Siyasî ve Sosyal Bir Toplum Olarak Kürtler

·         Osmanlı Öncesi Kürtler

·         Osmanlı Döneminde Kürtler

·         Osmanlıda Tanzimat Döneminde Kürtler

·         Osmanlının Son Döneminde Kürtler

·         Cumhuriyet Döneminde Kürtler

§         Günümüzde Kürt Bölgelerinde Yaşanan Sorunlar

§         Bölgeden Hatıralarım

§         Etnik Kavmiyetçi Terörün ve Siyasî Oluşumların Amaçları

·         PKK Ne İstiyor

·         Demokratik Toplum Hareketinin (DŞ) Talepleri

·         DTP Ne İstiyor

§         Sonuç (Kürtlerin İstekleri)

·         Kendi Mülklerinde Güven İçinde Hayat Sürmek

·         Etnik Kimliklerinin Tanınması

·         İnançlarına Müdahalenin Önlenmesi

·         Ekonomik İmkanlarının Arttırılması

2.      TSK nerede hata yaptı? 

·         Terörle Mücadele Politikalarının Tespit Edilmesi Askerlere Bırakılmamalıdır

·         Terörle Mücadele Özel Kuvvetlerle Yapılmalıdır

·         Terörle Mücadelede Sorumlulular Yeniden Tespit Edilmelidir

·         Genelkurmay Başkanlığı, terörün dış destek ve bağlantılarını yok etmekle görevlendirilmelidir.

·         Asker Bölge Halkı İle Bütünleşmelidir

·         Kış Mevsimi Teröristlere Bırakılmamalıdır

·         Üst Karargahlar Komuta Yerlerini Bölgeye Taşımalıdır

3.      Silahlı mücadele özgürlük yolunda çözüm mü? 

4.      Güneydoğu sorununun tartışılması ve çözüm yolunun açılması için önce ne yapılmalı? 

5.      Kalıcı barışın çözümü nedir? 

6.      Sorunun çözümü için hangi ekonomik tedbirler alınmalıdır? 

7.      Ergenekon ile etnik terörün bağlantısı size inandırıcı geliyor mu? 

8.      Ülkede yaşanan darbelerden Kürtler de nasibini aldı mı? 

9.      Kürtler bütün demokratik haklarını özgürce kullanabiliyorlar mı? 

10.  Köy koruculuğu kaldırılmalı mı? 

11.  Dinî ve ahlakî değerlere baskılar sorunun derinleşmesine yol açtı mı? 

1.      KÜRTLER NE İSTİYOR?

Kürtlerin sosyal ve siyasi tarihlerini incelemeden bu günkü Kürt Sorununa ve etnik Kürt Milliyetçiliğine dayalı teröre, çözüm aramak ve Kürtlerin isteklerini değerlendirmek, bizi isabetli sonuçlara götürmez.

Bu günkü bu tabloya göz atmadan önce, Kürtlerin sosyal ve siyasal tarihini incelemek faydalı olacaktır.

Osmanlı Devlet Hayatında Kürtlerle sorunsuz geçen iki dönem vardır. Birisi Tanzimat öncesi dönem, ikincisi de 1890:1922 dönemidir. Birinci dönemde Yavuz Sultan Selimin ve arkasından Kanuni Sultan Süleyman'ın Kürtlere tanıdığı özel statü; ikinci dönemde ise, Sultan Abdülhamid'in Hamidiye Alayları vasıtası ile Kürtlere tanıdığı ayrıcalık, Türklerle Kürtlerin kardeşçe ve huzur için yaşamasına imkan sağlamıştır.

Tarihte siyasi ve sosyal bir toplum olarak Kürtler:

Osmanlı Öncesi Kürtler:

Seküler ve etnik Kürt milliyetçileri tarihlerini binlerce yıl öncesine dayandırsalar da; bir kavim olarak Kürtler tarih kayıtlarına ilk defa Hazreti Ömer zamanında İslâm ordularının İran ve Türkistan'a yaptığı seferler sırasında, 638-640 yıllarında, Musul civarında oturan bir kavim olarak ve İslâm Ordularına karşı, İran Sâsânî İmparatorluk Kuvvetleri bünyesinde geçmişlerdir.

646'da Arapların İran ve Türkistanı işgal etmesiyle Ortadoğu'da Kürtlerin tarih sahnesine kesin olarak çıktıkları vurgulanmıştır. Arap kökenli tarihçiler, 940'a kadar, Kürtleri, Azerbeycan, Ahlat, Ermenistan ve Fars gibi bölgelerde azınlıklar halinde yaşadıklarını yazmışlardır.44

Dört Halife döneminde (632-661) ve Emeviler Döneminde (661-750) İran'a tabi olarak ve Hilafete karşı İranlılarla birlikte hareket ettikleri görülmüştür.

Türkler'den 300 yıl önce İslâmiyeti kabul eden Kürtler itikadî yönden sünnî oldukları için Şiî olan İranlılardan uzaklaşarak, kendileri amelî yönden Şafiî olmalarına rağmen, Hanefî mezhebine mensup Türkler'e yaklaşmışlardır.45

Başlangıçta Abbasî Halifeliğine, 1071'den sonra da Selçuklulara tabi olan Kürtlerin Harbuhtî boyunun Humeydiye oymağından olan Mervanîler, dil bakımından Araplaşmış olarak, Mervanî Beyliği adıyla 990:1096 yılları arasında Diyarbakır'ı başkent yapmış ve Güneydoğu Anadolu'da egemen olmuştur.46

1200-1596 tarihleri arasında, Cizre, Şırnak, Mardin47 ve Siirt illerinde büyük devletlere bağlı olarak, Cizre Kürt Beyliği; 1220:1670 tarihleri arasında bütün Bitlis çevresinde, başlangıçta bölgeye hakim büyük devletlerin, 1514'den sonra da Osmanlı hakimiyetini kabul eden Şeref Han Beyliği; 1450:1600 yılları arasında, Van'dan Hakkari'ye kadar olan aşiretleri yöneten, başlangıçta bölgedeki büyük devletlerin, daha sonra da Osmanlı hakimiyetini kabul eden Hakkari Beyliği hüküm sürmüştür.

Selçuklular Döneminde(1040:1308) Irak, Ermenistan, Azerbeycan ve Gürcistan'nın feşinden sonra, bu bölgelerde yaşayan Kürt Beyliklerini Selçuklu egemenliği altına almış; Sulçuklu Ordusunda Osmanlı Kapıkulu askerlerine muadil olan sarayı ve sultanı korumakla görevli Gülâmân-ı Saray sınıfı arasında Kürtler de yer almıştır. Malazgirt Meydan Muharebesinde Alparslan'ın ordusunda, Diyarbakır ve Silvan bölgesindeki aşiretlerden 10 bin kadar gönüllü Kürdün bulunduğu bilinmektedir. Anadulu'nun feşi ile birlikte Türklerin ve Kürtlerin farklı yörelerde kurdukları beylikler, Büyük Selçuklu Sultanlığına bağlı yaşamıştır. Selçuklular Döneminde Kürt Beyliklerinin yerel hakimiyetlerine son verilmiş, yerlerini Türk Beyleri almaya başlamıştır.48

Suriye ile Mısır arasında yer alan ve Yemen'e kadar uzanan Eyyûbî İmparatorluğu (1174-1250) Araplar, Türkler ve Kürtler olmak üzere üç etnik gruptan oluşmuştur. Çoğunluğu teşkil eden Araplar, bürokrasi ve kültürel yönden üstün konumda olmalarına rağmen, siyasî açıdan Türkler ve Kürtler kadar etkin olamamıştır. Şerefneme'de 49 Eyyûbîlerin Kürt asıllı oldukları belirtilmiştir. Eyyûbîlerin kurucusu Necmettin Eyyûp'un oğlu Selâhattin Eyyûbî diye anılan Salâh Yusuf'un annesinin Türk olduğu bilinmektedir. Eyyûbî İmparatorluğunda bölge altın çağını yaşamıştır. Bu dönemde, Hristiyan, Süryani, Müslüman, Türk, Arap ve Kürt hiçbir ayrım yapılmadan bir arada barış içinde yaşamıştır.50

1256-1344 tarihleri arasında, merkezi Tebriz'de olan Moğol asıllı İlhanlılar;

1336-1411 yıllarında merkezi Diyarbakır'da olan İlhanlı Hanedanından Celâyirliler;

1365-1467 tarihleri arasında Türk Boylarından Karakoyunlular:

1467-1502 yılları arasında Diyarbakır'ı Başkent yapan Akkoyunlular bölgeye ve Kürt Beyliklerine egemen olmuşlardır. Hülâgü zamanında İlhanlılar, Bağdatı yakıp yıktığı gibi, bölgedeki Kürtler üzerinde de büyük katliamlar yapmışlardır. Karakoyunlular Kürt Beyleri ile iyi geçinirken, Akkoyunlular çok şiddetli hareketlerde bulunmuş, ileri gelen Kürt Beylerini ortadan kaldırmaya çalışmıştır.

Otlukbeli Savaşında (1473) Fatih Sultan Mehmet'e mağlup olan Akkoyunlu Hükündarı Uzun Hasan, Başkentini Tebriz'e nakletmiş; çekilirken Anadolu'da bulunan birçok Türkmen boy ve oymaklarını da İran'a götürmüş; bu durum, Doğu Anadolu'da Türkmenlerin zayıflamasına ve Kürt beyliklerinin güçlenmesine yol açmış ve bölgenin etnik yapısında Kürtler lehine bir değişim olmuştur.51

Akkoyunlu Devletinin yıkılmasından sonra, Şah İsmail, 1502'de, ilk başkenti Tebriz olmak üzere, İran'da Safevî Devletini kurmuştur. Türk hanedanlığını sürdüren Şah İsmail, Akkoyunlular gibi, Türkmenlere dayanmış, Kürtlere güvenmemiş ve Anadolu'yu Şiîleştirme çabası içine girmiştir.52

Osmanlılar Döneminde Kürtler (1299-1922):

1514'de, Yavuz Sultan Selim'in, Safevî Hükümdarı Şah İsmail'i mağlup ettiği Çaldıran Savaşı sırasında, Safevîlerden rahatsız olan sünni Türkmen ve Kürt Beyleri Osmanlı Ordusunu desteklemiş, dolayısıyla Osmanlı Devleti ile Kürt Beyleri arasında doğal bir ittifak oluşmuştur.53

Çaldıran Zaferinden sonra, aslen Kürt olan ve Kürtler arasında büyük nüfuzu bulunan, büyük alîm ve tarihçi İdris-i Bitlisî Yavuz Sultan Selim'e, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun feşedilmesini; bölgeye büyük Osmanlı birlikleri yollanırsa, halk onların kudret, disiplin ve adaletini görürse bir daha Safevîlere temayül etmesinin imkânsız olacağını bildirmiştir. Yavuz bu görevi, bizzat İdris-i Bitlisî'ye vermiş , büyük alîm de İslâm birliğinin zaruretine inanan Kürt Beylerinin, padişaha canı gönülden biat ettiklerini, Kızılbaşların neşrettikleri dalalet ve bid'at yerine, Ehl-i Sünnet ve Şafiî Mezhebinin gereklerini yerine getirdiklerini, İslâm Sultanının namı ile şeref bulduklarını ve yolu beklediklerini içeren bir mektubu Yavuz Sultan Selim'e göndermiştir.54

İdris-i Bitlisî'nin manevi yardımı ile toplanan 10 bin kişilik Kürt gönüllülerinin de katılımı ile, Şah İsmail'in Birliklerinin kuşatmasındaki Diyarbakır'ı da feşeden (1515) Yavuz, merkezi Diyarbakır olan bir eyalet oluşturmuş ve ilk beylerbeyi Güneydoğu Anadolu'nun fatihi olan Bıyıklı Mehmet Paşayı atamıştır. Diyarbakır'ın Safevî Devletinden alınmasından sonra, büyük alim İdris-i Bitlisî, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki Kürt ve Türkmen beylerinin Osmanlı Devleti'ne itaat etmelerini sağlamıştır. Osmanlı Devleti'ne itaat eden 25 Kürt Beyine bölgelerini yönetmeleri için beratları gönderilmiş, İdris-i Bitlisî'ye de, Diyarbakır temliki ile birlikte, Osmanlının en büyük siyasî makamlarından biri olan ve 1516 yılında tesis edilen “Arap Kazaskerliği” verilmiştir. İdris-i Bitlisî, Yavuz Sultan Selim'in Memlûklulara karşı uyguladığı siyasette de etkili olmuş, Urfa'nın ve Musul'un Osmanlıların eline geçmesini sağlamıştır.55 

Çaldıran Zaferinden sonra Diyarbakır merkez kabul edilerek Musul, Bitis, Mardin ve Harput'un dahil oduğu geniş bir eyalet meydana getirilmiştir. Kanunu Sultan Süleyman zamanında Van'da ayrı bir eyalet daha teşkil edilmiştir. Bilindiği gibi Osmanlı Devleti'nin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyaletler teşkil ediyordu. Diyarbakır ve Van Eyaletlerindeki sancakları, idare tarzı açısından üç ana gruba ayırmak mümkündür.

Birinci grup, klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin edilirlerdi ve her hangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbakır Eyaletin'de Merkez, Amid, Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişgezek sancakları ile Van Eyalet'indeki Erciş ve Adilcevaz sancakları bu tür sancaklardandı.

İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardı. Bunlar klasik Osmanlı sancaklarından farklıdırlar. Sancakların idaresi bölgeye eskiden beri hakim ola-gelen nüfuzlu, eski mahalli beyler ve hanedanlara terk edilmiştir. Hayat boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer yakınlarından biri geçmektedir. Devlete ihanet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde beylerbeyinin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizâmına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbakır Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı 9 adet mevcut idi. Çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Siirt ve Atak Diyarbakır'a; Müküs ve Bergari de Van'a bağlı bu tür sancaklardandır.

Üçüncü grup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların idaresi, fetih sırasında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezi idare karışmaz ve ellerine verilen ahidnâmeler gereğince, azl (makamdan almak) ve nasb (makama tayin) edilemezler. Arazisinde tımar nizâmı gecerli değildir. Dahilde tamamen bağımsız olan bu bölgeler hariçte yani askerî ve siyasî alanda bölgesindeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Yani bunlar, bağımsız birer devlet tarzında değil, sadece icranın başı olan beyin tayini ile arazisinin statüsünün tespitinde müstakil yetkilerle donatılmışlardır. Diyarbakır Eyaletinde Hazzo, Cizre, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan, Hakkari ve Mahmudî sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdır.56

Kanunî Döneminde, Çaldıran mağlubiyetini üzerinden atan Şah Tahmasb yönetimindeki İran, bölgede tekrar etkili olmaya başlamış; Bitlis'te hükümet türü sancakbeyi olarak hüküm süren IV Şeref Han, Osmanlı tarafından topraklarının elinden alınmasından korkarak, 1531 tarihinde Bitlis'in İran toprağı olduğunu ilan etmiş ve Şah'tan Osmanlılara karşı yardım istemiştir. 1533'de Ulemâ Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu Bitlise girmiş, IV Şeref Han başı kesilerek idam edilmiş, yerine, 41 yıl hüküm sürecek olan, oğlu III. Şemseddin'i Osmanlıların Bitlis Sancakbeyi yapılmıştır. Şemseddin Han'dan sonra da , Şeref-Name adlı meşhur Kürt tarihinin müellifi, dedesinin idamından sonra 43 yıl sığındığı İran'da Nahcivan Valisi olarak görev yapan, Şemseddin Han'ın oğlu V.Şeref Han Bitlis Sancak Bey'i yapılmıştır.57

Kürt Bölgelerinin Osmanlı idaresine geçmesi ile, Yavuz Sultan Selim tarafından bu sancaklara verilen, bu günkü modern yönetim literatüründe idarî özerklik olarak vasıflandırılabilecek ikinci ve üçüncü grup sancak statüleri, 1839'da Tanzimat Fermenı'nın ilanından sonra, merkezi yönetim anlayışına uygun olarak yapılan idare reformuna kadar devam etmiştir.

Osmanlı'da Tanzimat Döneminde Kürtler:

1839'da Tanzimat'ın ilanı ile birlikte Osmanlı'nın taşradaki yönetim yapısı merkezîleştirilmiştir. Tanzimat'tan önce sancaklara, yani livalara vilayet denildiği halde, yapılan değişiklikle eyalet yerine vilayet terimi kullanılmış ve taşra teşkilâtı; vilayetlere, vilayetler livalara/sancaklara, livalar/sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere ve nahiyeler köylere ayrılmıştır. Livaların/sancakların başında mutasarrıflar, kazaların başında kaymakamlar, nahiyelerin başında nahiye müdürleri ve köylerde ise muhtarlar görevlendirilmiş ve bu idarî teşkilât bazı değişikliklerle bu günkü yönetimin de temelini oluşturmuştur. Köyler hariç, taşra teşkilâtının her kademesine merkezden bürokratlar atanmıştır. Tımar ve zeamet sistemine dayalı ücret sisteminden arındırılmış bürokratlar, merkezden maaş almaya başlamıştır.58

Rumiye Gölünden Fırat boylarına kadar uzayıp İran Azerbeycan'ının bir kısmı ile Doğu Anadolu'nun büyük bir bölümünü içine alan ve boydan boya Türkmen, Kürt Beyleri ve Nasturîlerle meskûn olan bölgenin adı kayıtlarda 1842 tarihinden itibaren, Kürdistan olarak geçmeye başlamıştır. Kürdistan'ı en iyi tanıyan ve bu bölgede başarılı hizmetler sunan seçkin kişilerden Esat Paşa merkezi Erzurum olmak üzere Kürdistan Valiliğine, Korgeneral Sabri Paşa Diyarbakır Kaymakamlığına, Mustafa Paşa birleştirilen Cizre, Bohtan ve Mardin kazalarının kaymakamlığına atanmış ve 1852 yılında da Kürdistan Eyaleti oluşturulmuş; eyalet merkezi de Erzurum olmuştur.59

1842' de Cizre Sancak Beyi Bedirhan Bey Hakkari'de asayişi bozucu hareketlerde bulunmuş; görüşmeler sonuç vermeyince güce başvurulmuş; Bedirhan Bey 1846 yılında teslim olmuştur. Bedirhan ve ailesi Girit'e sürgün edilmiştir.

