Pazartesi, 30 Ocak 2012 08:59

28 Şubat Yargılanmalıdır

28 ŞUBAT SÜRECİ

28 Şubat Postmodern Darbesi 1997 yılında yapıldı. Ancak bu süreç 1993 yılında rahmetli Turgut Özal’ın vefatı ile başladı. 1000 yıl sürecek diyorlardı, ama 27 Nisan 2007 gece yarısı bildirisinden sonra ertesi gün hükümetin verdiği cevap ile bitti. Keskin sirke küpüne zarar verir derler. Bu sürecin mimarları o kadar gemi azıya almışlardı ki, hak, hukuk, kanun, nizam dinlemeden en büyük rakip gördükleri Müslümanlara saldırıyorlardı. Son olarak da 27 Nisan Bildirisi ile bir blöf yaptılar. Zannettiler ki; hükümet korkup istifa edecek. Onlar da kolay yoldan gelip iktidara oturacaklar. İşte bu son atımlık barutları da hükümetin karşı bildirisi ile karavanaya gidince, geri sayım başladı. 1000 yılda değil 14 yılda bitti. Eskiler tecrübelerine dayanarak “ezzulmu la yedumu” “Zulüm haksızlık devam etmez, ömrü kısa olur” demişler. Nitekim de öyle oldu.

Bu süreçte yaşadığım, şahit olduğum ve ilk ağızdan duyduğum gerçekleri yazıp okuyucularla paylaşmayı düşündüm. Amacım insanları kendime acındırmak değil. Biz bunlara Allah için katlandık. Rabbim karşılığını Ahirette hayal bile edemeyeceğim fazlalıkta verecek inşaallah. Anlatacaklarım yaşadıklarımızın sadece bir kaçı. İnşaallah ahirette bizi kurtaracak birer senet olur. Yazmamın sebebi kayıtlara geçsin. Bu zihniyetin gerçek yüzünü bu millet anlasın. Çünkü "Müslümanların fevkalade safderunluğu ve dehşetli canileri alicenâbâne affetmesi yüzünden, binler seyyiatı işleyen ve binler manevi ve maddi hukuku ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse ona bir nevi taraftar çıkar. Zulümlerini hüsn-ü tevil eder. Bu suretle azınlıkta olan ehli dalalet, safdil taraftar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüp eden umumi musibetin devamına belki şiddetlenmesine kaderi ilahiyeye fetva verirler, ”safderun bazı Müslümanlar" düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basiret gözü böyle körleşirse, iman kalesi tehlikededir."

İşte bu din düşmanlarını kendisi gibi zanneden iyi niyetli Müslümanlar da uyansın diye bazı hatıralarımı yazmaya karar verdim. Aynı şartları yaşayan arkadaşlarıma da karşılaştıkça yazmalarını (Ama abartmadan, saptırmadan, yaşadığı, şahit olduğu veya ilk ağızdan duyduğu yaşanmış gerçekleri olduğu gibi yazmalarını) tavsiye ediyorum. Ben de yazmaya devam etmeyi düşünüyorum.

Tevekkeltü alellah. Gayret bizden, netice Allah’tan. Mevlüt yazarı Süleyman Çelebi’nin dediği gibi; “Ey azizler işte başlarız söze”:

28 ŞUBAT’IN AYAK SESLERİ

DÜĞMEYE BASILIYOR 

1993 yılında Korgeneral Doğu Aktolga, KKK Kurmay Başkanı olunca bir prensip emri yayınladı. Bu emrin bir maddesi aynen şöyle idi.” Atatürkçülüğü bir yaşam biçimi olarak benimsememiş olan subay ve astsubayların, askeri eğitim ve öğretim kurumlarında görev yapmasına kesinlikle izin verilmeyecektir. Bu durumda olduğu tesbit edilen personel, sıralı amirlerince  KKK’lığına bildirilecektir.”

Bu emir üzerine artık düğmeye basıldığını, yakında fırtınanın başlayacağını tahmin etmiştik. Çünkü “Atatürkçü yaşam biçimini kabul etmeyen personel” denilirken ne kastedildiğini iyi biliyorduk. Önce personel eşlerinin başörtüleri akla geliyordu. Personelin Cuma namazına gitmesi akla geliyordu. Haydi beş vakit namazımızı gizli kılabiliyorduk ama, eşimizin kıyafetini ve cumaya gitmeyi gizlemek mümkün değildi. İstanbul Yeni Levent’teki subay lojmanlarında oturuyordum. Her şey ayan beyan ortadaydı. Oturduğum apartmanda Kuleli Askeri Lisesi’nde çalışan personel de vardı. Nasıl gizleyecektim? Üstelik ben İlahiyat Fakültesi mezunuydum. Din dersi öğretmeniydim. Benim namaz kılmam, eşimin tesettürlü olması kadar normal ne olabilirdi? Tersi olursa anormal olurdu. Ama bunları kime anlatacaktım? Tozdan dumandan ferman okunmuyordu. Emir büyük yerdendi. Askeri personelin yaşam biçimi Atatürkçülüğe uygun olacaktı. Emir herkes için geçerliydi. Bunun istisnası yoktu. Kurt kuzuyu yemeye niyetlenmişti bir kere. Artık bahane aranıyordu. Yapacağım bir şey olmadığı için, “tevekkeltü alallah” deyip, her zamanki gibi normal hayatıma ve görevime devam ettim.

