Cumartesi, 07 Ekim 2017 14:10

Bölgedeki Savaşlar Kimin İşine Yaradı Ya da Yarıyor?

İran-Irak Savaşı 22 Eylül 1980’de başlamıştı. Öncesinde ufak ufak sınır ihlâlleri oluyordu. Ve yine İran Devrimi’nden hemen sonra iktidara gelen Saddam Hüseyin Körfez’de bulunan ve Cezayir’in arabuluculuğu ile İran’da kalan üç adanın kendilerine ait olduğu iddiası ile 1975’te yapılan İran-Irak Anlaşma metnini bir basın toplantısında yırttı ve attı. (16 Eylül 1980) Ardından da yavaş yavaş İran’ı tehdit etmeye başladı. Zira o günün Irak’ı Sovyetlerin de önemli desteği ile neredeyse dünyanın dördüncü büyük ordusuna sahipti.

İran İslâm Devrimi ile birlikte bilhassa Devrim önderi Humeyni’nin İsrail’e yönelik sözleri jeo-politik tehdit anlamında İsrail’i fazla endişelendirmiyordu. Ama Irak, İsrail’e İran’dan daha yakın ve daha büyük tehdit oluşturuyordu. Zira Irak’ın elinde mevcut bir de nükleer tesis vardı. Hatırlanacağı üzere bu nükleer çalışma merkezi 1981’de İsrail uçakları tarafından yerle bir edildi. Osirak Nükleer Merkezi olarak da bilinen bu tesisler imha edilmeden önce de Iraklı askerlerden oluşan güvenlik gücü de bir el tarafından bölgeden uzaklaştırılmıştı.

1980 Haziran’ında Tahran pazarının önemli tüccarlarından Hacı Haşim Şebusterizade’nin misafiri idik. Bu kişi aynı zamanda merhum Ali Şeriati’nin de hamisi konumunda olan birisi idi. (Tabii bu ifade merhum Hacı Haşim Bey’e aittir.) İlgili kişi sohbet esnasında dedi ki: ‘Ben, özellikle Irak sınırındaki başlayan çatışmaları tehlikeli görüyorum. Çünkü İran’daki devrimi de Irak’taki askeri gücü de İsrail için tehdit olarak görenler bu iki ülkeyi birbirine düşürmek istiyorlar. Keşke akl-ı selim galip gelse de bu iki ülke savaşa girmese…’ Merhum Hacı Haşim belki akademik ünvana sahip değildi, başkaları gibi ciddi bir şekilde okuyan birisi de değildi. Yani “bilgili” olmayabilirdi; ama “bilge” birisi idi. Keşke bugün bilgili olanlarımızın yüzde onu bilge olsalar herhalde sorunlar daha hızlı ve yararlı bir şekilde çözüme kavuşurdu.

İran-Irak Savaşı’nın başladığı yıllar Filistin-İsrail anlaşmazlıklarının da yoğun olduğu yıllardı. Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat bir resmi gösteri sırasında Yüzbaşı Halid İslâmbulî tarafından öldürülmüştü. Filistin El-Fetih örgütü içerisinde Yaser Arafat’a karşı Naif Havatme, Ahmed El-Cibril, George Habbaş gibi muhalifler El-Fetih’i ve Arafat’ı sıkıştırıyorlardı. İsrail, Güney Lübnan’ı işgal hazırlığı içerisindeydi. Türkiye’de 12 Eylül ihtilâli gerçekleşmiş, Pakistan’da Şii Zülfikar Ali Butto’ya karşı Sünni General Ziya-ul Hak darbesi olmuştu. Bu arada Afganistan’ın Rusya tarafından işgalini de kaydetmek gerekir. Ve daha birçok olaylar coğrafyamızda, İslâm dünyasında birbirini takip ediyordu. Bilhassa İran İslâm Devrimi önderi Humeyni’nin İsrail’e yönelik tehdit ve uygulamaları jeo-politik açıdan olmasa da bölge ülkelerini ve bu ülkelerdeki legal ve illegal örgütleri tahrik ediyor ve İsrail’e karşı öfkeyi artırıyordu.

 ‘Merg berk İsrail’, ‘Merg berk Amerika’ sloganlarının yoğun bir şekilde yankılandığı bir Eylül gecesi Saddam’ın güçleri havadan, karadan ve denizden İran’a saldırdılar. Sekiz yıl süren savaş tıpkı bugün IŞİD ile yapılan savaş gibi iki ileri bir geri veya iki geri bir ileri taktiği ile devam ettirildi. Neticede savaş, 1988 Ağustos’unda İran’ın BMGK’nın 598 sayılı karanını kabulü ile son buldu. Ancak bu savaşın sonunda, savaşa başlarken dünyanın dördüncü büyük ordusuna sahip Irak’ın hem asker olarak, hem de silah olarak imkânları tüketildikten sonra ve yine potansiyel bir tehdit olarak algılanan İran’ın askeri gücü, ekonomik gücü bittikten sonra, 598 sayılı kararın kabulü mümkün oldu.