Klasik sancak statüsüne tabi Hakkari'ye sancak beyi olarak tayin edilen, yerli halktan Nurullah'ın suistimalleri nedeniyle 1846'da üzerine Van ve Muş'tan birlik sevkedilmiş; Tebriz'deki İngiliz Konsolosluğuna sığınan Nurullah, İran'la yapılan görüşmeler sonunda Şemdinliye dönmüş, oradan da 1849'da Girit'e sürgün edilmiştir.

1864 ve 1870 yıllarında çıkarılan nizamnamelerle Yavuz ve Kanunî dönemlerinde oluşturulan yönetim yerine, merkezî otoritenin güçlü kılınması adına bürokratik yapı oluşturulmuştur. Merkezi yönetimi güçlü kılmak için alınan tedbirler, Kürtleri istismar etmek için çalışan ülkelerin ekmeğine yağ sürmüş; Rusya'da 1860'larda St. Petersburg'da Kürdoloji bölümü kurulmuş; İngilizler de Kürtlerden yararlanmak için çalışmalar başlatmışlardır. Kürtlerin, kökenine dair değişik görüş, tez ve teoriler ortaya konulmuştur.60

Kasr-ı Şîrîn anlaşmasının imzalandığı 17 Mayıs 1639'a kadar İran'ın karıştırma girişimlerinin hedefi olan Kürt ve Ermeni bölgeleri, huzurlu bir dönemden sonra, 1839 Tanzimat fermanından sonra, merkezden yönetim tedbirlerinin bölgede yarattığı memnuniyetsizlik de tahrik edilerek, Rusya, İngiltere ve Fransa tarfından karıştırılmaya başlanmış; bölgede asayiş menfi yönde etkilenmiştir.

Osmanlı'nın Son Döneminde Kürtler:

1877-1788 Osmanlı Rus Harbine, Bedirhen Beyin oğullarından; Bedri Bey Şam'dan üç bin, Hüseyin Kenan Bey Adana'dan üç bin 800, Ali Şamil Bey İstanbul'dan üç bin gönüllü toplayarak katılmıştır. Ancak sonuç gerek doğu ve gerekse batı cephesinde hüsranla sonuçlanmış ve bilhassa Doğu Anadolu'da Ermeni çetelerinin bağımsızlık amacıyla başlattıkları terör eylemleri, asayişi bozmuş ve Kürt halkının güvenliğini menfi yönde etkilemiştir. Ermeni çetelerinin eylemlerine karşı, II. Abdülhamid, 4. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşayı görevlendirmiştir. Zeki Paşanın bölgedeki tecrübelerine dayalı tekliflerini dikkate alan II. Abdülhamid, terörü önlemek ve büyük devletlerin Ermeni çetelerine arka çıkmasına mani olmak, Doğu Anadolu'da merkezi yönetimin otoritesini pekiştirmek, muhtemel bir Rus taarruzuna karşı bölge savunmasını güçlendirmek amacıyla Kürt aşiretlerinden yararlanmak istemiştir. Bu maksatla, bölgedeki aşiret mensuplarından; 17 ve 40 yaşındaki erkeklerden, başlangıçta 21 Hamidiye Alayı (aşiret/Kürt Alayları) kurulması planlanmış, gösterilen ilgi nedeniyle alay sayısı; 1892'de 45, 1893'de 56 ve 1902'de 65'e ulaşmıştır. 13 Mart 1896 tarihinde yayınlanan 121 maddelik kuruluş kanuna göre de; alayların sayısı en az dört, en fazla altı bölükten oluşacağı ve aşiretlerin nüfusuna göre alay mevcutlarının da asgari 512, azamî 1152 olması öngörülmüştür. Bu projenin gerçekleştirilmesi ile, hem bölgedeki aşiretler üzerindeki devletin etkinliği arttırılmış, hem de Ermeni eylemleri önlenmiştir. Nitekim, kendi adını vererek bu alayları himayesine alması, bir defaya mahsus olmak üzere çeşitli suçların affedilmesi, aşiret reislerinin halifeyi ziyaret ederek bağlılıklarını bildirmesi, bölge halkının merkezî hükümete sempati beslemesine yol açmıştır. Ayrıca aşiretlerde ileri gelen ailelerin çocuklarının askerî okullara kabul edilmesi, bölgeye gezici öğretmenler ve vaizler gönderilerek bölge halkının eğitimine önem verilmesi halifeye olan bağlılığı arttırmıştır.61

Hamidiye Alayları Ermeni çetelerine ve I. Dünya Harbinde de Ruslara karşı Osmanlı Ordusunun içinde başarılı mücadeleler vermiştir. Sevr Anlaşmasında Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerel otonomi verilmesi düzenlenmiş olmasına rağmen, Lozan görüşmelerinde, başta Kürt din adamları olmak üzere Kürt milletvekilleri, “Türklerle din ve soy kardeşiz ayrılmayız” diye diretmiştir. Ayrıca Alayların teşkil edildiği 1892 yılından, 1924 yılına kadar, bölgede devlet aleyhine, Kürtlerden kaynaklanan asayiş olayı olmamıştır.

Cumhuriyet Döneminde Kürtler:

Cumhuriyetin tek parti döneminde, seküler kavmiyetçi Türk milliyetçiliğinin hakim olduğu ulus-devlet anlayışına dayanan merkeziyetçi devlet idaresinin Kürtler üzerinde uyguladığı dini ve etnik baskı sonucunda 1924:1938 yılları arasında, Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Dönemlerinde hükümet tipi sancak statüsü verilen Kürt Bölgelerindeki aşiretler tarafından 20 büyük ayaklanma vuku bulmuştur.62 Bu dönemde homojen ulus yaratma gayretinde olan resmî ideoloji, Türk-Kürt ayırımının keskinleşmesi için fahiş hatalar yapmıştır.

Lozan Antlaşmasında belirlenemeyen Türkiye-Irak Hududu, çözülemeyen Musul meselesi; İngiltere'nin meseleyi lehine çevirmek için sınır bölgelerindeki aşiretleri tahrik etmesine; Türkiye'nin ise, Haziran 1926 tarihine kadar statü halindeki Irak Sınırının, Misak-ı Milli esaslarına göre yeniden belirlenmesini temin amacıyla, sınır bölgelerinde otorite tesisi için, ayaklanma girişimlerinde aşırı güç kullanmasına sebep olmuştur. Bu milli sorun ve buna dayalı dış tahrikler ile başlatılan inkılaplara karşı devrim kuşkusunun, Kürt polikalarının belirlenmesinde, etkin rol oynadığını göz ardı etmemek gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki dış tahrik ve karşı devrim endişesi karşısında oluşan korunma iç güdüsü, Türk-Kürt ilişkisinin bozulmasında belirleyici etken olmuştur.

Saltanatı ve Hilafeti kaldırarak Osmanlı Hanedanının iktidarına ve Halifeliğe son veren Cumhuriyet Yönetiminin, Devletteki saltanatın küçültülmüşü olan Aşiret ve Sancak Beyliklerindeki saltanatlar ve aşiretlerdeki hanedanlıklar ile dini lider konumundaki Seyit ve Şeyhlerin hakimiyetlerine müsaade etmesi inkılapların temel felsefesi ile bağdaşmıyordu.

03 Mart 1925 tarihinde kabul edilen “Takrir-i Sükûn Kanunu” ile Diyarbakır'da ve Ankara'da kurulan İstiklal mahkemelerinin suçluları, irticai faaliyette bulunanların elebaşları ile saltanatlarını sürdürmek için ayaklanan aşiret ileri gelenleri idi.

Devlette, bu gün de evham halinde devam eden Kürt Bölgesinin Türkiye'den koparılma ve Irak sınırının aleyhimize değiştirilmesi endişesi, Cumhuriyetin ilk dönemlerindeki tedbirlerin tekrar devreye sokulmasının sebebi olarak görülmelidir.

Tek parti iktidarının oluşturduğu resmî ideoloji; Kürtlerle ilgili tüm tarihî ve sosyolojik araştırmaları önlemeyi başarmış, ölü dilleri öğreten filoloji bölümleri açtırmasına rağmen, yaşayan bir dil olan ve binlerce insan tarafından konuşulan Kürtçe'nin öğretilmesini yasaklarken, dış ülkelerde Kürtçe öğreten ve Kürtlerin menşeini araştıran enstitüler kurulmuştur. Kürtçe'nin yasaklanması, bu yasağa uyulması için memurlar görevlendirilmesi, yakalanan ve Kürtçe'den başka dil bilmeyen Kürtlerin konuştuğu her Kürtçe kelime için beş kuruş para cezası ödemesi, homojen toplum oluşturma hayallerinin mahsülü olmuştur. 1930'lu yıllarda bir koyun elli kuruşa satılırken beş kelimelik iki cümleyle meramını ifade etmek zorunda kalan bir Kürt bir koyun değerine eşit para ödemek zorunda bırakılmıştır.63

Resmî ideoloji, çok partili dönemde de devam etmiş ve1980'lerin başına kadar Kürdüm demek yasaklanmış, Kürtçe diye bir dilin varlığı inkâr edilmiş, Kürtçe Türkçe'nin bir lehçesi sayılmıştır.

İşin farkına varan ve Kürt varlığını tanıma girişiminde bulunan Merhum Turgut Özal ve diğer üst düzey siyasetçiler, büyük tepkiler almışlardır.

Türklerin ve Kürtlerin müşterek tarihinde, Kürt varlığının tanındığı dönemlerde, Devlet ile bölge insanı arasında sorun olmamıştır.

Günümüzde Kürt Bölgelerinde Yaşanan Sorunlar:

Kürt halkının, devletin güvenlik güçlerinden ve terörislerin baskılarından çektikleri sıkıntıları düşünmeden, kendimizi onların yerine koymadan, sadece Kürtlerin bu gün ortaya çıkan taleplerini düşünmek de çözüm için tarafsız yaklaşmayı engeller.

Her şeyden önce bilinmelidir ki, kentte, köyde, mezradaki insanlar büyük bir güvenlik krızi yaşamaktadırlar. Onlar, korumalı lojmanlarda ve silahlı güçlerin güvenlik şemsiyesinde yaşamıyorlar, her an burunlarına bir namlulunun doğrultulması endişesi ile hayatlarını idame ettiriyorlar. İnsan hakkının en birincisi yaşama hakkıdır. İnsanın yaşamı güvende değilse, nefsi müdafaa başlar. Yani, insan artık yapacaklarından sorumlu tutulmaz. Mal emniyeti, neslini devam ettirme emniyeti, inancını yaşama güvencesi yoksa ve kendini ifade etme özgürlüğünden mahrumsa, insan yaptıklarından dolayı mazurdur. Biz önce bunu düşünmeliyiz.

Resmi raporlardan çıkarılan aşağıdaki bilgilerin, terörle mücadele adına bölge insanının maruz kaldığı baskıların boyutunu anlatmaya yeterli olduğu kanaatindeyim.

19 Temmuz 1987 tarihinde Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Bingöl, Van, Tunceli, Mardin ve Siirt'i içine alan bölgede 'olağanüstü hal' ilan edildi. Zamanla farklı illere de yayılan süreç 30 Kasım 2002 tarihine kadar devam etti. 15 yıllık OHAL süreci bölgeyi derinden etkiledi. Yaşanan süreçten en fazla siviller zarar gördü. Milli Savunma Bakanlığı tarafından 28 Şubat 2003 tarihinde açıklanan rakamlara göre, bu süreçte meydana gelen silahlı çatışmalarda 5 bin 105 sivil hayatını kaybetti. Yaralananların sayısı ise 5 bin 887 olarak açıklandı. Bölgede meydana gelen mayın ve bombalamalarda 572 sivil yaşamını yitirirken, 864 sivil yara aldı.”64

Adalet Bakanlığı'nın 23 Mayıs 2003 tarihli resmi verilerine göre, söz konusu dönemde bin 248 siyasi cinayet işlendi, 194 kişi ise ortadan kayboldu. Bu cinayetlerden bazıları toplumu derinden etkiledi. Bu süreçte yaşanan Musa Anter, Vedat Aydın suikastları PKK'ya büyük ivme kazandırdı. Terör örgütü bu suikastları propaganda malzemesi olarak kullanarak gücüne güç kattı. Bakanlığın 23 Mart 2003 tarihli verilerine göre ise bin 275 kişi işkence iddiası ile resmi kurumlara başvurarak şikâyetçi oldu. Bin 17 kamu görevlisi hakkında kötü muameleden dolayı 296 dava açıldı. 55 bin 371 kişi gözaltına alındı. 42 bin 795 kişi yargılandı, bunlardan 4 bin 799'u mahkûm oldu. Hak ihlalleri ve gördükleri kötü muamele yüzünden devlete sırtını dönen insanlar kendilerini örgütün kucağında buldu.”65

İnsan Hakları Meclis Araştırma Komisyonu'nun 1998 yılında açıklanan raporu, Kasım 1997 yılı itibarıyla OHAL ve mücavir alanı kapsayan bölgede 905'i köy, 2 bin 523'ü mezra olmak üzere toplam 3 bin 428 yerleşim biriminin boşaltıldığını ortaya koyuyor. 378 bin 335 kişi yerinden edildi. İçişleri Bakanlığı ise 2005'te yaptığı bir çalışmada 357 bin kişinin şiddet olayları yüzünden yer değiştirdiğini aktarıyor. Büyük şehirlere göç eden insanlar, kent varoşlarında çaresizlik, işsizlik ve yoksulluk içindeki çocuklarını örgüte kaptırdı. Terör örgütü halen Diyarbakır gibi kentlerde uyguladığı provokasyonlarda varoşlardaki çocukları ön saflara sürüyor.”66

Bölgeden Hatıralarım:

1990:1992 yıllarında Malazgit'te Alay Komutanlığı yaptım. Terörün tırmandığı yıllardı. Malazgirt OHAL Bölgesine dahil değildi. Alayımızın Muş-Patnos Kara yolunun güvenliğini sağlamak dışında ve bir de il idaresi kanunun belirttiği hallerde, Muş Valisinin talep etmesi dışında asayiş görevi yoktu. Kendi kışlamızın emniyetini alıyor, askeri herhangi bir vasıtanın geçeceği zamanlarda da yol emniyetini sağlıyor ve eğitimimizi sürdürüyorduk. Birkaç anımı burada nakletmek istiyorum.

Malazgit'te haftada Birkaç kez kepenk kapatma eylemi oluyordu. Aldığımız duyumlara göre, 10-12 yaşlarındaki çocuklar esnafı dolaşıyor, akabinde kepenkler indiriliyordu. Esnafın ileri gelenleri ile ve de özellikle ticarî ilişkimiz olan esnafla yaptığımız görüşmelerde, çocukların sözüyle neden kepenklerini kapattıklarını sorduğumda; “kepenlerimizi kapattığımız için siz en fazla bizi tutuklattırıp hapsettirirsiniz, ama kapatmaz isek, örgüt ailemizi yok eder, ocağımızı söndürür” demişlerdi. Bu korku, hem itaat ettiriyor hem de destek verdirttiriyordu.

1991 yılı sonbahar tatbikatında, Patnos Doğusunda bir bölgeye ordugaha çıkmıştık. Komşu köylerin birinin muhtarı ziyaretimize gelmişti. İçinde bulundukları durumu tasvir ederek ve üç oğlu olduğunu belirterek; “birini Türkiye Cumhuriyetin'de, ikincisini İran'da askerlik yaptırdım. Üçüncüsünü de PKK'ya gönderdim, buraya hangisi egemen olursa kendimizi garanti etmiş olacağız” demişti de, bölge gerçeğinin karşısında Devlet otoritesinin ve vatandaşlarına sağlayabildiği güvenlik şemsiyesinin ne derece yetersiz kaldığını üzülerek anlamıştım.

Bölge insanının güvenliğini sağlamak terörle mücadelede güvenlik güçlerinin birinci hedefi olmalıdır.

Malazgirt Köylerinden Devlete bağlılığını korkusuzca gösterebilen bir grup Muhtar makamımızı ziyarete gelmişlerdi. Kendilerine bölge insanını devlete karşı husumet içinde görüyorum, bunun sebebi nedir diye sordum. Birisinin verdiği cevapla irkildim. “Güvenlik güçleri, 'A' Köyünde şu adreste teröristler barınıyor diye, bir duyum alıyor. Sonra geliyor, köyü kuşatıyor. Duyum aldığı adresteki evi arıyor, fakat teröristi bulamıyor. Erkek-kadın, yaşlı-çocuk demeden bütün köylüyü köy meydanında topluyor. Sonra, genç erkekleri, teker teker çekerek duvar arkasında dövüyor. Dayak yiyen insanların bağırmalarını, orada bulunan kadın çocuk herkes duyuyor. Bu duruma şahit olan çocuklar ve insanlardan devlete karşı nasıl bir duygu içinde olmasını beklersiniz?” demişti.

