Uluslar Arası İlişkiler Uzmanı Ali TANDOĞAN
Türkiye’nin komşuları ile sıfır sorun dış politikasının bir gereği olarak 13 Ekim 2009 tarihinde Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi I. Bakanlar Kurulu toplantısı yapılmıştı. O günler sanki bir rüyaya benziyor ve bizlere hiç yaşanmamış gibi geliyor.
Aslında konjektürel durumun bu işbirliğini doğurduğunu söylemek ne kadar gerçekçi ise, insanlık adına Suriye’de insan katliamının ne pahasına olursa olsun bir an önce durdurulması da bir o kadar gereklidir. Bu gerekliliğin temel nedenlerinden birisi can emniyetinin sağlanması, insanların vatanlarında huzur içinde yaşamalarıdır. Sürekli savaşların yaşandığı bir bölge haline gelmiş olan İslam coğrafyasında yaşanan her türlü çatışmadan en büyük kazancı küresel güçler elde edeceklerdir.
Suriye’deki olası iktidar değişikliğine Türkiye ne kadar müdahil olabilecek?
Bu sorunun cevabını ararken Esed rejiminin 5 yıl boyunca nasıl ayakta durabildiğine ve Türkiye’nin süreç içerisindeki reel rolüne bakmak gerekir. Birleşmiş Milletler ’den Suriye konusunda ortak bir kararın çıkarılamadığını, buna mukabil ABD’nin meseleye hiçbir zaman Türkiye kadar net Esed’in gitmesi şartına bağlamadığını görüyoruz. Üstüne üstelik bu süreçte ABD’nin Suriye konusunda Rusya’ya rağmen bir çözüm isteyip istemediği de tartışılır.
13 Mart 2015 tarihinde New York’ta uluslararası siyasetin en etkili düşünce kuruluşlarından Council on
Suudi Arabistan’ın bile Esed sonrası oluşacak yeni halk uyanışlarının kendisine zararlarını hesap ederek Esed’le devam eden bu belirsizliği tercih ettiği yorumları yapılmaktadır. Yapılan yorumların elbette ciddi verilerle desteklenmesi gerekiyor. Siyasi destek ancak ekonomik ve silah temini ile güçlendirilmesi durumunda
Silah pazarındaki bu verilere genel hatları ile baktığımızda BM daimi üyesi üç ülke ( ABD, Rusya ve Çin) yoğun bir şekilde İslam coğrafyasına silah satmaktadır. İşin ilginç tarafı en çok silah satın alan ülke Suudi Arabistan kendi topraklarında savaşın iki tarafından biri olarak hiçbir zaman savaşmamıştır. O zaman olabildiğince bu silah satın alma hırsının bir karşılığı olmalı. Yemen’de baş gösteren iç çatışmalara Suudi Arabistan’ın güçlü bir şekilde müdahale etmesi silahların nerelerde kullanıldığına açık bir cevap olsa gerek. Müslümanların Batılı müttefiklerinden (!) aldığı silahlar bir şekilde, gerekçesi ne olursa olsun maalesef yine Müslümanlara doğrultulmaktadır. Bu nasıl bir çelişkidir? Osmanlı’nın çöküşünden sonra bu acı sahne bölgenin adeta kaderi haline gelmiştir.
Suriye, Yemen ve Irak’ ta yaşanan savaş ortamının önemli aktörleri hep Batılı ülkeler olmuştur. Gerek NATO, gerek Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) kararları gereği savaşın tarafları arasında bulunmuşlardır. Şimdi somut olarak su tespiti yapabiliriz: Halkı Müslüman olan ülkelerdeki yöneticiler Batılılardan satın aldığı silahlarla kendine muhalif halkları etkisiz hale getirmeye çalışmışlardır.