Aslında İran’ın da elinde oldukça yoğun bir şekilde harb araç ve gereçleri vardı. Zira 1973-1974 yıllarındaki petrol krizi sırasında Amerika ve dönemin Dışişleri Bakanı Kissinger, İran’a milyarlarca dolarlık silah satmıştı. Gerek İran’ın elindeki silahlar ve gerekse Saddam’ın elindeki silahlar küresel güç odaklarının ya da Rusya-Amerika ittifakı ile İsrail’e zarar vermeyecek hale getirildi. Ve İran ile Irak birbirlerini ve imkânlarını yok ederek İsrail’in güvenliğine katkıda bulundular.

Gelelim bugüne. İran’ın eski Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın Cumhurbaşkanı olduktan sonra ‘İsrail haritadan silinmelidir.’ söylemi vb. söylemlere rağmen bugün İsrail; başta İran, Irak, Suriye, Mısır ve Lübnan olmak üzere bölge ülke ve yöneticilerinin katkıları ile bırakınız haritadan silmeyi haritadaki yerini sağlamlaştırmaya başlamıştır. Her şeye rağmen Suriye’deki iç savaş öncesinde Suriye’nin önemli ölçüde güçlü bir silahlı kuvvetleri vardı. Bilhassa zırhlı birlikleri göz kamaştırıcı boyuttaydı. Keza Mısır yine öyle idi. Arap Baharı başladı (17 Aralık 2010) halkın ekmek, özgürlük, iş, hukukun üstünlüğü gibi istekleri dışarının ve içerinin engin katkıları ile ‘İslâm İntifadası’na terfi ettirildi. Halkın malum ve haklı istekleri ideolojik bir formata büründü. Bir taraftan yönetimlere başkaldırı, diğer taraftan İsrail başta olmak üzere düşman addedilen odaklara karşı “nefret” ortak paydası oluşturuldu. Ve bu payda etrafında, sevginin dışlandığı, nefretin yaygınlaştığı bir atmosferde bir taraftan İslâm diğer taraftan Müslümanlar alternatif olmaktan uzaklaştırıldılar. İslâm ve Müslümanlar üzerinde öyle bir kanaat ve kimlik oluştu ki; sanki aziz İslâm bir barış, sevgi, kardeşlik, hakikat örnekliği olmaktan çıkartıldı. Nefretin, savaşın, kan dökmenin simgesi haline getirildi. Müslüman ise sevgi ile yaşayan değil, nefret ile kucaklaşan bir simge haline getirildi. Ve çoğu genç, yaşlı, bilen, bilmeyen Müslüman da maalesef bu oyuna geldi ve adeta Hz. Peygamber’in (a.s) rahmet Peygamberi olma sıfatını iptal ederek; sadece “harb Peygamberi” sıfatını ihyaya başladılar. Oysa Hz. Peygamber’in (a.s) savaşı da barışı da insanlığın kurtuluş reçetesi idi. Ama ne yapalım ki bugünün Müslümanları bu aziz dine (İslâm’a) cümle kapısından girmiyorlar. Unutmayınız bu dinin cümle kapısı Kur’an’dır. Cümle kapısından giren bir kimse de içeride Hz. Peygamber’in sahih sünneti ile hayat bulur. Yoksa dünün ve bugünün cemaat, örgüt mantığı ile dine girenler Kur’an’ın ve Hz. Peygamber’in (a.s) ruhunu kavrayamazlar. Neden? Çünkü cemaat ve örgüt mantığında cemaat ve örgüt ilkeleri sorgulanmaz. Yani akıl devre dışı bırakılır. Oysa Hz. Allah aklı bizlere düşünelim, tefekkür edelim diye vermiştir. Ve tabii bu anlamda bir de İkâz-ı İlâhi vardır: ‘aklını kullanmayanları O, pislik içerisinde bırakır.’ (Yunus 10/100)