1991 yılında yapılan genel seçimler öncesindeydi. Malazgirt köylerindeki seçim sandıklarının güvenliğini alma görevi verilmişti. Köyleri keşfe çıkmıştım. İlk gittiğim köy Beşçatak Köyüydü. Yol köyün ortasından geçiyordu. Araçlarımızla köye girdiğimizde, bir anda yolun iki tarafında oynayan 4-5 yaşlarındaki çocuklar dahil, açıkta bulunan herkes çil yavrusu gibi dağılmış ve evlerine girmişti. Birkaç dakika içinde ortalıkta kimse kalmamıştı. İnsanların evlerine kaçmaları için askeri araçların görünmesi yetmişti.

Batıda bir köye giren askeri aracın çevresini önce çocuklar, sonra büyükler çevirirler ve samimi bir kaynaşma olur.

Eskiden doğuda da böyleydi. İlk şark görevim sırasında, 1969 yılında, Ağrı'nın Hamur Kazasının güneyinde bir köyün, Babo Köyünün yanında son bahar tatbikatına çıkmıştık. Toçu Batarya Komutanıydım. Sahra mutfağında pişirdiğimiz öğle yemeğini askere dağıttıktan sonra, kalanları açtırdığımız bir çukura dökmüştük. Yemek kuru fasuye idi. Biraz sonra yakınımızdaki Köyden 8-10 çocuğun, çukura döktüğümüz yemekleri avuçları ile alıp yediklerini gördüm. Teğmendim. Gençtim. Burada ilk öğle vakti geçiyordu. Usul böyle olmasına rağmen yemeği döktüğümüze çok üzülmüştüm. Daha sonraki günlerde, o çocuklarla yakınlık kurduk. Artık yemeklerimizi dökmüyorduk. Yemek vakti gelemeseler de biz geldikleri zaman vermek üzere artan ekmek ve yemeklerimizi saklıyorduk. O zaman çocuklar bizden kaçmıyorlardı. Birliğimizin içinde dolaşırlardı. Aradan geçen 22 sene bölge insanı ile asker arasındaki irtibatları nasıl koparmış.

Güven vermesi gereken asker, buralarda korku ve endişe kaynağı oluyor. Bu tablo düşünmemiz gereken önemli bir noksanlığımızdır.

Devlet ve onun görevlileri, mutlaka adaleti ve hakkı korumalıdırlar. Devlet, kurunun yanında yaşı da yakamaz. Suçluyu, toplumun içinden kimseye zarar vermeden cımbızla çeker gibi çekip almalıdır. Biz, bir gemide dokuz suçlu bir masum bulunsa, bir masumun hatırına geminin batırılmasını yasaklayan bir adalet anlayışı emreden bir medeniyetin temsilcisiyiz. Hem, Devletin güvenlik güçleri korku ve endişe kaynağı olacak, sonra dönüp terörün dağ kadrolarına eleman verilmesine şaşıracağız. Evvela devlet yanlışını düzeltmelidir.

Burada, Osmanlı İmparatorluğunun manevî kurucusu Şeyh Ede Balı'nın Osman Bey'e vasiyetini hatırlamakta fayda var :

EY OĞUL, BEY'SİN

Bundan sonra öfke bize, UYSALLIK SANA,

Güceniklik bize, GÖNÜL ALMAK SANA,

Suçlamak bize, KATLANMAK SANA,

Acizlik bize, yanılgı bize, HOŞGÖRMEK SANA,

Geçimsizlik, çatışmalar,uyuşmazlıklar,

anlaşmazlıklar bize, ADALET SANA,

Kötü göz, haksız yorum bize, BAĞIŞLAMAK SANA,

EY OĞUL

Bölmek bize, BÜTÜNLEMEK SANA

Üşengeçlik bize, UYARMAK, GAYRETLENDİRMEK, ŞEKİLLENDİRMEK SANA,

EY OĞUL,

Sabretmesini bil, vaktinden önce çicek açmaz,

Şunu da unutma, insanı yaşat ki, DEVLET YAŞASIN67

Bu öğütlerle Beylik, imparatorluğa dönüştü ve 600 sene dünyaya düzen verdi. Coğrafyamız İmparatorluklar coğrafyasıdır. Aynı ilkeleri devlet yönetim felsefesi olarak uygulayabilsek, Türkiye Osmanlı İmparatorluğunun bıraktığı yerden başlayabilir...

Etnik Kavmiyetçi Terörün ve Siyasî Oluşumların Amaçları:

Buraya kadar Kürtlerin siyasî ve Sosyal tarihi ile Osmanlı Dönemi Türk-Kürt ilişkilerini özetle ortaya koymaya çalıştık. İhtilafın kaynağında, tarafların azınlığını oluşturmalarına rağmen, aşırılığı temsil eden etnik Türk ve Kürt milliyetçileri bulunmaktadırlar.

1978 yılından itibaren aktif olan terör örgütü ile 1990 yılından itibaren sahneye çıkan etnik Kürt milliyetcisi siyasi partilerin amaç ve isteklerine de göz atmakta yarar görüyorum.

PKK ne istiyor?

Amacı:

PKK (Partiya Karkaren Kürdistan/Kürdistan İşçi Partisi) Irak, Suriye ve İran'ın belirli kesimleri ile Kuzey Kürdistan olarak tanımladığı Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerini içine alacak şekilde “Devrimci, Sosyalist ve Bağımsız Birleşik bir Kürt Devleti” amaçlamıştır.68

İdeolojisi:

Örgütün ideolojisi; Marksizm-Leninizmin yanı sıra Maoculuğun etnik milliyetciliğini içermiştir. Klâsik Marksizm-Leninizm'e, kırsalda gerilla taktiği, köylü ayaklanması ve etnik Kürt Milliyetçiliği, teknik ve taktikleri örgüt tarafından eklenmiştir. Böylece, örgüt; temelini, Kürtçülüğe, çatısını Marksist-Leninist ideolojiye; taktiğini Maoculuğa, yani kırsalda teröre ve köylü ayaklanmasına , inancını zerdüşlük ve yezidiliğe dayandırmıştır.69

Stratejisi:

PKK belirlediği siyasi amacına ulaşmak için, her Kürk toplumunun bulunduğu ülkede;

·         Öncelikle siyasî özerklik içeren bir yönetime kavuşmayı,

·         Müteakiben bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını,

·         Daha sonra da Kürt Devletlerinin bir araya getirilmesi ile “Birleşik Büyük Kürdistan Devleti” nin teşkilini öngörmüştür.70

Planı:

Hedefine ulaşmak için de:

·         Örgütlenme,

·         Yerleşme,

·         Eylem,

·         İç savaş,

·         Bağımsız Bölgesel Kürt Devleti,

·         Bağımsız Birleşik Büyük Kürt Devleti,

Safhalarını içeren bir planı uygulama safhasına koymuştur.71

Uygulama:

·         PKK, 27 Kasım 1978 tarihinde Diyarbakır'ın Liçe İlçesinin Ziyaret Köyünde Kurulmuştur.72

·         1979'da Suriye'ye açılan örgüt, Lübnan'ın BEKAA Vadisinde eğitim kampı kurmuştur.

·         Önce Diyarbakır, Şanlıurfa ve Gaziantep illerinde, daha sonra da Mardin'i merkez haline getirmek suretiyle 15 Ağustos 1984 tarihine kadar bölgeye yerleşmiştir.

·         15 Ağustos 1984 tarihinde Eruh ve Şemdinli Baskınları ile eylemlerini başlatmıştır.

·         Örğüt 1990'da Botan'da (Hakkari -Şırnak) direnişin son aşamasında, gerillanın yerini düzenli birliklerin alması ve bölgenin kurtarılmasını planlamıştı.73

·         1992 Nevruzunda, 21 Mart'da halk ayaklanmasının uygulama alanına sokulmasına teşebbüs edilmiş, ancak güvenlik güçleri buna müsaade etmemiştir.

·         Örgüt, 1992'den ve ABD'nin Birinci Körfez Harekâtından itibaren üs ve eğitim tesislerini Kızey Irak'a yerleştirmeye başlamış, aynı yılda İran'a karşı PJAK oluşturulmuş, Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra da tamamen Kuzey Irak'a yerleşmiştir.

·         Güvenlik güçlermizin etkin gayretleri ve Örgüt liderinin ele geçirilmesi sonucu aktivitesini kaybeden PKK, ABD'nin Irak'ı işgalinden sonra tekrar etkili eylemlere başlamıştır.

Demokratik Toplum Hareketinin (DŞ)Talepleri:

Leyla Zana ve arkadaşlarının yanı sıra, HEP, DEP, HADEP, DEHAP, ÖTP genel başkanları ile Abdullah Öcalan'ın avukatlarının da katıldığı; DEP'lilerin, oluşturdukları Demokratik Toplum Hareketi'nin, 27 Aralık 2004 tarihinde Diyarbakır'da yapılan tanıtım toplantısında, Kürt sorununun demokratik çözümü için öncelikli hedefler şöyle açıklanmıştır:74

·         Kürt kimliğinin yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması,

·         Kürtlerin Cumhuriyet'in asli anayasal vatandaşları kabul edilmesi.

·         Dil ve kültürel hakların yasal güvenceye kavuşturulması.

·         Radyo, TV ve diğer basın yayın araçları üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması.

·         Temel eğitimde Kürtçenin seçmeli dil olması, ortaöğretimde Kürt kültürü ve Kürt edebiyatının öğretilmesi, yükseköğretimde ise bu amaçla okullar kurulması.

·         Kürtlerin siyasete katılımının sağlanması.

DTP Ne İstiyor :

Demokratik Toplum Partisi DTP, 08 Kasım 2008 tarihinde yaptığı kongresinde “Türkiye'nin Demokratikleşme ve Kürt Sorununda Çözüme Dair Siyasi Tutum Belgesi” olarak ve “Demokratk Özerklik Projesi” adıyla ortaya koyduğu belgede, Türkiye'nin siyasî ve idarî yapısında reform istiyor ve Kürt sorunu için çözüm modeli öneriyor.

(Türkiye’deki siyasi-idari yapılanmanın köklü bir reformla ele alınarak değiştirilmesini kaçınılmaz görmektedir.

Her ulus için ayrı bir devlet talep etme gibi felsefik ve konjönktürel gerçeklikten uzak ve halkların birbirini boğazlamasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleyecek siyaset anlayışı yerine, halkların demokratik birliğini esas alan, demokrasiyi genel bir meclise hapsetmeyen, halkın tartışma ve karar mekanizmalarına katılımını kolaylaştıran, toplumun temel bütün sorunlarını en iyi şekilde ve yerinde çözüme kavuşturacağı bir siyasi ve idari yapılanma modeli, kendini büyük bir ihtiyaç olarak dayatmaktadır.

Ülke bütünlüğü içinde halkın yerelde söz ve karar sahibi olmasını sağlayacak ve tüm farklılıkların kendini özgürce ifade edebileceği düzeyde özerklik kazanması temeline dayanan modelin çağdaş kavramlaştırılışını “demokratik özerklik” biçiminde tanımlamaktadır. Demokratik öz yönetim anlamına gelen demokratik özerklik, Demokratik Cumhuriyet’in içinin doldurulmasıdır.”

Demokratik Özerklik;

Salt “Etnik” ve “Toprak” temelli özerklik anlayışı yerine kültürel farklılıkların özgürce ifade edildiği bölgesel ve yerel bir yapılanmayı savunur,

Bayrak” ve “Resmi Dil” tüm “Türkiye Ulusu” için geçerli olmakla birlikte her bölge ve özerk birimin kendi renkleri ve sembolleriyle demokratik öz yönetimini oluşturmasını öngörür,

Bu idari modelde, ademi-merkeziyetçilik işletilerek birbiriyle yoğun bir şekilde sosyo-kültürel ve ekonomik ilişki içinde bulunan komşu illeri kapsayan ve il genel meclislerine benzer bir şekilde seçimle iş başına gelen bir bölgesel meclis; merkezi hükümet tarafından yürütülecek dış işleri, maliye ve savunma hizmetleri ile merkezi ve bölge yönetimlerince birlikte yürütülecek emniyet ve adalet hizmetleri hariç ;eğitim, sağlık, kültür, sosyal hizmetler, tarım, denizcilik, sanayi, imar, çevre, turizm, telekomünikasyon, sosyal güvenlik, kadın, gençlik, spor gibi hizmet alanlarından sorumlu olacaktır.

Bu yapı fedaralizmi ya da etnisiteye dayalı özerkliği ifade etmez;  merkezi yönetimle iller arasında kademelendirilmiş demokratik bir yeni idari takviyedir. Bölgelerin her biri o bölgenin özel adı veya bölge meclisinin yetki sınırları içinde bulunan en büyük il in adıyla anılacaktır.

Bu modelde il valileri, hem merkezi hükümetin hem de bölge yürütme kurulunun aldığı kararları uygulamakla görevlidir. Bakanlıkların taşra teşkilatları da aynı prosedüre tabi olacaklardır. İl Genel Meclisleri, Belediye ve Muhtarlıklar gibi diğer idari yapılar varlığını korumaya devam edeceklerdir.

Özcesi Türkiye’de kurulacak Bölge Meclisleri -ki sayısı 20-25 olabilir- , TBMM ile iller arasında işleri kolaylaştıran, halkın yönetime daha fazla katılımını sağlayan çağdaş, demokratik bir siyasi ve idari yapılanmadır.

Özellikle Anayasadaki mevcut “ULUS” kavramının etnik vurgularla değil, demokratik uluslaşmanın bir ifadesi olarak “TÜRKİYE ULUSU” ortak aidiyetiyle yeniden tanımlanmasını zorunlu görür.)75

DTP özetle, idarî özerklik istiyor.

Sonuç olarak;

1974'den itibaren örgütlenen, seküler etnik Kürt milliyetçileri, 1978'de oluşturdukları illegal terör örgütü PKK ve 1990 yılından itibaren legal olarak kurdukları sırasıyla HEP, DEP, HADEP, DEHAP, DŞ ve DTP ile radikal taleplerde bulunmuşlardır.

PKK ve seküler etnik Kürt Kavmiyetcisi legal siyasi oluşumlar da, Cumhuriyet Yönetiminin baştan beri karşı olduğu Kürt Feodal yapısı ile Seyyit ve Şeyhlerin temsil ettiği dini otoriteye, karşı bir ideolojik anlayışa sahip bulunmaktadırlar. Yani, hem terör örgütü, hem de etnik Kürt Milliyetçisi partiler, Kürt aşiretlerinden ve dini liderlerinden taban bulamamaktadır. Tabanlarını, Feodal yapının ve bölgedeki dini liderlere bağlı olanların dışında kalan gariban ve Zerdüşlükle Yezidiliği, ata dini olarak kabul eden, inanç yoksunu, küçük bir azınlık oluşturmaktadır.

PKK'ya, kuruluş aşamasında, Devletin kılavuzluk ettiğine dair bazı emareler bulunmaktadır. Böyle bir şey var ise sebebi, ulus-devlet anlayışının, bölgedeki hakim güçlere altarnatif bir siyasî oluşum meydana getirmek düşüncesinden kaynaklanabilir.(Bu iddialar mutlaka ciddiye alınara incelenmeli. Doğru ise müsebbipleri vatana ihanetten yargılanmalıdır.)

Bu nedenle, Kürtlerin büyük çoğunluğu, Kürt Milliyetçiliğini benimsese de, seküler etnik kavmiyetçi Kürt milliyetçiliğini reddetmekte ve Türkiye'den ayrılmak ve ayrı bir devlet olmak fikrini benimsememektedirler.

Tarihi süreç içinde ve günümüzde yapılan anketler ve Kürt yoğunluklu bölgelerde siyasî partilerin oy dağılımı dikkate alındığında Kürtlerin isteklerini aşağıdaki başlıklar altında özetleyebiliriz.

·         Kendi mülklerinde güven içinde hayat sürmek:

Öncelikle; Evrensel insan hakları çerçevesinde, bölgesel sorunlara ve asayiş meselelerine Devletin Hukuk çizgisinde ve adaletle yaklaşması;

Sonra da; bölgesel sorunları abartarak dış odakların da tahriki ile oluşan PKK ve benzeri silahlı terör örgütlerine karşı, devletin güvenlik kuvvetlerinin, bölge halkına yeterli koruyucu güvenlik şemsiyesini oluşturması, çoğunluğu teşkil eden bölge halkının Devletimizden beklentisidir.

·         Etnik Kimliklerinin tanınması;

Ulus-Devlet anlayışı içinde, Kürt varlığını yok saymak, etnik farklılığın bölücülüğe dönüşmesine sebep olmuştur. Ayrı bir kavim olarak Kürt varlığı tarihi bir gerçektir. Kökleri nereye dayanırsa dayansın lisanı ile, kültürü ile, tarihi ve coğrafî dayanakları ile bu varlığı inkar etmek meseleyi çözümsüzlüğe ve devleti gerçekten bölmeye götüren yanlış politikalar olduğunu kabul ederek; kültürel kimliğin tanınması, bu kimliğin öğrenilip geliştirilmesi için müesseselerin oluşturulması yasal güvence altına alınmalıdır.

Mahalli idarelerin yetkileri arttırılarak, kontrollü bir idarî özerkliğin tesisi, bu alanda verilecek özgürlüklerin yerleşmesine ve devletin samimiyetinin işareti olabilecektir.

Sınır ötesi Kürt varlığının da, sınır ötesi Türk varlığının tanındığı gibi tanınması ve oluşumlara dost ve kardeşçe yaklaşılması da özlenen devlet politikası olarak beklenilmektedir.