EYVAH ASKERİ LİSELERİ KAYBETMİŞİZ (!)

Doğu Aktolga Paşa, göreve geldiğinin akabindeki Ramazan ayında Kuleli Askeri Lisesi’nde oruç tutan öğrenci sayısını Okul Komutanlığından soruyor. Öğrencilerin % 80’inin oruç tuttuğunu öğreniyor.  Bildirilen sayı paşayı çok rahatsız ediyor. Bağırıyor, sinirleniyor. Okul Komutanını telefonda azarlıyor. Derhal bu sayının azaltılması talimatını veriyor.

Bunun üzerine, okulda oruç tutan öğrenci sayısını azaltmak için birçok tedbir alındı. Ramazanda her gün oruç tutan öğrenci sayısının raporu KKK’lığından isteniyor. Oruç tutan sayısının çok da azalmadığı görülünce, Aktolga Paşa Okul Komutanından geçmişe yönelik on yılın oruç tutan öğrenci sayılarını sınıflara göre ayrı ayrı istiyor. Listeler KKK’lığına gönderiliyor. Sonuç incelendiğinde görülüyor ki, yıldan yıla oruç tutan öğrenci sayısında dikkat çeken bir artış var.

Bu bilgiler ışığında Doğu Aktolga Paşa,  bu sonucun dindar öğretmenlerden kaynaklandığı kanaatına varıyor. “Eyvah askeri liseleri kaybetmişiz. Derhal kurtarılması lazım!!” deyip, Askeri liseleri kurtarma (!) operasyonu olarak, Atatürkçü yaşam biçimini benimsememiş olan öğretmenlerin, askeri okullardan uzaklaştırılması talimatını veriyor. İşte 1994 yılından itibaren peyderpey, okuldan uzaklaştırma atamaları yapılmaya başlandı. Ben de 1995 yılında atandım. Bu atamalar cezalandırma atamalarıydı. Rütbe ve branşlarıyla mütenasip olmayan, rencide edici ve mahrumiyeti olan yerlere, görevlere yapılan atamalardı.

DİNDAR PERSONEL TASFİYE EDİLECEK

Yukarılarda bir yerlerde karar alındığı, düğmeye basıldığı çok açıktı. “Dindar askeri personel TSK’dan tasfiye edilmeliydi.”  Yasal yollarla ordudan atmak için ellerinde bir belge yoktu. Dindarlık yasal olarak suç değildi. Bunun için “irticacı olduğundan şüphelenilen” askeri personeli, önce üçlü kararname (Milli Savunma Bakanı + Başbakan + Cumhurbaşkanının onayı) yolu ile atmayı denediler. Bu işlemlerden personelin haberi olmazdı. Sadece sonuç tebliğ edilirdi. Bu yol yargıya açık olduğu için, bu personelin birçoğu AYİM (Askeri Yüksek İdare Mahkemesi)’ne başvurdu. Mahkeme, usulen bu ayırma işlemini yapan komutanlardan gerekçe ve belge soruyordu. Mahkemeye atılma sebebini açıklamak komutanları rahatsız ediyordu. (AYİM’e itiraz edenlerin %90’ı, kendi haklarında verilen kararı değiştiremedi. Mahkeme, atılma işlemini yerinde buldu.) Onun için en kolay ve garantili tasfiye etme yolu olarak, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla atma yolunu kullandılar. Çünkü anayasa gereği YAŞ kararları yargıya kapalıydı.  Bu yolla atılan personel, kendilerine hesap soramazdı.

YAŞ’ a GÖNDERİLEN DOSYALARI DOLDURUN

TSK’den, atılması gereken personelin dosyaları YAŞ toplantısına gönderilmeden önce,  üst seviyedeki bazı komutanlar şu yönde sorular sormuş;

- Atılmasının gerekçesi ne?

- İrticai faaliyette bulunmak.

- Dosyasında bir delil veya belge var mı?

- Sadece komutanının kanaatı ve atılma talebi var.

- Böyle olmaz. Hiç olmazsa dosyasında bir şeyler olsun. İleride başımız ağrır. Birisi çıkar hesap sorar. Göstereceğimiz bir şeyler olmalı. Bir personelin dosyasını YAŞ’a göndermeden önce bir çalışma yapın. Hiç olmazsa kendimizi savunmak için deriz ki; biz bu personeli düzeltmek (!) için elimizden geleni yaptık. Her yolu denedik. Ama sonuçta gördük ki, bunların ıslahı gayrı kabil.  İşte bunlar da belgeleri:

- Personele, defalarca hanımının başını açması için uyarı tutanakları imzalattık.

- Üst komutanlıklardan gelen bu yöndeki yazıları tebliğ ettik.