Düşünüyorum Hz Peygamber İlâhî mebusluk görevini aldıktan sonra etrafındakilere nefretle ve kinle mi, yoksa şefkat ve merhametle mi yaklaştı? Elbette ikincisi. Zira birincisi Hitler’in sünnetidir. Eric Hoffer ‘Kesin İnançlılar’ kitabında kitle hareketlerinin anatomisini incelerken der ki: “Kitle hareketleri bir Tanrı’ya inanmaksızın doğabilir ve genişleyebilir fakat ortada nefretleri üzerine çekecek bir düşman olmaksızın asla genişleyemezler. Bir kitle hareketinin kuvveti, seçmiş olduğunuz düşmanın canlılığı ile doğru orantılıdır. Yahudilerin imha edilmesini arzu edip etmediği sorulduğu vakit Hitler şöyle cevap vermişti: Hayır… İmha edersek onları yeniden yaratmamız gerekecektir. Sadece ismen değil fakat cismen mevcut bir düşmanımızın bulunması esastır.” (sh. 122)

Müslümanların Hitler ve benzerlerinden farklı olması gerekir. Bizler, Müslümanlar, düşmanlar var ederek değil, dostluklar geliştirerek İlâhi mesajın daha çok kitlelere ulaşmasına katkıda bulunabiliriz. Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine baktığımız zaman çoğu Müslüman cemaat ve örgütler ve yine devletler Kur’an’ın ve sünnetin ruhuna uygun dostluklar aramıyorlar. Üstelik arayanları, yanlışları tespit edenleri de dışlıyor ve çoğu zaman da tekfir ediyorlar. Ya da Kur’an’ın, sünnetin öngördüğü doğru adımlardan uzaklaşmaya çağırıyorlar.

Maalesef bugünkü halimiz bu. Ve bu hal gittikçe de kronikleşiyor. Hem örgütsel hem de devletler olarak adımlarımızı kontrolden uzaklaşıyoruz. Makaleye İran’dan başladık isterseniz İran’la bitirelim. Zira dün sekiz yıl süren ve ümmetin birçok canına neden olan savaş, aynı zamanda ümmetin zenginliğini, servetini de aldı götürdü. Üstelik de bölgeye coğrafyamıza sevgiyi, muhabbeti değil; nefreti ve düşmanlığı miras bırakarak bitti. Bitti mi? Hayır! Bütün şiddeti ile devam ediyor ve makalenin başında ifade ettiğim İran-Irak savaşı kime yarar sağladı ise bugün yine aynı odak ve odaklara yarar sağlayama devam ediyor. Bakınız Saddam zamanındaki ve savaş öncesi Irak, İsrail için bir tehdit idi. Şimdi değil. Suriye iç savaş öncesi İsrail için bir tehdit idi. Şimdi değil. Mısır, Sisi darbesi öncesi bir tehdit idi. Şimdi değil. Hizbullah dün İsrail’in korkulu rüyası idi. Şimdi değil. Dün Şeyh Fadlallah İsrail için bir anlam ifade ediyordu. Oysa şimdi Nasrallah hiçbir anlam ifade etmiyor. Dün Sayda ve İslâmi Tevhid Hareketi, Şeyh Mahir Hammud, Şeyh Said Şaban birer karakterdi, heybetleri vardı. Ama bugünkülerden bırakınız İsrail’i, lağım fareleri bile ürkmüyor. Hani Hz. Allah, kendi düşmanlarını, Müslümanların düşmanlarını kastederek: ‘Onların yüreklerine Allah’tan daha çok korku salan sizlersiniz…(59/13) diyordu. Heyhat! Bugün bizim yürüklerimize Allah’tan daha çok korku salanlar onlar…

Özetle dün İran uzun süren savaş boyunca dolaylı da olsa İsrail’in güvenliğine katkıda bulundu. Saddam’dan bahsetmiyorum. Çünkü onun İslâmi bir iddiası yoktu. Bugün ise İran’ın Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve hatta Afganistan politikaları ve bizzat adı geçen ülkelerde iç savaşların tarafı olması nedeniyle yine İsrail’in güvenliğine katkıda bulunuyor. Oysa İran ve Türkiye var. İslâm’ın değişmezlerini ortak payda haline getirerek ihtilâfların halli, dostluğun, kardeşliğin tesisi noktasında ciddi katkılar sağlayacak konumdalar. Ve bizler, Müslümanlar Kur’an’ın ve sünnetin onayını almayan anlayış ve uygulamalardan, mezheb, meşrep, örgüt, cemaat önceliklerinden uzak durarak, birbirilerimize karşı nefretin değil, dostluğun ve muhabbetin köprülerini inşaa edebiliriz.

NOT: Genç Birikim Dergisinde Eylül 2015 sayısında yayımlanmıştır…

Son Düzenlenme Salı, 10 Ekim 2017 11:07
Süleyman Arslantaş

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...