·         İnançlarına müdahalelerin önlenmesi;

Türkler ile Kürtler arasındaki müşterek değerlerin ve tarihi birlikteliğin temelini İslâm dini ve inanç birliği oluşturmuştur. Din milli birliğin de en önemli harcıdır. Dinin, milli vicdanlarda yükselen bir değer olarak yer alması; Devletin güvenlik ve bekası, Milletin huzur ve refahı için olumlu bir gelişme olarak kabul edilip; inanç üzerindeki baskıların kaldırılması ve kardeşliğin geliştirilmesinde ön plana çıkan değer olarak benimsenmesi de bölge insanının devletten en önemli beklentilerindendir.

İkinci Şark (1990) görevimde, Alay Komutanı olarak Malazgirt Kaymakamını makamında ziyaret için, Kaymakamlığa gitmiştim. Adliye de aynı binanın içinde olduğu için, dış kapıdan itibaren koridorlar kalabalıktı. Gelişimin, aracımın ve hareketliliğin farkına varılmaması mümkün değildi. Ama kimse istifini bozmuyordu. “Selâmün Aleyküm” diye selam verdim. Orada bulunan ve başlangıçta görmezlikten gelen insanların hepsi de ayağa kalkarak ve cephe alarak benim selamıma karşılık verdiler. Aramızda iletişim kurulmuştu. Şehirdeki camilerde kıldığım cuma namazları sonunda da, cemaatten aynı sıcak ilgi ve tezahüratı hep gördüm.

Merkezden görevlendirilen mülkî, adlî ve askerî bürokratların bölge insanının inanç ve değerlerini paylaşan, her mekanda birlikte olan, duygu ve düşüncelerini paylaşabilen, idealist, çalışkan ve liderlik vasıflarını taşıyan kişilerden olmasına özen gösterilmelidir.

·         Ekonomik imkanlarının arttırılması;

Yüksek nüfus artış oranı ve Kürtlerle meskûn bölgelerdeki sert iklim ve arazi şartları, gelir dağılımına menfi etki yapmaktadır. Bu alanda yapılan pozitif ayrımcılığın arttırılarak, özellikle bölgede oluşan özel sermayenin, kendi bölgesinde yatırıma dönüşerek iş alanı açılması için teşviklerin arttırılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Bölgede oluşan özel sermayenin belirli bir aşamadan sonra, yatırım için batı illerine kaydığı, yaygın bir şikayet olarak dile getirilmektedir. Devlet imkanları ile alt yapı yatırımlarına öncelik verilirken, sağlanan güvenlik şemsiyesi ve teşviklerle, özel sermeye, bölgede yatırıma teşvik edilmelidir.

2.      TSK NEREDE HATA YAPTI?

Terörle mücadele Politikalarının tespit edilmesi askerlere bırakılmamalıdır:

Askerler, meseleyi askeri güçle çözülebilecek, bir terör meselesi olarak görmüştür.

Yüksek sevk ve idare alanına giren siyaset ve stratejilerde yapılan hatalar operatif ve taktik alanlarda elde edilen başarılarla telafi edilemez. Kürt sorunu bütün boyutları ile görülmez ve sadece bir asayiş meselesi olarak görülerek, terörle mücadeleyi Silahlı Kuvvetlerin sorumluluk ve yetkisine bırakarak, devletin diğer ekonomik, sosyo-kültürel, siyasi, ilmî ve teknolojik güçlerini yeteri ölçüde, hatta yeri zamanı geldiğinde belirli bir süre topyekün olarak devreye sokmazsanız, Devletin bütün imkanları ile bölgeyi kuşatmazsanız, Hükümeti, TBMM'i, ülkenin sosyal ve siyaset bilimcilerini seyirci durumda ve devre dışı bırakırsanız, siyaset ve stratejide hata yapmışsınız demektir.

Türk Silahlı Kuvvetleri terörle mücadeleyi sahiplenmiş, seküler kavmiyetçi milliyetçilik/etnik milliyetçilik/ulusalcılık anlayışı ile Kürt Sorununu görmezden gelmiş ve konuya kendisinin dışındaki güçleri yaklaştırmamıştır. Esas hata buradadır.

Terörle aktif olarak mücadele eden askerler tarafsız olamazlar. Çevresindeki her şeyi tehdit olarak algılarlar. Dağdaki teröristle, köydeki, kentteki insanı bir birinden ayırmazlar.

Terörle aktif mücadele görevlerinde bulunmayanlar ise, bölgedeki askerlerin görüşlerine tabi olurlar.

Bu nedenlerle, terörizmle mücadele politikalarının tespitinde askerlerin tek söz sahibi olmaları devletin diğer güçlerini ve imkanlarını devre dışı bırakır. Sorun kronikleşir ve makul çözüm yollarını kapatır.

Tabii ki TSK'ni terörle mücadelede başarısız kaldı diyemeyiz. Böyle bir iddia, bunca gayreti, TSK profesyonel kadrolarının çektiği bunca meşakkati, şehitlerimizi, gazilerimizi yok saymak anlamına gelir ki doğru olmaz. Sonra, Terör Örgütünün kurulduğu 1974 yılı ve aktif olarak ortaya çıktığı 1984 yılından itibaren, ulaşmak istediği safha ve aşamaların hiç birine ulaşamadığını göz önünde bulundurursak, Silahlı kuvvetlerimiz ve güvenlik güçlerimiz başarılı oldu diyebiliriz. Ama taktik ve oparatif sahadaki bu başarı terörü bitirememiş, bölgeye huzur ve istikrar getirememiştir.

Mesele, siyasetin meselesidir. Bütün bölge ateşe verilerek terörizmle mücadele edilemez. Teröristle mücadele güvenlik güçlerinin görevi olmalı, ama silaha sarılmayı gerektirecek de olsa, iç ve dış meselelerin çözümü TBMM'nin ve hükümetlerin sorumluluğuna bırakılmalıdır.

Terörle mücadelede kullanılan kuvvetler, özel eğitim gören özel birlikler olmalıdır:

PKK saldırılarının başladığı 15 Ağustos 1984 tarihinden itibaren terörle mücadelede; bölgedeki sabit jandarma birlikleri, seyyar ve sınır jandarma birlikleri, jandarma komando birlikleri, polis özel kuvvetleri, Silahlı Kuvvetlerin bölgedeki kara birlikleri, bölgedeki komando birlikleri, bölge dışından getirilen iç güvenlik kara birlikleri, bölge dışından getirilen komando ve hava indirme birlikleri ve özel birlikler; kara, hava ve deniz kuvvetlerine mensup helikopterler, hava kuvvetleri uçakları kullanılmıştır.

Bölgede, jandarmanın, emniyetin, MİT'in ve Silahlı Kuvvetlerin istihbarat unsurları koordinesiz olarak faaliyet göstermiştir.

Getirilen birliklerle sonuç alınamayınca, bölgeye tabur seviyesinde yeni birlikler yığılmış, bölgedeki birliklerin emrine verilmiştir.

Birlikler eğitimlerini bölgede tamamlamış, tam yararlanılacağı zaman yükümlülerin askerlik süreleri sona ermiştir.

Kış mevsimini birlikler kışlalarında geçirirken, teröristler, köylerde ve kırsal kesimde propaganda ile örgüte eleman yetiştirmiştir. Kış aylarında, yollar güvenlik kuvvetlerinin, kırlar teröristlerin olmuştur.

Terörle mücadele özel eğitilmiş, özel donatılmış, özel ve güç, hava ve arazi şartlarında hareket yapması kolaylaştırılmış, gündüz hareket eder gibi gece hareket edebilen, kış şartlarından asgari etkilenen birliklerle yapılmalıdır. Hasılı, bu harekatta kullanılacak birlikler, bölge insanının özelliklerini tanıtacak psikososyal eğitimin yanı sıra, arazide uzun süre hayatı idama ettirebilecek kontrgerilla taktik ve tekniklerine vakıf olacak yeterli eğitime tabi tutulmalı; Devletin bütün imkanları seferber edilerek, komprime gıda ve yükte hafif yiyecek maddeleri, en modern, silah, muhabere irtibat ve hedef tespit vasıtaları, gece ve gündüz atış kontrol ve nişan sistemleri, mayın arama ve tahrip sistemleri, sıcak ve soğuğa karşı koruyucu giyim kuşam ve barınma imkanları, karda ve kötü hava şartlarında hareket imkanları ile donatılmalı ve bu teçhizat mümkün olan hafiflikte olmalıdır.

Aslında bu tür mücadele için, Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı özel harekât timleri mevcuttur. Harekât ihtiyacına yetecek derecede bu birliklerin miktar ve kadrolarını, geçici olarak arttırmak yeterlidir. Hizmet tamamlanınca kadrolar tekrar ihtiyaç miktarına indirilebilir.

Ancak, terörle mücadele için özel eğitilmiş birlik ihtiyacını profesyonel kadrolarla karşılamak etkili bir çözüm olamaz.. Çünkü bu görevler, bedeni yeterlilik ister. Uzman kadrolar, yaşları ilerledikçe, yeniçeri ocağına döner. Ticaretle uğraşanından, bedenî yeteneğini kaybedenine kadar; ordu, görevini aksatan personel deposu haline gelir.

En iyi çözüm, iç güvenlik harekât ihtiyacı için, yükümlülerden muvazzaflık hizmetleri sırasında, eğitim merkezlerindeki temel eğitimi müteakip yetenekli oldukları tespit edilenlerden, gönüllü olanlardan, ücretleri karşılığında, hizmet sürelerini 3-4 yıla çıkarmak suretiyle özel birlikler teşkil etmek ve bu birliklerin personelini özel eğitime tabi tutmak; bu şekilde eğitilen personelden oluşan birliklerin görev süreleri sona ermeden önce, onların yerine görevlerini teslim alacak yeni birlikler oluşturularak ve görev bölgelerinde birlik değiştirmesi ile sorumluluk devir teslimi yapmak; olabilecek zayiatın bütünlenmesi için de eğitim merkezlerinde ihtiyaca yetecek eğitimli personeli sürekli hazır bulundurmak ve bu birliklerin hazırlanması sorumluluğunu da İçişleri Bakanlığına vermektir.

Terörle mücadelede sorumluluklar yeniden tespit edilmelidir:

Asayiş görevleri yasal yetki ve sorumluluklar bakımından polisin ve jandarmanın, yani İç İşleri Bakanlığının uhdesindedir. Dış tehditlere karşı sorumluluk da Genelkurmay Başkanlığının görev ve sorumluluğundadır.

Bölgede hakim olan terörün, yurt içi ayağı olduğu gibi sınır ötesi üst, destek ve bağlantıları da olduğu bilinen gerçektir.

İç güvenlikte, Hedef tespiti, haber kaynaklarının kullanılması, istihbarat temini ve operasyonların icrası, hem yasal yetki ve sorumluluklar bakımından, hem beynelminel hukuk açısından, hem de tecrübe ve donanım bakımından jandarma ve polis, Silahlı Kuvvetlere nazaran daha etkin ve sonuç alıcıdır. Zaten bölgeye gönderilen Silahlı Kuvvetler unsurları da jandarmanın emrine sokularak terörle mücadelede kullanılmaktadır.

Terörle mücadelede, muhtelif birliklerin aynı harekât bölgelerinde kullanılması, koordinasyon sorununu ortaya çıkarmakta, emir komuta birliği prensibine aykırı olmakta, sorumlulukların üslenilmesini engellemekte ve sayısal olarak büyük birlerden istenen verim alınamamaktdır.

İç güvenlik gerçek sorumlusuna bırakılmalı ve sınırlarımızın içindeki terörle mücadele İçişleri Bakanlığınca yürütülmelidir. Terörle mücadele için iyi bir teşkilatlanma, eğitim kadar önemlidir.

Dış güvenlik ise, Silahlı Kuvvetlerimizin asli görevidir. Gayri nizami kuvvetlere karşı harekât da Silahlı Kuvvetlerimizde, Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığının ihtisas ve sorumluluğundadır.

Bu nedenle, Genelkurmay Başkanlığı, terörün dış destek ve bağlantılarını yok etmekle görevlendirilmelidir.

Genelkurmay Başkanlığı, sınır ötesi harekât icra etmek için Özel Kuvvetler Komutanlığını görevlendirmelidir. Sınır Karakolları da, hem dışardan gelecek tehditlerin ilk hedefi olması, hem de sınır ötesi harekâtın son basamak noktası olması nedeniyle, Jandarmanın değil Silahlı Kuvvetlerin kontrolünde bulunmalıdır. Karakollar, yukarıda belirtilen nitelikteki özel yetiştirilmiş personelden oluşan birliklerle korunmalıdır. Sınır birlikleri, bir taraftan sınırları korurken, diğer taraftan, sınır ötesi operasyonlarda kullanılacak özel kuvvetlere üs görevi yapmalıdırlar. Sınır ötesi harekât:

·         Özel harekât teknik ve taktikleriyle, komando ve özel birlikler kullanılarak, terör örgütünün sınır ötesinde tespit edilen somut hedeflerine ve terör gruplarına nokta operasyonları icra edilmelidir.

·         Terörle mücadelenin başarılı bir şekilde yapılabilmesi, etkin bir istihbaratla mümkündür. Bu nedenle, özel timlerden oluşturulacak, muharebe güçlü keşif kolları, gizli harekât teknikleri ile hedef bölgelerine sızdırılmalı, oralarda örtülü kalıcı tedbirler alınmalı, elektronik ve teknik imkanlarla da desteklenerek; terör üs ve tesislerinin, liderlerinin yer ve faaliyetlerinin, ikmal depo ve ikmal faaliyetlerinin, terör gruplarının hareket ve intikallerinin, ülkemize giriş ve çıkışlarının 24 saat gözetlenme imkanı sağlanmalıdır.

·         Elde edilen sağlıklı, doğru, güvenilir, güncel ve ayrıntılı istihbarat bilgilerine dayanılarak, sınır karakollarında veya sınır ötesindeki gizli harekât üslerinde bekletilen özel eğitilmiş birliklerimiz tarafından, anında, taktik akın ve cebri keşif tipi hareketlerle hedeflere yaklaşılarak, baskın ve pusularla, bir nevi gayri nizamî harekât uygulayarak, nokta operasyonları icra edilmelidir.

·         Bu hareketler, askerî yoğunluk gösterilmeden, fark ettirilmeden, örtülü olarak ve tam bir gizlilik içinde icra edilmeli, tesirinden başka bir belirtisi görülmemelidir.

·         Bu operasyonlarla, her gün terör örgütünün dış desteğine, nereden ve nasıl geldiğini anlayamadığı, ancak şaşkına çeviren etkili darbeler vurulmalıdır. Örgüt liderleri başlıca hedeflerden olmalıdır. Darbeler, propagandası bizzat terör örgütü tarafından yapılacak şekilde etkili olmalıdır.

·         Küçük, özel yetişmiş çevik unsurlarımız tarafından yapılan operasyonlar, silahlı kuvvetlerimizin düzenli bölümünün kullanılması tehdidi ile de psikolojik olarak desteklenmeli, ancak düzenli kuvvet mümkünse hiç kullanılmamalıdır. Alınan sonuçlar, terör örgütünü sınır ötesinde de barınamaz hale getirmelidir.

·         Sadece Kuzey Irak değil, terör örgütünün Avrupa Ülkelerindeki Büro ve Temsilciliklerinin kapatılması ve etkisiz hale getirilmesi için de organizasyon hazırlanmalı, ülkeler nezdindeki politik girişimler sonuç vermediği takdirde operasyonlar uygulanmalıdır.

Sınır içinde Jandarma ve polis de yukardakine benzer teknik ve taktiklerle teşkilatlanmalı ve hareket etmelidir.

Asker, bölge halkı ile bütünleşmelidir:

Terörle mücadelede başarının ilk şartı, teröristin bölge halkı ile irtibatını kesmek ve mahallinden ikmal ve desteğini önlemektir. Bunun en kestirme yolu, devletin ve güvenlik güçlerinin halkla bütünleşmesidir.

Silahlı Kuvvetler, değerleri, örf-adet-gelenek ve kültürlerini benimseyip bölge halkı ile kaynaşamamaktadır. Bölge insanı tarafından, Silahlı Kuvvetler mensuplarına başka bir ülkenin askeriymiş gibi; Silahlı Kuvvetler mensupları da, bölge halkına düşman muamelesi yapmıştır. Hep birbirine kuşku ile bakmışlardır. Bu mesafeli duruş terörizmin işine yaramıştır.

İç güvenliğin İçişleri Bakanlığının sorumluluğuna verilmesi ve terörle mücadele için özel birlik oluşturulması, bölge halkı ile mevcut olan kopukluğun giderilmesi için de uygun olacaktır.

Kış mevsimi teröristlere bırakılmamalıdır:

Bölgede sekiz ay kış, dört ay yaz hüküm sürmektedir. Terörle mücadele dört-beş aya sığdırılmaktadır. Takviye birliklerinin gelişi, sorumluluk bölgelerine yerleşmesi, kış girmeden toplanıp, kışlalarına intikal etmeleri de bü sürenin içindedir. Yılın geri kalan yedi-sekiz ayı, takipten kurtulan teröristler, yeni mevsime kadar toparlanma imkanı bulmaktadır.

Kış şartlarına göre de eğitilip donatılmış özel birliklerle terörle mücadele kış aylarında da sürdürülmelidir. Teröristlerin kışı geçirmek için köy ve mezralara yerleşmeleri, buralarda barınmaları ve buralardan ihtiyaçlarını temen etmeleri önlenmelidir.

Üst Karargahlar Komuta Yerlerini bölgeye taşımalıdır.

Birliklere gayret vermek, problemleri yerinde tespit ederek tedbirleri zamanında uygulamaya sokmak ve harekâtı yerinden sevk ve idare etmek için büyük karargahların komuta yerleri de harekât bölgesine taşınmalıdır. Askerin karşılaştığı sorunlarla komutanlar da karşılaşırlarsa, tedbirler vaktinde alınır.