Türkiye bu somut tespiti ön planda tuttuğunda iki durumla karşı karşıya kalmaktadır. Birincisi; hangi gerekçe olursa olsun Müslüman halklar katledilmekte, ikicisi ise; kapitalist sistemlerini ayakta tutmaya çalışan Batıya maddi kaynakların harcanması. Resme böyle bakıldığında Esed ve Sisi’nin gitmesinden daha öncelikli durumların varlığı kendini göstermektedir. Bu aktörün gitmesinin önündeki en büyük engel kendi güçleri değil arklarındaki destekçileri. Yani Esed ve Sisi kendileri istese de gidemezler. Tek başlarına karar alacakları bir durum olmadığı gibi mesele şahıslarında temsil edilen ideolojilerin devamıdır. Kavga, Esed ve Sisi’nin gitmesinden öte yerlerine gelecek olanların temsil edecekleri ideoloji olmuştur. Bu minvalde Mısır ve Suriye’ de süren kavga şahıslarını aşmış; olası İslami iktidarları engellenmesi durumuna dönüşmüştür. Türkiye için önemli olan bu aktörlerin iktidarlarını terk etmesinden daha çok yerlerine gelecek isimlerin rengidir. Türkiye bu beklentileri konusunda maalesef hiçbir İslam ülkesi tarafından aynı çizgide destek bulabilmiş değildir. Olay realpolitik kavramı üzerinden ancak anlaşılabilir hale gelmiştir. Bu durum Türkiye’nin tek başına yön verebileceği bir durum olmadığı gibi güç ve silah sahiplerinin kontrolünde gitmektedir. Maalesef uluslararası güç odaklarının ana eksenini çizdiği çözüm arayışlarına yön vermenin pek mümkün olmadığı bir süreçten geçmekteyiz. Sürecin işletilmesinde “Yönetişim Stratejisi”nin
Suriye Meselesinde Politika Değişikliği
Komşularımızla ilişkilerimizin “sıfır sorun” politikasından çıkarılarak “Yönetişim Stratejisi” şeklinde değiştirilmesi daha sonuç odaklı gibi geliyor. Uluslararası ilişkilerde, tek taraflı olarak iyi niyetli olmak ne yazık ki sorunların çözümü için yeterli olmamıştır. Suriye sorunu, Türkiye’nin en sıkıntılı meselelerinin başında gelmektedir. Uluslararası aktörler ise bu konuda tavşan kaç tazı tut misali kaçak oynamışlar ve Esed’e, İran ve Rusya destek verirken BMGK’den ne yazık ki gerekli müdahale kararı çıkarılamamıştır. Konuya insanî yardım gözüyle bakmak ne kadar doğruysa, meselenin çözümü konusunda da gerçekçi politikalar üreterek, bütün aktörlerle diyalog içerisinde olmak artık kaçınılmaz olmuştur. Çocuk-kadın demeden devam eden insan katliamı tahammül edilmez bir seviyeye gelmişken, çözümü Esed’in gitmesine odaklamak şimdiye kadar sonuç vermemiştir. İçinde bulunduğumuz şartlar tekrar değerlendirildiğinde kısa vadeli ve tüm tarafların üzerinde uzlaşabileceği bir çözüm isabetli olacaktır. Bu sadece ve sadece İslam coğrafyasında devam çatışmaların bir an önce durdurulması seviyesinde algılanmalıdır. Politika değişiklikleri bazen arzulandığı şekilde olmasa da şartların zorladığı durumları yönetebilmekte önemli bir beceri ister.
Siyasi mesajlar verilerek diyalog kurulamaz hale gelmiş sorunların istihbarat örgütleri marifetiyle ve gizli diplomasi yürütülerek çözülebileceğini Oslo sürecinde gördük. Oslo örneğinde olduğu gibi tarihî adımları atılarak şu anda Esed ve Sisi iktidarlarının resmî makamları işgal eden muhatapları ile iletişime geçmek çözüm alternatifi arayışlarının başlangıcı olabilir. Elde edilecek veriler sorunların anlaşılması ve çözümü konusunda hükümetlerin politikalarına yön verecektir. Süreci halka anlatmak ise siyasetçilerin marifetine bırakılacaktır. İşte tam bu noktada Suriye ve Mısır’la kesintiye uğrayan diplomasinin yeniden işletilmesi konusunda Millî İstihbarat Teşkilatının karşı muhatapları ile müzakerelere yoğun bir şekilde başlaması, bölge halkı için yeni bir açılımın başlangıcı olacaktır. Öncelikli olarak Suriye ve Mısır’daki akan kanın durdurulması isteniyorsa, sert siyasî söylemlerin yerini istihbarat teşkilatları arasındaki diyalog alabilir. Bu yöntemle kısa vadeli hesaplar yapılarak öncelikli olarak iç savaşların durdurulması ve insanların yurtlarına dönmesi sağlanabilir. Her iki sorunun çözümü konusunda Türkiye’nin taraflardan bağımsız sadece kendi konumunu belirleyerek bir dış politika sergilemesi gerçekçi görünmemektedir. Realpolitik