Komutanlar, başarı için, en kritik yer ve zamanda bulunmalıdırlar. Ülkemizin güvenliğini tehdit eden en kritik yer teröristlerin üslerinin ve faaliyet alanlarının bulunduğu bölgelerdir. Üst düzey komutanlıkların karargahları bölgeye taşınırsa, terör uzun süre varlığını devam ettiremez. Asker nerede ise komutanlar da orada olmalıdır. Asker arazide ise komutanı da arazide, asker kışlada ise komutanı da kışlada bulunmalıdır.

3.      SİLAHLI MÜCADELE ÖZGÜRLÜK YOLUNDA ÇÖZÜM MÜ?

Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarih sahnesinden silinmeden silahlı mücadele ile sonucun alınması mümkün değildir. Silahlı mücadele, sadece Türkiye Cumhuriyetinin düşmanları ve de Kürtlerin de dostu olmayan Devletlerin işine yarar.

PKK'nın hedefi, 1992 yılında genel bir halk ayaklanması ile “Bağımsız Bölgesel Kürt Devletini” kurmaktı. Bu hayalin gerçekleşmesi mümkün değildir.

Suçsuz günahsız insanları katlederek, özgürlük yolu açılamaz. Amaç gerçekten Kürtlerin mutluluğu ise, hukuk çizgisinden ayrılınmamalıdır.

PKK, bölgede yapılacak iyileştirmelerin önünü tıkayan bir engeldir. Kürt sorununun tanınmasını sağladığını ileri sürmek, çözümsüzlüğün devamını istemekle denktir. Terör, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasının gerekçesi olmuştur. Zararı sadece etnik kimliğe dokunmakla kalmamış, aynı zamanda dini kimliğin ifadesinin kısıtlanmasına da sebep olmuştur.

Aklı başında olan Kürtleri de PKK'nın tasfiyesine yardım etmelidir. Silahlı terör, Kürtlere, Türklere, Türkiye Cumhuriyeti Devletine, Türkiye dışındaki Kürt varlığına ve İslâm Dünyasına zarar vermektedir.

4.      GÜNEYDOĞU SORUNUNUN TARTIŞILMASI VE ÇÖZÜM YOLUNUN AÇILMASI İÇİN ÖNCE NE YAPILMALI?

Terörin durdurulmasının ve desteklerinden mahrum bırakılmasının anahtarı, PKK'nın ne yaptığına bakılmadan, cesaretle bölge sorunlarının çözüm yollarının açılmasıdır. 

Dış güçlerin kontrolündeki PKK'nın ilk adımı atarak silah bırakmasını beklemek, hayalcilik olur. Velev ki iyice sıkışmış olsun. Bu nedenle, terörle mücadele devam ederken, bölge sorunları süratle masaya yatırılmalıdır.

Çözüm, TBMM'de aranmalıdır.

·         TBMM’de, oluşturulacak (her görüşü temsil eden bölge milletvekilleri+ iktidar ve muhalefet partilerinin temsilcileri+ bölge sorunları ile ilgili STK’ ları+TSK ve diğer kurumlarımızın temsilcileri+Hükümet temsilcileri) terörle mücadele komisyonu tarafından, terörü destekleyen sorunlar masaya yatırılmalı, cesaretli çözümler üretilmeli, gerekenler kanunlaştırılmalı ve geciktirilmeden uygulamaya konulmalıdır.

·         Gelişmeler etkili bir şekilde bölge halkına anlatılmalı ve Devletin himayesi ve şefkatini gösterecek yapıcı propagandalar yapılmalıdır.

·         Mülkî, adlî, idarî, güvenlik ve askerî görevlilerin idealistleri ve bölge halkının ortak değerlerini paylaşabilecek, Kürtçe de bilen kişiler bölgede görevlendirilerek, Devletin halkla kaynaşmasını sağlayacak tedbirler geliştirilmelidir.

·         Sorun çözüldü diyebileceğimiz zamana kadar, Bakanlar Kurulu, bir-iki haftalık periyotlarla, Bölge İl ve İlçelerinde toplanmalı; ekonomik, sosyal, kültürel, idarî, askerî ve adlî sorunlara yerinde çözümler getirmelidir.

·         Sorun çözülünceye ve son terörist teslim oluncaya kadar, kış yaz demeden büyük karargahların komuta yerleri en kritik yerlerde tesis edilmeli ve askerî harekât buralardan takip edilmelidir. Temizlenen kırsal kesim, teröristin tekrar yerleşmesine imkan vermemek için, gayri müsait mevsim şartlarında da terk edilmemelidir.

·         İçeride yaratılacak barış havası, içerde ve dışarıda terörle mücadelede elde edilecek askerî başarıların sağlayacağı güçle; diplomatik girişimler başlatılmalı, Kuzey Irak’taki Yerel Kürt Yönetimi dahil, İşgale karşı organize olan mukavemet grupları dahil, Irak Hükümeti, ABD, Koalisyona dahil Devletler ve diğer Avrupa ülkeleri nezdinde Terör Örgütünden desteklerini çekmeleri, bürolarını kapatmaları ve liderlerini teslim etmeleri konusunda baskı uygulanmalıdır.

·         Özellikle bölge halkımız ile devlet ilişkilerinde ve sınır ötesi girişimlerde, sivil halk ile asker ilişkilerinde hukukun dışına çıkılmamalı, adaletin olmadığı yerde devletten bahsedilemiyeceği bilincinde hareket edilmelidir.

5.      KALICI BARIŞIN ÇÖZÜMÜ NEDİR?

Kalıcı barışın temini, özgürlük alanını genişletmek ve bir imparatorluğun varisine uygun davranmakla mümkündür. Coğrafyamız, İmparatorluklara yurtluk yapmış bir coğrafyadır. İmparatorluklar, adamî merkezi yönetim sistemi ile yönetilebilirler. İmparatorluklarda, adalet, güvenlik, dış işleri ve iç işleri dışındaki faaliyetler, mahalli yönetimlere bırakılır. Merkezi devletin dünya ile ilgilenebilmesi ancak, merkezî yönetimi teferruattan kurtarmakla mümkün olabilir.

Türklerle Kürtlerin, temel müşterekleri, ortak inançları olan İslâm, iki tarafın da vazgeçemeyeceği coğrafya ve 1000 yılı aşkın ortak tarihdeki kader birliğidir. Meseleye bu perspektifle bakılarak ve adil davranılarak çözülebilir.

6.      SORUNUN ÇÖZÜMÜ İÇİN HANGİ EKONOMİK TEDBİRLER ALINMALIDIR?

Bölgede gelir dağılımının düşük olasına sebep olan özellikler;

·         Can ve mal güvenliğinin sağlanamamış olması,

·         Bölgede uzun ve ağır kış şartlarının hüküm sürmesi,

·         Nüfüs artış oranının Türkiye genelinin üzerinde olması,

·         Eğitim düzeyinin düşük olması,

olarak özetlenebilir.

Sermaye birikimleri, terör nedeniyle, bölgede yatırıma dönüştürülememekte ve batı illerine kaymaktadır. Öncelikle, can ve mal güvenliğinin sağlanması, bölgeye yapılacak yatırımları teşvik edecektir. Gelir dağılımının düzelmesi için de terörün durdurulması gerekmektedir. Düşük gelir düzeyi, terör örgütü tarafından istismar edildiğinden, yatırımların engellenmesi, terör örgütünün hedefleri içinde bulunmaktadır. Bölgede oluşan sermayenin, bölgede yatırıma dönüşmesi için teşvik edilmelidir.

Ayrıca, bölgede verilen zirai krediler, terör örgütünün baskısı ile, bazan bu örgütün destekçilerine gidiyor. Çoğu zaman da, yerinde kullanılmayıp, özellikle evlilik masrafları için, bölgedeki ileri gelenlerden alınan borçların kapatılmasında kullanılıyor. Bir kere, yerinde kullanılmayınca, sonraki kredilerle, önceki banka borçları kapatılıyor. Bu tür kredi kullanımı, güney doğu illerinde usul haline getirilmiştir. Kredilerin yatırıma dönüşmesini sağlayacak tedbirler alınmalıdır.

İklimin serliği, tarımın hayvancılık dışındaki alanlarında üretim yapma imkanı vermemektedir. Hayvancılık yatırımları, yem sanayii yatırımları ve hayvan ürünlerinin pazarlanması teşvik edilmelidir.

Ayrıca, halıcılık, dokumacılık vb. aile ekonomisine katkı sağlayan işletmeler yaygınlaştırılmalıdır. Artan nüfusun bölgede isdihdamı imkanları hazırlanmalıdır.

Endüstri Meslek liselerine ağırlık verilerek, eğitim düzeyini arttıcı tedbirler alınmalıdır.

Dini eğitim, genç neslin radikal silahlı örgütlere katılmasını önleyecektir.

7.      ERGENEKON İLE ETNİK TERÖRÜN BAĞLANTISI SİZE İNANDIRICI GELİYOR MU?

Etnik terör ile Ergenekon arasında bir bağlantı olduğunu iddia etmek, etnik terör meselesini basite indirmek olur. Yani Devletin seküler güçleri tarafından kontrol edilebilen bir organizasyon gibi görmek anlamına gelir. Esas sorunu gözden kaçırır.

Ama, Ergenekon veya Bürokratik otorite, toplumu yönetmek ve yönlendirmek için etnik terörden yararlandı mı derseniz, bir kısım gelişmeler bu soruya evet cevabı vermemizi gerektiriyor. Terörle mücadele kanununun çıkarılması sırasında vukubulan bir kısım eylemler etnik terörün eylemleri gibi gösterilerek ve genel seçimler öncesinde şehit cenazelerindeki nümayişler buna örnek gösterilebilir.

Ergenekon zihniyeti, yani seküler kavmiyetçi zihniyet, Kürt sorununun sosyal tedbirlerle çözülmesinin önüne engeller çıkardığı için, seküler kavmiyetçi Kürt milliyetçilerinin ve PKK terör örgütünün etkinliğini arttırmaktadır.

Silahlı etnik terör, Ergenekon zihniyetinin oluşup gelişmesini desteklemektedir.

8.      ÜLKEDE YAŞANAN DARBELERDEN KÜRTLER DE NASİBİNİ ALDI MI?

Cumhuriyet tarihine, anarşi ve terörün hakim olduğu dönem olarak geçecek olan 1970-1980 dönemi, hem ideolojik hem de etnik ayrışmaların azdığı dönem olarak kabul edilmelidir. Bu kargaşa içinde Kürt meselesi alabildiğine istismar edilmiştir.

27 Mayıs1960 ihtilali, milli iradeyi ipotek altına alan ihtilaller döneminin başlangıcıdır. Milli İradeye esas darbe, Silahlı Kuvvetlerin bütününü de temsil etmeyen bir komite tarafından bu tarihte indirilmiştir. Bu darbe ile Silahlı Kuvvetler, 1950 öncesindeki Tek Partinin misyonunu, ideolojisini ve Devlet idaresindeki fonksyonunu üslenmiştir.

12 Mart 1971 müdahalesi, 27 Mayıs 1960 ihtilalinin bozduğu devlet düzenini revizyon için yapılmış emir komuta sistemi içindeki bir müdahaledir.

12 Eylül 1980 Darbesi de, 27 Mayıs ihtilalinin hatalarını düzeltmek, hem 27 Mayıs'ın kalıntılarını hem de beceriksiz siyaseti tasfiye etmek ve siyaset dışı kurumların yetkilerini pekiştirmek için yapılan bir darbedir. Bu darbe hem 27 Mayıs zihniyetine hem de siyasi iradeye karşı yapılmıştır.

28 Şubat 1997 Postmodern darbesinin hedefinde ise, İslâmi hayat tarzını tercih eden milletin çoğunluğunu temsil eden milli irade bulunmaktadır.

27 Mayısla başlayan darbeler dönemi, siyasî iradeyi ipotek altına almıştır. Hem millet, hem de seçtikleri, her önemli adımlarında “asker ne der” diye düşünerek pasif kalmış; önemli siyasî ve sosyal meseleler sürüncemede bırakılmış; kurumlar arasında paylaştırılan yetkiler devlette otorite zaafına sebeb olmuş; dünyada 1960-1970 arasında yaygınlaşan talebe ve gençlik olayları, Ülkemizde yetkileri kısıtlanmış ürkek ve basiretsiz yöneticilerin vaktinde tedbir alamamaları sebebi ile, 1970-1980 döneminde üniversiteleri anarşi ve terör yuvaları haline dönüştürmüştür. Tabii, üniversite yönetim ve öğretim üyeleri arasındaki ideolojik kaplaşma ve üniversitelerin kötü yönetimi de gençliğin heba olmasına sebep olmuştur. İşçiler, işverenler, polisler, öğretmenler, memurlar, sendikalar ve sivil toplum örgütleri de sağcı-solcu olarak ideolojik bölünmenin hedefi olmuştur.

Bu ortamda, sol kamplaşmanın yanında, genç üniversiteliler arasında Kürtçülük bölücü bir faaliyete dönüşmüş; Cumhuriyet Döneminde devletin yanlış Kürt politakası nedeni ile ortaya çıkan bütün sorunlar da alabildiğine istismar edilerek, Güneydoğu anarşi ve terörün kol gezdiği bir yöremiz haline gelmiştir.

Son 50 yılda çekilen acıların esas kaynağı 27 Mayıs 1960 ihtilali ve sonrasındaki hukuk dışı gelişmelerdir diyebiliriz. Dış etkileri saymazsak, çünkü o her zaman vardır ve olacaktır, Askerin darbesi, yaratılan otorite boşluğu, kavgacı ve basiretsiz siyasî irade temsilcileri, üniversitelerin iyi yönetilememesi, Kürt Meselesinin bu günkü hale gelmesinin sebepleridir diyebiliriz.

Darbeler Kürtleri iki türlü etkilemiştir. Birincisi bölgede mevcut olan baskıları arttırmıştır. Diğeri de Silahlı Kuvvetler, devlet yönetimi ile ilgilendikleri için iç ve dış güvenlik meseleleri ikinci planda kalmıştır. Her iki durumun etkisiyle de, terörün iç ve dış desteği artmış, buna mukabil güvenlik kuvvetlerinin kontrolsuz ve etkisiz bir iç güvenlik uygulaması ortaya çıkmıştır.

12 Eylül öncesinde Adapazarı'ındaki 2. Tümen karargahında görev yapıyordum(1978-1980). Yüzbaşı rütbesi ile uzunca bir süre Tümen Kurmay Başkanlığına vekalet etmiştim. İstanbul'da Sıkıyönetim uygulaması vardı. Bir bayram ziyareti için 1. Ordu karargahına giden tümen Komutanımız Tümg. Sn. İbrahim Akıncı, dönüşünde, aynı zamanda İstanbul Sıkıyönetim komutanı olan zamanın 1. Ordu Komutanı Necdet Üruğ'un kendilerine “İbrahim Paşa bizim sıkıyönetim görevlerinden başımızı kaldıracak halimiz yok, sizin birliklerinizle de ilgilenemiyoruz. Asayiş göreviniz de olmadığı için sizin eğitiminiz dört dörtlüktür değil mi?” dediğini söylemişti. “Öyle tabii değilmi” diye de bana tasdik ettirmek istemişti. Ben de gençliğin verdiği cesaretle; “pek öyle değil Komutanım, sıkıyönetim bölgelerindeki birliklerin personelini dolgun tutmak amacıyla, bizin birliklerimizin mevcutları çok düşürüldü. Ziyaret ettiğimiz bölük seviyesindeki birliklerde, nöbet ve hizmetler için görevliler ayrıldıktan sonra eğitim yaptıracak asker kalmıyor” demiştim.

Askerin asli görevi dış güvenliktir. İç güvenliğe bulaşan asker dış güvenliği aksatır. Siyasete bulaşıp darbe yapan asker ise hem iç güvenliği hem de dış güvenliği aksatır.

İlk şark görevimi Tatvan'da yaptım. 1969 yılında Tatvan'a atanma haberini izinde bulunduğum memleketim Akşehir'de almıştım. Bilenler Şarkın Paris'i dediler. Sevinmiştim. Atandığım taburun komutanına mektupla lojman olup olmadığını, yoksa bana uygun bir ev kiralamalarının mümkün olup olmadığını sormuştum. Gelen cevap beni şok etmişti. Tabur Komutanı, lojman olmadığını kiralık ev de bulunmasının mümkün olmadığını, ailemi getirmememi, bekar olarak gitmemi, daha sonra ailemi aldırabileceğimi bildiriyordu. Öyle yaptım.

İnşaat halinde olan askeri lojmanların dışında iki katlıdan yüksek bina yoktu. Evlerin tamamına yakını da tek katlı idi. İlçenin güneyinde Van Gölü Kenarında Deniz yollarının Van Gölü İşletmesinin lojman ve sosyal tesisleri, kuzey tarafında yine göl kenarında Askeri lojmanlar ve sosyal tesisleri, kuzey batısında istasyon civarında da Devlet demiryolları İşletmesinin lojmanları ve gar tesisleri vardı. İlçe bu tesisler arasında sıkışmış bir köyü andırıyordu.

Gelişimin üçüncü ayı dolmak üzereydi. Her gün mesai bitiminde gezip araştırmama rağmen kiralık bir ev bulamamıştım. Bir gün temeli atılmış bir inşaat gördüm. İki katlı bir eve başlıyorlardı. Ne zaman biteceğini sormadan, bitince bir katını bana kiraya verebilirler mi diye sordum. Tutulduğunu söylediler. İşte o zaman Tatvan böyle kendi halinde bir Doğu Anadolu Kasabasıydı.

Sonunda, lojmana geçen bir astsubayın boşalttığı bir evi kiraladım. Aynı avluya bakan tek katlı birbirine dik konumda olan iki evden birisi idi. Diğerinde, altı çocuklu, genç yaşta eşini kaybetmiş, ev sahibemiz Atıfe Teyze oturuyordu. Sarih Türkçe de konuşan, gün görmüş, lafını sözünü bilen, saygıdeğer bir insandı. Hayati isminde bir oğlu vardı. Liseye gidiyordu. Kayak tutkusu vardı. Güzel de kayıyordu. Bu evde bir yıl oturduk. Sonra lojmana taşındık. Aileyi dost olarak bulduk. Oradan dost olarak ayrıldık. Dostluğumuz devam etti. Nöbetlerimde gözüm arkamda kalmazdı. Eşime mükemmel bir ablalık yaptı. Hayati saygılı ve bizi ağabeyi gören bir gençti. Evlerimizin damı topraktı. Yağan yağmur ve kar aşağıya akmasın diye, Hayati dama çıkar, toprak sıkışsın diye tokuçlardı da, toprağın altındaki ağaç dallarının arasından topraklar evin içine akardı.

İlk bayram namazı için gittiğim camide, bayram namazı vakti geldiğinde, imam, şafi mezhebine tabi olanları caminin sağ tarafında, Hanefi Mezhebi mensuplarını da sol tarafında saf tuttutdu ve namazı ayrı ayrı kıldırdı. Ben o zaman aramızda bu kadar bir fark görmüştüm. Üç yılımı tamamladıktan sonra, bir yıl daha kalmak için temdit dilekçesi vermeyi, eşimle birlikte ciddi ve uzun uzun, düşünmüştük. Uzaklığı bizi caydırmıştı. İstanbul'dan Van Gölü Ekspresi ile Tatvan, 48 saat sürüyordu. 60 saati bulduğu da oluyordu.

Ne olduysa, 1970:1980 yılları arasında oldu. 1980-1984 tarihleri arasında, Kara Harp Akademisinde öğretim görevlisiydim. Kurmay gezi planlaması için 1982'de Tatvan'a tekrar gittim. Korgeneral rütbesi ile emekli olan hemşehrim ve devre arkadaşım, 10. Tugayın Kurmay Başkanıydı. Tatvan'da konaklayıp kendisini ziyaret etmiştim. Temizlik hizmetlerine gelen bayanın, altı çocuğu varmış. Neden fazla çocuk sahibi olduğu sorulduğunda, “Barzani'ye asker yetiştiriyoruz” cevabını almış. Halbuki, biz ilk şark görevimize geldiğimiz 1969 yılında, ev sahibemiz Atıfe teyze, bizim henüz bir çocuğumuz olduğu için eşime, “kızım bir çocuk bizde kadın için ayıp sayılır” diye nasihat etmişti. Bu 10 senede bölgenin ne hale getirildiğinin somut göstergesidir. Burada zihniyet değişikliğini kastediyorum. Anarşinin silahlı teröre dönüşerek ulaştığı boyutlar ise içler acısıdır.

Bunda Devletin yanlışlarını ve darbelerin arkasından uygulamaya sokulan sıkıyönetimlerin baskılarını da gözardı etmemek gerekmektedir.

9.      KÜRTLER BÜTÜN DEMOKRATİK HAKLARINI ÖZGÜRCE KULLANABİLİYORLAR MI?

Terörün hakim olduğu bölgelerdeki Kürt Halkı iki taraflı baskı altında bulunmaktadır.

Mahalli ve milletvekili seçimlerinde, istedikleri adaylara oy vermeyen , yerleşim birimleri, sandık bazında, terör örgütü tarafından tehdit edilmektedir. 1991 Milletvekili seçimlerinde

Malazgirt'in bazı köylerindeki sandıkların, dışardan silahlı saldırıya uğramaması ve kaçırılmaması için, Komutanlığımızca güvenliğini almıştık. Biz, baskı unsuru olmasın diye, görevlilerimizi sandıktan uzak tutarken, PKK sempatizanlarının seçmenlere baskı kurduklarını hissetmiştik.

Temel hak ve özgürlüklerde öncelik can ve mal güvenliğindedir. Bunun sağlanması önceliklidir.

Bundan sonra, Kürt kimliği ve kültürü özgür bir ortamda öğrenilip geliştirilebilmelidir. Ülkenin tümünün inancı üzerindeki baskının bölgede de kaldırılması gerekmektedir.

Devlet, görevlilerini hukuk dışı davranmaktan menetmelidir. Kürtler, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşlarıdır. Özellikle, terörün hakim olduğu bölgelerdeki Kürt vatandaşlarımıza temel hak ve özgürlüklerini kısıtlamasız kullanabilecekleri bir ortamın oluşturulması Devletin hedefi haline getirilmelidir.

10.  KÖY KORUCULUĞU KALDIRILMALI MI?

Geçici Köy Koruculuğunun kaldırılmasını en çok PKK istemektedir.

Güvenlik kuvvetleri, kırsal kesimde köyleri ve mezraları tek tek savunma imkanına sahip değildir. Teröristlerce, geceleyin basılan pek çok köye, haberdar edilmelerine rağmen güvenlik kuvvetlerinin yetişemediği çok olay bulunmaktadır.

Teröristin varlığını devam ettirebilmesi için bölgede hakimiyetini tesis etmesine ihtiyacı vardır. Siyasî seviyede de, taktik seviyede de PKK için bu zarurettir.

PKK'nın köylerine girmesini istemeyen, eylemlerini ve amaçlarını paylaşmayan, devlete bağlı çok Kürt Köyü vardır. Devletin yeterli koruma sağlayamadığı bu köyleri, silahsız ve tedbirsiz olarak PKK'nın insafına bırakmak, Devletin ayıbı olduğu gibi, terörün hedefine de yardım edecek en büyük hata olur.

Köy Koruculuğu sistemi islah edilerek devam ettirilmelidir. Düzenli bir teşkilata sokularak eğitilmeli ve Abdülhamit Han'ın aşiret alaylarına benzer sistem içinde geliştirilerek, kendi köy ve yerleşim yerlerinin PKK'ya karşı korunmasında görevlendirilmelidir.

11.  DİNÎ VE AHLAKÎ DEĞERLERE BASKILAR SORUNUN DERİNLEŞMESİNE YOL AÇTI MI?

Türkler ile Kürtler arasındaki müşterek değerlerin birleştirci temel öğesi tarafların müşterek inancı olan İslâm Dinidir.

Irk ve dil bir kavme mensubiyeti belirleyen, temel iki değerdir. Bu iki değer devamlı cilalanır ise, etnik kavmiyetçilik ve üstünlük addiaları ortaya çıkar ve ihtilafların temelini oluşturur.Toplulukları millet yapan değerlerin içine dini, özellikle de İslâm Dinini dahil edersek, diğer özellikler, gölgelenir ve başka kavimleri birbirine kardeşlik bağları ile de bağlayan birleştirici bir güç haline getirir.

Türkler, Karahanlılar'dan Satuk Buğra Han'ın “Abdülkerim” adını alarak 940 yıllarına doğru İslâmiyeti kabul etmesi ile, evvela İslâm dinini kabul edip Müslüman Camiasına ve kültür birliğine girmişler, zayıflık alâmetleri gösteren İslâm Dünyasına genç, dinç ve en kudretli kuvvet olarak dahil olmuşlar, bu dini kabullerinden beş çeyrek asır geçmemiştir ki, Türklüğü İslam dünyasının hakimi kılmışlardır. Bu suretle Müslüman Dünyasının temsilciliği, Araplar'dan kesin surette Türkler'e geçmiştir.76

Türkler 1000 yılı aşkın süredir, İslâmın ve İslam Dininin oluşturduğu ortak medeniyetin odağı ve temsilcisidir. Tehdit görülüp, İslâm Medeniyetinden koparılmak istenmesi, milletin makus kaderi ve Dünya Devleti süper bir güç olmasını engelleyen bir kısır saplantıdır. Dünya Müslümanları, Türkiye'nin bu rolüne tekrar dönmesini beklemektedir.

Kürtler, İslâmiyeti Türkler'den 300 yıl önce kabul etmişlerdir.

Malazgirt Meydan Muharebesinde, 10 bin kadar Kürt, Bizans'ı mağlup eden 54 bin mevcutlu Alparslan'ın ordusunda, gönüllü olarak görev almıştır.

Selçuklu Ordusunda Osmanlı Kapıkulu askerlerine muadil olan sarayı ve sultanı korumakla görevli Gülâmân-ı Saray sınıfı arasında Kürtler de yer almıştır.

Anadulu'nun feşi ile birlikte Türklerin ve Kürtlerin farklı yörelerde kurdukları beylikler, Büyük Selçuklu Sultanlığına bağlı yaşamıştır.

Kürt Eyyûbî Hanedanı tarafından kurulan, Suriye ile Mısır arasında yer alan ve Yemen'e kadar uzanan ve Araplar, Türkler ve Kürtler olmak üzere üç etnik gruptan oluşan Eyyûbî İmparatorluğunda (1174-1250) Hristiyan, Süryani, Müslüman, Türk, Arap ve Kürt hiçbir ayrım yapılmadan bir arada barış içinde yaşamıştır. Selâhattin Eyyûbî, Akdeniz'den gelen Haçlı Ordularına karşı Kudûs'ü ve Ortadoğu'yu korumuştur.

1514'de, Yavuz Sultan Selim'in, Safevî Hükümdarı Şah İsmail'i mağlup ettiği Çaldıran Savaşı sırasında, Kürt Beyleri, Şiî Safevî devletine karşı, Sünnî olduğu için Osmanlı Ordusunu desteklemiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti ile Kürt Beyleri arasında doğal bir ittifak oluşmuştur.

Türklerle Kürtler, 1924 yılına kadar, 410 yıl İslâmın birleştirci şemsiyesi altında, kardeş iki kavim olarak Osmanlı Devletinin tebası olarak yaşamışlardır.

PKK, Marksist-Leninist-Maoist ideolojiye ve İslâm dışı Zerdüştlük Dinine bağlıdır. Kürt aşiretlerinin feodal yapısına, seyyitlik ve şeyhlik gibi itibar gören İslamî ünvanlara, İslâm Dinine, Türkiye Cumhuriyetine karşıdır. Böyle bir örgütün, Kürtlerin %95'inden destek alması mümkün değildir.

Bu gün, bu çoğunluğun aktif olarak PKK karşıtlığını göstermemesi ve Devletimizin yanında açık tavır almamasının tek sebebi, İslam dininin birleştirici değerleri devreye sokulmadığından ve hem Türklerin, hem de Kürtlerin inançlarına yapılan baskı ve kısıtlamalardandır.

Dini kimliğe tanınacak özgürlüğün, etnik kimliğe tanınacak özgürlükten daha etkili bir şekilde sorunların çözümüne katkıda bulunacağına inanıyorum.

PANELDE TESPİTLER VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

Adnan Tanrıverdi

E. Tuğgeneral

ASDER Gnl. Bşk.

Değerli Konuklar, seçkin konuşmacılarımız, meselenin özünü teşkil eden ana konularda, yaptıkları geniş araştırmaların hulasasını, burada bizimle paylaştılar. Yakın zamana kadar tabu olarak görülen, ancak gerçek olan meseleleri gözlerimizin önüne serdiler.

Konuşmacı arkadaşlarımın hoşgörüsüne, sizlerin de sabrına sığınarak, yapılan tespitlerle, Ayrıntıya girmeden, KÜRT MESELESİNDE uygulanması gereken genel POLİTİKALAR hakkında, görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

TESPİTLER;

Arkadaşlarımızın bildirilerinden faydalanarak şu Tespitleri yapabiliriz:

1.      Kürtler de Türkler gibi bir kavimdir.

2.      Kürtler, tarihleri boyunca, bölgeye hakim olan güçlü devletlerin himayesinde, aşiretler ve beylikler halinde yaşamışlardır.

3.      Kürtler 1000 yıldırTürklerle birlikte yaşamaktadırlar.

4.      İslâmiyet İki kavmi birbirine bağlayan en önemli değer olmuştur.

5.      Tanzimattan itibaren Devlet ile Kürtler arasında yönetimden kaynaklanan ihtilaf başlamıştır

6.      Cumhuriyet ile birlikte, Devletin şekli ve yönetim prensiplerinde yapılan değişiklikler, Kürt feodal yapısına yumuşak olarak yansıtılamadığından, Devlet ile Kürtler arasında ihtilaf büyümüştür.

7.      Cumhuriyetin ilk yıllarında kabul edilen idari özerkliği benimseyen yönetim modelini içerecek şekilde yapılacak “idarî reform”, meselenin sorun olarak devamını engelleyecektir.

8.      Cumhuriyet dönemi ile birlikte Devlet tarafından Kürt varlığı, inkar edilmiştir.

9.      Mesele aşayiş sorunu değildir. Eşit ortaklık sorunudur.

10.  PKK ve bölücü Kavmiyetçi siyasi oluşumlar Kürtlerin Genelini temsil etmemektedirler.

11.  İslâmiyet, üstünlük iddiasında olan kavmiyetçiliği, yani menfi milliyetçiliği reddetmektedir. Ama eşitliği savunan müspet milliyetçiliği ise teşvik etmektedir.

12.  Etnik kimlik ve inanç üzerindeki baskılar kaldırılarak, özgürlük alanının genişletilmesi terörizmin engellenmesinde en önemli adım olacaktır.

ANA POLİTİKALAR

Şimdi, bu tespitlerin ışığında Kürt Meselesinde ANA POLİTİKA nasıl olmalıdır? Tabii Bölgeden yansıyan şikayetleri de dikkate almamız gerekir.

KÜRTLERİN, Genel Şikayetlerini dört Ana Başlıkta Toplayabiliriz.

1.      Kendi mülklerinde güven içinde hayat sürme İmkanının Sağlanması;

2.      Etnik Kimliklerinin tanınması;

3.      İnançlarına müdahalelerin önlenmesi;

4.      Ekonomik imkanlarının arttırılması;

Bunları birer sorun olarak kabul edersek, çözüme götüren politikalar neler olmalıdır? Bu husustaki görüşlerimizi de ifade etmek istiyorum.

·         Kendi mülklerinde güven içinde hayat sürme İmkanının Sağlanması

Öncelikle; Evrensel insan hakları çerçevesinde, bölgesel sorunlara ve asayiş meselelerine Devletin Hukuk çizgisinde ve adaletle yaklaşması;

Sonra da; bölgesel sorunları abartarak dış odakların da tahriki ile oluşan PKK ve benzeri silahlı terör örgütlerine karşı, devletin güvenlik kuvvetlerinin, bölge halkına yeterli koruyucu güvenlik şemsiyesini oluşturması, çoğunluğu teşkil eden bölge halkının Devletimizden beklentisidir. bu talebe cevap vermek de devletin asli görevidir.

·         Etnik Kimliklerinin tanınması;

Ulus-Devlet anlayışı içinde, Kürt varlığını yok saymak, etnik farklılığın bölücülüğe dönüşmesine sebep olmuştur. Ayrı bir kavim olarak Kürt varlığı tarihi bir gerçektir. Kökleri nereye dayanırsa dayansın lisanı ile, kültürü ile, tarihi ve coğrafî dayanakları ile bu varlığı inkar etmek meseleyi çözümsüzlüğe ve devleti gerçekten bölmeye götüren yanlış politikalar olduğunu kabul ederek; kültürel kimliğin tanınması, bu kimliğin öğrenilip geliştirilmesi için müesseselerin oluşturulması yasal güvence altına alınmalıdır.

Mahalli idarelerin yetkileri arttırılarak, kontrollü bir idarî özerkliğin tesisi, bu alanda verilecek özgürlüklerin yerleşmesine ve devletin samimiyetinin işareti olabilecektir.

Sınır ötesi Kürt varlığının da, sınır ötesi Türk varlığının tanındığı gibi tanınması ve oluşumlara dost ve kardeşçe yaklaşılması da özlenen devlet politikası olarak beklenilmektedir.

·         İnançlarına müdahalelerin önlenmesi;

Türkler ile Kürtler arasındaki müşterek değerlerin birleştirci temel öğesi tarafların müşterek inancı olan İslâm Dinidir.

Irk ve dil, bir kavme mensubiyeti belirleyen, temel iki değerdir. Bu iki değer devamlı cilalanır ise, etnik kavmiyetçilik ve üstünlük addiaları ortaya çıkar ve ihtilafların temelini oluşturur.Toplulukları millet yapan değerlerin içine dini, özellikle de İslâm Dinini dahil edersek, diğer özellikler, gölgelenir ve başka kavimleri birbirine kardeşlik bağları ile de bağlayan birleştirici bir güç haline getirir.

Türkler, Karahanlılar'dan Satuk Buğra Han'ın “Abdülkerim” adını alarak 940 yıllarına doğru İslâmiyeti kabul etmesi ile, evvela İslâm dinini kabul edip Müslüman Camiasına ve kültür birliğine girmişler, zayıflık alâmetleri gösteren İslâm Dünyasına genç, dinç ve en kudretli kuvvet olarak dahil olmuşlar, bu dini kabullerinden beş çeyrek asır geçmemiştir ki, Türklüğü İslam dünyasının hakimi kılmışlardır. Bu suretle Müslüman Dünyasının temsilciliği, Araplar'dan kesin surette Türkler'e geçmiştir.77

Türkler 1000 yılı aşkın süredir, İslâmın ve İslam Dininin oluşturduğu ortak medeniyetin odağı ve temsilcisi olmuştur. Tehdit görülüp, İslâm Medeniyetinden koparılmak istenmesi, milletin makus kaderi ve Dünya Devleti, süper bir güç olmasını engelleyen bir kısır saplantıdır. Dünya Müslümanları, Türkiye'nin bu rolüne tekrar dönmesini beklemektedir.

Kürtler, İslâmiyeti Türkler'den 300 yıl önce kabul etmişlerdir.

Malazgirt Meydan Muharebesinde, 10 bin kadar Kürt, Bizans'ı mağlup eden 54 bin mevcutlu Alparslan'ın ordusunda, gönüllü olarak görev almıştır.

Selçuklu Ordusunda Osmanlı Kapıkulu askerlerine muadil olan sarayı ve sultanı korumakla görevli Gülâmân-ı Saray sınıfı arasında Kürtler de yer almıştır.

Anadolu'nun feşi ile birlikte Türklerin ve Kürtlerin farklı yörelerde kurdukları beylikler, Büyük Selçuklu Sultanlığına bağlı yaşamıştır.

Kürt Eyyûbî Hanedanı tarafından kurulan, Suriye ile Mısır arasında yer alan ve Yemen'e kadar uzanan ve Araplar, Türkler ve Kürtler olmak üzere üç etnik gruptan oluşan Eyyûbî İmparatorluğunda (1174-1250) Hristiyan, Süryani, Müslüman, Türk, Arap ve Kürt hiçbir ayrım yapılmadan bir arada barış içinde yaşamıştır. Selâhattin Eyyûbî, Akdeniz'den gelen Haçlı Ordularına karşı Kudûs'ü ve Ortadoğu'yu korumuştur.

1514'de, Yavuz Sultan Selim'in, Safevî Hükümdarı Şah İsmail'i mağlup ettiği Çaldıran Savaşı sırasında, Kürt Beyleri, Şiî Safevî devletine karşı, Sünnî olduğu için Osmanlı Ordusunu desteklemiştir. Bu tarihten itibaren Osmanlı Devleti ile Kürt Beyleri arasında doğal bir ittifak oluşmuştur.

Türklerle Kürtler, 1924 yılına kadar, 410 yıl İslâmın birleştirci şemsiyesi altında, kardeş iki kavim olarak Osmanlı Devletinin tebası olarak yaşamışlardır.

PKK, Marksist-Leninist-Maoist ideolojiye ve İslâm dışı Zerdüştlük Dinine bağlıdır. Kürt aşiretlerinin feodal yapısına, seyyitlik ve şeyhlik gibi itibar gören İslamî ünvanlara, İslâm Dinine, Türkiye Cumhuriyetine karşıdır. Kürtlerin %95'inin, böyle bir örgütü, desteklemesi mümkün değildir.

Bu gün, bu çoğunluğun aktif olarak PKK karşıtlığını göstermemesi ve Devletimizin yanında açık tavır almamasının tek sebebi, İslam dininin birleştirici değerleri devreye sokulmadığından ve hem Türklerin, hem de Kürtlerin inançlarına yapılan baskı ve kısıtlamalardandır.

Din milli birliğin en önemli harcıdır. Dinin, milli vicdanlarda yükselen bir değer olarak yer alması; Devletin güvenlik ve bekası, Milletin huzur ve refahı için olumlu bir gelişme olarak kabul edilip; inanç üzerindeki baskıların kaldırılması ve kardeşliğin geliştirilmesinde ön plana çıkan değer olarak benimsenmesi de bölge insanının devletten en önemli beklentilerindendir.

Dini kimliğe tanınacak özgürlüğün, etnik kimliğe tanınacak özgürlükten daha etkili bir şekilde sorunların çözümüne katkıda bulunacağını iki kavmin müşterek tarihi de göstermiştir.

Merkezden görevlendirilen mülkî, adlî ve askerî bürokratların bölge insanının inanç ve değerlerini paylaşan, her mekanda birlikte olan, duygu ve düşüncelerini paylaşabilen, idealist, çalışkan ve liderlik vasıflarını taşıyan kişilerden olmasına özen gösterilmelidir.

·         Ekonomik imkanlarının arttırılması;

Can ve mal güvenliğinin sağlanamamış olması,

Yüksek nüfus artış oranı, 

Bölgedeki sert iklim ve arazi şartları ile

Eğitim düzeyinin düşük olması, gelir dağılımına menfi etki yapmaktadır. Bu alanda yapılan pozitif ayrımcılığın arttırılarak, özellikle bölgede oluşan özel sermayenin, kendi bölgesinde yatırıma dönüşerek iş alanı açılması için teşviklerin arttırılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Sermaye birikimleri, terör nedeniyle, bölgede yatırıma dönüştürülememekte ve batı illerine kaymaktadır. Öncelikle, can ve mal güvenliğinin sağlanması, bölgeye yapılacak yatırımları teşvik edecektir. Gelir dağılımının düzelmesi için de terörün durdurulması gerekmektedir. Düşük gelir düzeyi, terör örgütü tarafından istismar edildiğinden, yatırımların engellenmesi, terör örgütünün hedefleri içinde bulunmaktadır.

Bölgede oluşan sermayenin, bölgede yatırıma dönüşmesi için teşvik edilmelidir.

Ayrıca, bölgede verilen zirai krediler, terör örgütünün baskısı ile, bazan bu örgütün destekçilerine gitmekte, çoğunlukla da ailelerin sosyal ihtiyaçlarının karşılanmasında kullanılmaktadır. Kredilerin veriliş amacına uygun kullanılmasını sağlayacak tedbirler alınmalıdır.

İklimin serliği, tarımın hayvancılık dışındaki alanlarında üretim yapma imkanı vermemektedir. Hayvancılık yatırımları, yem sanayii yatırımları ve hayvan ürünlerinin pazarlanması teşvik edilmelidir.

Ayrıca, halıcılık, dokumacılık vb. aile ekonomisine katkı sağlayan işletmeler yaygınlaştırılmalıdır. Artan nüfusun bölgede isdihdamı imkanları hazırlanmalıdır.

Endüstri Meslek liselerine ağırlık verilerek, eğitim düzeyini arttıcı tedbirler alınmalıdır.

Dini eğitim, genç neslin radikal silahlı örgütlere katılmasını önleyecektir.

SORUNLARIN ÇÖZÜMÜNDE UYGULANACAK YÖNTEMLER:

Terörün durdurulmasının ve desteklerinden mahrum bırakılmasının anahtarı, PKK'nın ne yaptığına bakılmadan, cesaretle bölge sorunlarının çözüm yollarının açılmasıdır. 

Dış güçlerin kontrolündeki PKK'nın ilk adımı atarak silah bırakmasını beklemek, hayalcilik olur. Velev ki iyice sıkışmış olsun. Bu nedenle, terörle mücadele devam ederken, bölge sorunları süratle masaya yatırılmalıdır.

Terörle mücadele Politikalarının tespit edilmesi askerlere bırakılmamalıdır:

Askerler, meseleyi askeri güçle çözülebilecek, bir terör meselesi olarak görmüştür.

Yüksek sevk ve idare alanına giren siyaset ve stratejilerde yapılan hatalar operatif ve taktik alanlarda elde edilen başarılarla telafi edilemez. Kürt sorunu bütün boyutları ile görülmez ve sadece bir asayiş meselesi olarak görülerek, terörle mücadeleyi Silahlı Kuvvetlerin sorumluluk ve yetkisine bırakarak, devletin diğer ekonomik, sosyo-kültürel, siyasi, ilmî ve teknolojik güçlerini yeterli ölçüde, hatta yeri zamanı geldiğinde belirli bir süre topyekün olarak devreye sokmazsanız, Devletin bütün imkanları ile bölgeyi kuşatmazsanız, Hükümeti, TBMM'i, ülkenin sosyal ve siyaset bilimcilerini seyirci durumda ve devre dışı bırakırsanız, siyaset ve stratejide hata yapmışsınız demektir.

Türk Silahlı Kuvvetleri terörle mücadeleyi sahiplenmiş, seküler kavmiyetçi milliyetçilik/seküler etnik milliyetçilik/seküler menfi milliyetçilik/ seküler ulusalcılık anlayışı ile Kürt Sorununu görmezden gelmiş ve konuya kendisinin dışındaki güçleri yaklaştırmamıştır. Esas hata buradadır.

Terörle aktif olarak mücadele eden askerler tarafsız olamazlar. Çevresindeki her şeyi tehdit olarak algılarlar. Dağdaki teröristle, köydeki, kentteki insanı bir birinden ayırmazlar.

Terörle aktif mücadele görevlerinde bulunmayanlar ise, bölgedeki askerlerin görüşlerine tabi olurlar.

Bu nedenlerle, terörizmle mücadele politikalarının tespitinde askerlerin tek söz sahibi olmaları devletin diğer güçlerini ve imkanlarını devre dışı bırakır. Sorun kronikleşir ve makul çözüm yollarını kapatır.

Mesele, siyasetin meselesidir. Bütün bölge ateşe verilerek terörizmle mücadele edilemez. Teröristle mücadele güvenlik güçlerinin görevi olmalı, ama silaha sarılmayı gerektirecek de olsa, iç ve dış meselelerin çözümü TBMM'nin ve hükümetlerin sorumluluğuna bırakılmalıdır.

Çözüm, TBMM'de aranmalıdır.

·         TBMM’de, oluşturulacak (her görüşü temsil eden bölge milletvekilleri+ iktidar ve muhalefet partilerinin temsilcileri+ bölge sorunları ile ilgili STK’ ları+TSK ve diğer kurumlarımızın temsilcileri+Hükümet temsilcileri) terörle mücadele komisyonu tarafından, terörü destekleyen sorunlar masaya yatırılmalı, cesaretli çözümler üretilmeli, gerekenler kanunlaştırılmalı ve geciktirilmeden uygulamaya konulmalıdır.

·         Gelişmeler etkili bir şekilde bölge halkına anlatılmalı ve Devletin himayesi ve şefkatini gösterecek yapıcı propagandalar yapılmalıdır.

·         Mülkî, adlî, idarî, güvenlik ve askerî görevlilerin idealistleri ve bölge halkının ortak değerlerini paylaşabilecek, Kürtçe de bilen kişiler bölgede görevlendirilerek, Devletin halkla kaynaşmasını sağlayacak tedbirler geliştirilmelidir.

·         Sorun çözüldü diyebileceğimiz zamana kadar, Bakanlar Kurulu, bir-iki haftalık periyotlarla, Bölge İl ve İlçelerinde toplanmalı; ekonomik, sosyal, kültürel, idarî, askerî ve adlî sorunlara yerinde çözümler getirmelidir.

·         Sorun çözülünceye ve son terörist teslim oluncaya kadar, kış yaz demeden büyük karargahların komuta yerleri en kritik yerlerde tesis edilmeli ve askerî harekât buralardan takip edilmelidir. Temizlenen kırsal kesim, teröristin tekrar yerleşmesine imkan vermemek için, gayri müsait mevsim şartlarında da terk edilmemelidir.

·         İçeride yaratılacak barış havası, içerde ve dışarıda terörle mücadelede elde edilecek askerî başarıların sağlayacağı güçle; diplomatik girişimler başlatılmalı, Kuzey Irak’taki Yerel Kürt Yönetimi dahil, İşgale karşı organize olan mukavemet grupları dahil, Irak Hükümeti, ABD, Koalisyona dahil Devletler ve diğer Avrupa ülkeleri nezdinde Terör Örgütünden desteklerini çekmeleri, bürolarını kapatmaları ve liderlerini teslim etmeleri konusunda baskı uygulanmalıdır.

·         Özellikle bölge halkımız ile devlet ilişkilerinde ve sınır ötesi girişimlerde, sivil halk ile asker ilişkilerinde hukukun dışına çıkılmamalı, adaletin olmadığı yerde devletten bahsedilemiyeceği bilincinde hareket edilmelidir.

Askeri Tedbirler:

Terörle mücadelede kullanılan kuvvetler, özel eğitim görmüş özel birlikler olmalıdır:

PKK saldırılarının başladığı 15 Ağustos 1984 tarihinden itibaren terörle mücadelede; bölgedeki sabit jandarma birlikleri, seyyar ve sınır jandarma birlikleri, jandarma komando birlikleri, polis özel kuvvetleri, Silahlı Kuvvetlerin bölgedeki kara birlikleri, bölgedeki komando birlikleri, bölge dışından getirilen iç güvenlik kara birlikleri, bölge dışından getirilen komando ve hava indirme birlikleri ve özel birlikler; kara, hava ve deniz kuvvetlerine mensup helikopterler, hava kuvvetleri uçakları kullanılmıştır.

Bölgede, jandarmanın, emniyetin, MİT'in ve Silahlı Kuvvetlerin istihbarat unsurları koordinesiz olarak faaliyet göstermiştir.

Getirilen birliklerle sonuç alınamayınca, bölgeye tabur seviyesinde yeni birlikler yığılmış, bölgedeki birliklerin emrine verilmiştir.

Birlikler eğitimlerini bölgede tamamlamış, tam yararlanılacağı zaman yükümlülerin askerlik süreleri sona ermiştir.

Kış mevsimini birlikler kışlalarında geçirirken, teröristler, köylerde ve kırsal kesimde propaganda ile örgüte eleman yetiştirmiştir. Kış aylarında, yollar güvenlik kuvvetlerinin, kırlar teröristlerin olmuştur.

Terörle mücadele özel eğitilmiş, özel donatılmış, özel ve zor hava ve arazi şartlarında hareket yapması kolaylaştırılmış, gündüz hareket eder gibi gece hareket edebilen, kış şartlarından asgari etkilenen birliklerle yapılmalıdır. Hasılı, bu harekatta kullanılacak birlikler, bölge insanının özelliklerini tanıtacak psikososyal eğitimin yanı sıra, arazide uzun süre hayatı idama ettirebilecek kontrgerilla taktik ve tekniklerine vakıf olacak yeterli eğitime tabi tutulmalı; Devletin bütün imkanları seferber edilerek, komprime gıda ve yükte hafif yiyecek maddeleri, en modern, silah, muhabere irtibat ve hedef tespit vasıtaları, gece ve gündüz atış kontrol ve nişan sistemleri, mayın arama ve tahrip sistemleri, sıcak ve soğuğa karşı koruyucu giyim kuşam ve barınma imkanları, karda ve kötü hava şartlarında hareket imkanları ile donatılmalı ve bu teçhizat mümkün olan hafiflikte olmalıdır.

Aslında bu tür mücadele için, Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı özel harekât timleri mevcuttur. Harekât ihtiyacına yetecek derecede bu birliklerin miktar ve kadrolarını, geçici olarak arttırmak yeterlidir. Hizmet tamamlanınca kadrolar tekrar ihtiyaç miktarına indirilebilir.

Ancak, terörle mücadele için özel eğitilmiş birlik ihtiyacını *profesyonel kadrolarla karşılamak etkili bir çözüm olamaz.. Çünkü bu görevler, bedeni yeterlilik ister. Uzman kadrolar, yaşları ilerledikçe, yeniçeri ocağına döner. Ticaretle uğraşanından, bedenî yeteneğini kaybedenine kadar; ordu, görevini aksatan personel deposu haline gelir.

En iyi çözüm, iç güvenlik harekât ihtiyacı için, yükümlülerden muvazzaflık hizmetleri sırasında, eğitim merkezlerindeki temel eğitimi müteakip yetenekli oldukları tespit edilenlerden, gönüllü olanlardan, ücretleri karşılığında, hizmet sürelerini 3-4 yıla çıkarmak suretiyle özel birlikler teşkil etmek ve bu birliklerin personelini özel eğitime tabi tutmak; bu şekilde eğitilen personelden oluşan birliklerin görev süreleri sona ermeden önce, onların yerine görevlerini teslim alacak yeni birlikler oluşturularak ve görev bölgelerinde birlik değiştirmesi ile sorumluluk devir teslimi yapmak; olabilecek zayiatın bütünlenmesi için de eğitim merkezlerinde ihtiyaca yetecek eğitimli personeli sürekli hazır bulundurmak ve bu birliklerin hazırlanması sorumluluğunu da İçişleri Bakanlığına vermektir.

Terörle mücadelede sorumluluklar yeniden tespit edilmelidir:

Asayiş görevleri yasal yetki ve sorumluluklar bakımından polisin ve jandarmanın, yani İç İşleri Bakanlığının uhdesindedir. Dış tehditlere karşı sorumluluk da Genelkurmay Başkanlığının görev ve sorumluluğundadır.

Bölgede hakim olan terörün, yurt içi ayağı olduğu gibi sınır ötesi üst, destek ve bağlantıları da olduğu bilinen gerçektir.

İç güvenlikte, Hedef tespiti, haber kaynaklarının kullanılması, istihbarat temini ve operasyonların icrası, hem yasal yetki ve sorumluluklar bakımından, hem beynelminel hukuk açısından, hem de tecrübe ve donanım bakımından jandarma ve polis, Silahlı Kuvvetlere nazaran daha etkin ve sonuç alıcıdır. Zaten bölgeye gönderilen Silahlı Kuvvetler unsurları da jandarmanın emrine sokularak terörle mücadelede kullanılmaktadır.

Terörle mücadelede, muhtelif birliklerin aynı harekât bölgelerinde kullanılması, koordinasyon sorununu ortaya çıkarmakta, emir komuta birliği prensibine aykırı olmakta, sorumlulukların üslenilmesini engellemekte ve sayısal olarak büyük birlerden istenen verim alınamamaktdır.

İç güvenlik gerçek sorumlusuna bırakılmalı ve sınırlarımızın içindeki terörle mücadele İçişleri Bakanlığınca yürütülmelidir. Jandarmanın, Genelkurmay ile bağlantısı kesilmeli, kır polisine dönüştürülerek Emniyet Genel Müdürlüğüne bağlanmalıdır. Personeli, Silahlı Kuvvetler kaynağından değil, polis kaynağından desteklenmelidir.

Terörle mücadele için iyi bir teşkilatlanma, eğitim kadar önemlidir.

Dış güvenlik ise, Silahlı Kuvvetlerimizin asli görevidir.

Gayri nizami kuvvetlere karşı harekât da Silahlı Kuvvetlerimizde, Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığının ihtisas ve sorumluluğundadır.

Bu nedenle, Genelkurmay Başkanlığı, terörün, sadece dış destek ve bağlantılarını yok etmekten sorumlu tutulmalı;

Sınır ötesi harekât icra etmek için de Özel Kuvvetler Komutanlığı görevlendirmelidir.

Terörün dış desteği tamamen söndürülünceye kadar; teröre üs veren ülkelerle olan sınırımızdaki Sınır Karakolları da, hem dışardan gelecek tehditlerin ilk hedefi olması, hem de sınır ötesi harekâtın son basamak noktası olması nedeniyle, Jandarmanın değil Silahlı Kuvvetlerin kontrolünde bulunmalıdır. Karakollar, yukarıda belirtilen nitelikteki özel yetiştirilmiş personelden oluşan birliklerle korunmalıdır. Sınır birlikleri, bir taraftan sınırları korurken, diğer taraftan, sınır ötesi operasyonlarda kullanılacak özel kuvvetlere üs görevi yapmalıdırlar.

Sınır ötesi harekât:

·         Özel harekât teknik ve taktikleriyle, komando ve özel birlikler kullanılarak, terör örgütünün sınır ötesinde tespit edilen somut hedeflerine ve terör gruplarına nokta operasyonları icra edilmelidir.

·         Terörle mücadelenin başarılı bir şekilde yapılabilmesi, etkin bir istihbaratla mümkündür. Bu nedenle, özel timlerden oluşturulacak, muharebe güçlü keşif kolları, gizli harekât teknikleri ile hedef bölgelerine sızdırılmalı, oralarda örtülü kalıcı tedbirler alınmalı, elektronik ve teknik imkanlarla da desteklenerek; terör üs ve tesislerinin, liderlerinin yer ve faaliyetlerinin, ikmal depo ve ikmal faaliyetlerinin, terör gruplarının hareket ve intikallerinin, ülkemize giriş ve çıkışlarının 24 saat gözetlenme imkanı sağlanmalıdır.

·         Elde edilen sağlıklı, doğru, güvenilir, güncel ve ayrıntılı istihbarat bilgilerine dayanılarak, sınır karakollarında veya sınır ötesindeki gizli harekât üslerinde bekletilen özel eğitilmiş birliklerimiz tarafından, anında, taktik akın ve cebri keşif tipi hareketlerle hedeflere yaklaşılarak, baskın ve pusularla, bir nevi gayri nizamî harekât uygulayarak, nokta operasyonları icra edilmelidir.

·         Bu hareketler, askerî yoğunluk gösterilmeden, fark ettirilmeden, örtülü olarak ve tam bir gizlilik içinde icra edilmeli, tesirinden başka bir belirtisi görülmemelidir.

·         Bu operasyonlarla, her gün terör örgütünün dış desteğine, nereden ve nasıl geldiğini anlayamadığı, ancak şaşkına çeviren etkili darbeler vurulmalıdır. Örgüt liderleri başlıca hedeflerden olmalıdır. Darbeler, propagandası bizzat terör örgütü tarafından yapılacak şekilde etkili olmalıdır.

·         Küçük, özel yetişmiş çevik unsurlarımız tarafından yapılan operasyonlar, silahlı kuvvetlerimizin düzenli bölümünün kullanılması tehdidi ile de psikolojik olarak desteklenmeli, ancak düzenli kuvvet mümkünse hiç kullanılmamalıdır. Alınan sonuçlar, terör örgütünü sınır ötesinde de barınamaz hale getirmelidir.

·         Sadece Kuzey Irak değil, terör örgütünün Avrupa Ülkelerindeki Büro ve Temsilciliklerinin kapatılması ve etkisiz hale getirilmesi için de organizasyon hazırlanmalı, ülkeler nezdindeki politik girişimler sonuç vermediği takdirde operasyonlar uygulanmalıdır.

Sınır içinde Jandarma ve polis de yukardakine benzer teknik ve taktiklerle teşkilatlanmalı ve hareket etmelidir.

Asker, bölge halkı ile bütünleşmelidir:

Terörle mücadelede başarının ilk şartı, teröristin bölge halkı ile irtibatını kesmek ve mahallinden ikmal ve desteğini önlemektir. Bunun en kestirme yolu, devletin ve güvenlik güçlerinin halkla bütünleşmesidir.

Silahlı Kuvvetler, değerleri, örf-adet-gelenek ve kültürlerini benimseyip bölge halkı ile kaynaşamamaktadır. Bölge insanı tarafından, Silahlı Kuvvetler mensuplarına başka bir ülkenin askeriymiş gibi; Silahlı Kuvvetler mensupları da, bölge halkına düşman muamelesi yapmıştır. Hep birbirine kuşku ile bakmışlardır. Bu mesafeli duruş terörizmin işine yaramıştır.

İç güvenliğin İçişleri Bakanlığının sorumluluğuna verilmesi ve terörle mücadele için özel birlik oluşturulması, bölge halkı ile mevcut olan kopukluğun giderilmesi için de uygun olacaktır.

Kış mevsimi teröristlere bırakılmamalıdır:

Bölgede sekiz ay kış, dört ay yaz hüküm sürmektedir. Terörle mücadele dört-beş aya sığdırılmaktadır. Takviye birliklerinin gelişi, sorumluluk bölgelerine yerleşmesi, kış girmeden toplanıp, kışlalarına intikal etmeleri de bü sürenin içindedir. Yılın geri kalan yedi-sekiz ayı, takipten kurtulan teröristler, yeni mevsime kadar toparlanma imkanı bulmaktadır.

Kış şartlarına göre de eğitilip donatılmış özel birliklerle terörle mücadele kış aylarında da sürdürülmelidir. Teröristlerin kışı geçirmek için köy ve mezralara yerleşmeleri, buralarda barınmaları ve buralardan ihtiyaçlarını temen etmeleri önlenmelidir.

Üst Karargahlar Komuta Yerlerini bölgeye taşımalıdır.

Birliklere gayret vermek, problemleri yerinde tespit ederek tedbirleri zamanında uygulamaya sokmak ve harekâtı yerinden sevk ve idare etmek için büyük karargahların komuta yerleri de harekât bölgesine taşınmalıdır. Askerin karşılaştığı sorunlarla komutanlar da karşılaşırlarsa, tedbirler vaktinde alınır.

Komutanlar, başarı için, en kritik yer ve zamanda bulunmalıdırlar. Ülkemizin güvenliğini tehdit eden en kritik yer teröristlerin üslerinin ve faaliyet alanlarının bulunduğu bölgelerdir. Üst düzey komutanlıkların karargahları bölgeye taşınırsa, terör uzun süre varlığını devam ettiremez. Asker nerede ise komutanlar da orada olmalıdır. Asker arazide ise komutanı da arazide, asker kışlada ise komutanı da kışlada bulunmalıdır.

Köy Koruculuğu sistemi islah edilerek devam ettirilmelidir.

Geçici Köy Koruculuğunun kaldırılmasını en çok PKK istemektedir.

Güvenlik kuvvetleri, kırsal kesimde köyleri ve mezraları tek tek savunma imkanına sahip değildir. Teröristlerce, geceleyin basılan pek çok köye, haberdar edilmelerine rağmen güvenlik kuvvetlerinin yetişemediği çok olay bulunmaktadır.

Teröristin varlığını devam ettirebilmesi için bölgede hakimiyetini tesis etmesine ihtiyacı vardır. Siyasî seviyede de, taktik seviyede de PKK için bu zarurettir.

PKK'nın köylerine girmesini istemeyen, eylemlerini ve amaçlarını paylaşmayan, devlete bağlı çok Kürt Köyü vardır. Devletin yeterli koruma sağlayamadığı bu köyleri, silahsız ve tedbirsiz olarak PKK'nın insafına bırakmak, Devletin ayıbı olduğu gibi, terörün hedefine de yardım edecek en büyük hata olur.

Köy Koruculuğu sistemi islah edilerek devam ettirilmelidir. Düzenli bir teşkilata sokularak eğitilmeli ve Abdülhamit Han'ın aşiret alaylarına benzer sistem içinde geliştirilerek, kendi köy ve yerleşim yerlerinin PKK'ya karşı korunmasında görevlendirilmelidir.

Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğgeneral

ASDER Gnl. Bşk.

1http://groups.google.it/group/DeViL_2/msg/0a9e4b95fa67b86c

2 Duvaklı Melih,OHAL'den en fazla siviller zarar gördü, Zaman Online,Gündem Sayfası, 12 Ekim 2008

1.      3Duvaklı Melih ,(a.g.e.)

2.      4Duvaklı Melih ,(a.g.e.)

5 Nazmi Sevgen Doğu’da Kürt Sorunu Kalan 2003, İstanbul,

s. 12

6 Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1996, s. 17.

7Ramazan Balcı, En Sevgilinin Dostları, (Ravzatü’l- Ahbab), Nesil Yay. İstanbul 2005

8 Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Beylikleri, İstanbul 1980, s.5-115

9 Tağma Korkmaz, Etnik Kürd Milliyetçiliğine Dayalı Terörizmin Nedenleri ve Çözüm Önerileri, Neşriyat Dağıtım-2008, s. 30-35

10 Martin Van Bruneissen, Ağa, Şeyh ve Devlet Kürdistan'ın Sosyal ve Politik Örgütlenmesi, (Çev. Remziye Arslan) Özge Yay. Ankara, s.161

11 Hammer c. 1 s. 119

12 Ahmed AKGÜNDÜZ, GÜNEYDOĞU MESELESİ VE ÇÖZÜM YOLLARI

İSTANBUL-2007

13 Ali Emiri, Osmanlı Vilayet-i Şarkiyesi,Evkaf-ı İslamiye Matbaası 1918/1334, s. 60-72

14 Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da Türk Beylikleri, Hazırlayanlar: Şükrü Kaya Seferoğ-lu, Halil Kemal Türközü, Ankara 1982, s. 35-38.

15 Topkapı Müzesi Arşivi E. 11969, zkr. Altan Tan, Kürd Sorunu, İstanbul Timaş, 2009, s. 79

16 Mehmet Zeki Pakalın, "Yurtluk ve Ocaklık", Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1955, cilt: 3, s. 639.

17 TÜRK KÜLTÜRÜ, s.35-39

18 Vedat Eldem, Osmanlı Imparatorlugu'nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, Ttk. Ankara, 1994

19 Altan tan, s. 87

20 Faruk Söylemez, Osmanlı Devletinde Aşiret Yönetimi, - Rişvan Aşireti Örneği- KİTABEYİ 2007, s.249

21 Cengiz Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğunda Aşiretlerin İskânı, Eren yy, s. 117

22 Bazil Nikitin, Kürtler 1986, s. 257

23 Sasuni Goro, Kürt Ulusal Harakeüeri ve Ermeni-Kürt İlişkileri, Orfeus yay, 1986, Stockholm, s. 95 (zkr. Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Beybun Ankara 1992 )

24 Bruniessen, s. 224

25 AYŞE HÜR , Osmanlı’dan bugüne Kürtler ve Devlet-1, Taraf, Istanbul - 19.10.2008

26 M.S. Lazarev, Kürdistan ve Kürt Sorunu, Jîna Nû Yayınları, s. 151.

27 Mustafa Akyol, a. g. e., s. 41, (zkr. Altan Tan )

28 Ergin,O.Nuri,Türk Maarif Tarihi.MEB.Yayınları, 1941, (KOYUNCU, s. 81).

29 Ali Karaca, Anadolu Islahatı Umûmî Müfettişi Ahmet Şâkir Paşa Ve İcraatı (1838-1899) (Doktora Tezi İstanbul 1992) s, 67

30 Halfin, XIX. Yüzyılda Kurdistan Üzerinde Mücadeleler, Ankara 1992, s. 104.

31 Karaca. S. 58

32 Sevr’de ortaya konulan metin henüz bir barış projesiydi. Hiç bir zaman bir anlaşma hüviyetini kazanmamışıtır. Bu na sevr anlaşması demek büyük bir tarihi hatadır.

33Mim Kemal Öke; Musul Kürdistan Sorunu, 1918-1926 , İz Yay, s. 152

34 Nutuk, s. 943 (13.8.1919)

35 Öke, Musul, s. 109

36 A. VRK. HRM. 3

37 Altan Tan, s. 503

38 Naci Kutlay, İttihat Terakki ve Kürtler, Beybun Ankara 1992, s. 198

39 Ali Birinci Hürriyet ve İhtilaf Fırkası Dergah 1990, s. 50

40 Religion of Vıolence and Deaş", One Kurdistan Wışout İslam, http: / / www27. (Altan Tan, s. 538)

41 Volkan 23 Mart 1909, nr. 83-84; Asarı-ı Bediiyye, s. 817, İttihad 1999, İstanbul. (Nşr. Abdülkadir Badıllı)

42 İbrahim CANAN, İslâm Âleminin Ana Meselelerine BEDİÜZZAMAN'DAN ÇÖZÜMLER

Yeniasya yay. İstanbul, 1994

43Devrimci Doğu Kültür Dernekleri=Dımı-rım/Ölürüm, Dıkujım/Öldürürüm, Kürdistane/Kürdistan’ı, Dıgrım/Kurarım veya alırım Kürtçe sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur.

44Tağma Korkmaz E.General, Etnik Kürt Milliyetçiliğine Dayalı Terörizmim Nedenleri ve Çözüm Önerileri, Neşriyat Dağıtım-2008, s.28

45Tağma,(a.g.e.), s.31

46Öztuna Yılmaz, Başlangıcından Zamanımıza Kadar Türkiye Tarihi, Hayat Kitapları, 1963,c.1, s.82

47Tağma, (a.g.e.), s.31,32

48 Tağma, (a.g.e.), s.33,34

49Şerefneme: Doğuda hüküm sürmüş Kürt Aşiretlerinin ayrıntılı tarihçesidir. Bitlis Kürt Beyi Beşince Şeref Han tarafından 1597 tarihinde Farsça olarak kaleme alınmıştır. Kürt tarihine ilişkin en özgün kaynaklardan biridir.

50Tağma, (a.g.e.), s.35

51Tağma, (a.g.e.), s.35,38

52Tağma, (a.g.e.), s.38

53Akgündüz Ahmet Prof.Dr., Öztürk Said Doç.Dr. Bilinmeyen Osmanlı, Osmanlı Araştırmalar Vakfı, Ağustos 1999 İstanbul, s.138

54Akgündür, (a.g.e.), s.139; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Harp Tarihi Yayınları Seri No:2,Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III ncü cilt, s.131

55Tağma, (a.g.e.), s.40

56Akgündüz Ahmet, (a.g.e.), s.141,142; Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Harp Tarihi Yayınları Seri No:2,Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi, III ncü cilt, s.598,599.

57Öztuna, (a.g.e.), 6.c, s.142.

58Tağma, (a.g.e.),s.50

59Tağma, (a.g.e.),s.52

60Tağma, (a.g.e.),s.53

61Tağma, (a.g.e.),s.54,55

62T.C.Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı Resmi Yayınları Seri No:8, Ankara Gnkur. Basımevi,1972, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar (1924-1938)

63Başkaya, Paradigmanın iflası, Resmî ideolojinin eleştirisine giriş, Eylül 2006, 11. Bakı, s.89.

64 Duvaklı Melih,OHAL'den en fazla siviller zarar gördü, Zaman Online, Gündem Sayfası, 12 Ekim 2008

3.      65Duvaklı Melih ,(a.g.e.)

4.      66Duvaklı Melih ,(a.g.e.)

5.      67Kesten Fikret,Osmanlı Devleti'nin Manevî Kurucusu Şeyh Ede Bâlı,Sakarya Gazetecilik Matbaacılık, Temmuz 2007, s.10

6.      68Tağma, (a.g.e.), s.154; Genelkurmay Başkanlığı Özel Harekât İcra Komutanlığı Siirt,PKK(Kürdistan İşçi Partisi) Hakkında Bilgiler, 1985, s.5:13

7.      69Tağma, (a.g.e.), s.155

8.      70Tağma, (a.g.e.), s.154

9.      71Tağma,(a.g.e.), s.155

10.  72Demokratik Toplum Partisi 2. Olağanüstü Kongresi, 08 Kasım 2008

11.  73Tağma, (a.g.e) s.159

12.  74Yazılı basından

13.  75Demokratik Toplum Partisi 2. Olağanüstü Kongresi, 08 Kasım 2008

76Öztuna, (a.g.e.) 1.c.,s.206

77Öztuna, (a.g.e.) 1.c.,s.206

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Düzenlenme Cuma, 14 Ağustos 2009 15:24
ASDER Genel Merkezi

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

2 yorum

  • Yorum Linki Talha Cuma, 13 Mart 2009 07:36 yazan Talha

    Çok güzel bir sunum oldu. Kitap haline getirilmesi ile de kalıcı bir eser meydana geldi. Emeği geçenlere kalpten teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum.

    Raporla
  • Yorum Linki Abdurrahim BARIN Pazartesi, 09 Mart 2009 17:18 yazan Abdurrahim BARIN

    Bilimsel ölçü
    tarafsız ve doğrulara götüren güvenli yöntemdir.
    Doğru tedavi için, doğru tanım gerekir.
    Resmi ideolojilerde hata yapabilir.
    Panel katılımcılarını ve fikirlerini,
    bu kıstaslar açısından doyurucu buldum.

    Emeği geçenleri Kutluyorum.
    Saygılar.

    Abdurrahim BARIN.
    http://www.hiziracil.tr.gg

    Raporla

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...