- İşte hanımıyla çekilmiş başörtülü fotoğraf.

- İşte babasının sakallı fotoğrafı.

- Çocuğunu yazın Kur’an Kursuna göndermiş.

- Hanımını gece eğlencelerine getirmedi, kendisi yalnız katıldı.

- Alkol almadı. İşte bunlar da fotoğrafı.

- İşte camiden çıkarken çekilmiş fotoğrafı.

Bunlar bu kişinin dini görüşleri benimsediğinin, Atatürkçü yaşam biçimini benimsemediğinin en ciddi kanıtları. Daha ne olsun, diyebilelim.

Belki bu belgeler yeterli olmaz düşüncesiyle bir de cemaat veya parti bağlantısı da sicile ve atılma talep yazısına eklenmeliydi. Refah Partili, Süleymancı, Fethullah Gülen’e bağlı, Milli Görüşçü, Tarikatçı, Nurcu v.s. şeklinde komutanların delilsiz, belgesiz kanaat yazıları da personel dosyalarına eklendi.

İNSAFLI DÜRÜST BAZI KOMUTANLAR AĞIRDAN ALIYORDU.

Üst komutanlardan gelen “dindar personel tasfiye edilecektir” emirlerine rağmen, insaflı, dürüst bazı birlik komutanlarının vicdanları bu haksızlığı kabul etmediği için, bu işi ağırdan alıyorlardı. “Ben yaptığı göreve ve disipline bakarım. Bana ne hanımının kıyafetinden, bana ne namaz kılmasından” şeklinde düşünen birlik komutanları da vardı. Böyle komutanlar emirlere rağmen bu tür personeli bildirmiyorlardı. Aslında bu komutanlar kendileri açısından riske giriyorlardı. Bu tavırları onların terfilerini engelleyebilirdi. Nitekim birçok değerli komutan, üst rütbeleri hak ettikleri halde terfi ettirilmediler. Emekli edildiler.

Üst komutanlar bu engeli de aşmak için ispiyon sistemini devreye soktular. Kişiliği ve zihniyeti müsait bazı personele el altından haber gönderilerek, dindar personelin isimlerinin doğrudan KKK’lığına bildirilmesi istendi. Yeter ki isim bildirilsin. İspiyon mektubunun isimsiz imzasız olması önemli değildi. Kimin gönderdiği belli olmayan bu isimsiz, imzasız mektuplar işlem görüyordu. Bu mektuplarda verilen yalan yanlış bilgilere dayanarak, telefonla birlik komutanları aranıyor; “Bu personeli niye bize bildirmedin?! Biz buradan senin personelini tespit ediyoruz. Senin haberin yok! Uyuyor musun? Yoksa bunları koruyor musun? Derhal atılma teklif yazısıyla beraber dosyasını gönder” şeklinde baskılar yapılıyordu.

YAŞ TOPLANTISINDAN ÖNCE YAPILAN DİĞER ÖN HAZIRLIKLAR

YAŞ toplantısına bir personelin dosyasını göndermeden önce hazırlık çalışması olarak dindar askeri personel aşağıdaki ön hazırlık ve psikilojik caydırma operasyonuna tabi tutuluyordu. Böylece, “Bu şekilde bir kısmı kendisi istifa eder veya emekli olur gider. Daha kolay yoldan tasfiye etmiş oluruz. Ayrılmıyanları da YAŞ kararıyla atarız. YAŞ toplantısında, YAŞ üyelerine deriz ki; “Efendim biz bu personele gereken uyarıları yaptık. Emirleri tebliğ ettik. Tayin (sürgün) de ettik. Bu yaşantıdan vaz geçirmek için defalarca kendileriyle ikna görüşmeleri yaptık. Yaşantılarında bir değişme olmadı. Bunlar ıslahı gayr-i kabil oldukları için orduyla ilişkilerinin kesilmesi lazım” İşte bu ön hazırlıklar cümlesinden olarak dindar personel; 

- Şüpheli ve sakıncalı personel statüsüne alındılar.

- Rütbeleriyle bağdaşmayan makam ve görevlere sürgün edildiler.

- Hak etmedikleri çok düşük siciller verildi.

- Sicil dosyalarına "dini görüşleri benimsediği için takibi gerekir" şeklinde sübjektif kanaatler yazıldı.

- Takibe alınmaları ve belli aralıklarla haklarında sakıncalı raporu gönderilmesi istendi.

- Sürgün edildikleri yerlerde sakıncalı oldukları için  toplantılara alınmadılar

- Sakıncalı oldukları için mesai arkadaşları bile bu personelle görülmek istemedi, köşe bucak bunlardan kaçtılar, yalnız bırakıldılar.

- Kendisi ayrılsın gitsin diye amirlerince sürekli psikolojik olarak taciz edildiler.

- Aileleri huzursuz edildi.

- Bazı birliklerde, komutanın hanımının oluşturduğu  bir grup subay hanımından oluşan ikna ekipleri, bu durumdaki personelin evine gelerek hanımının başını açması yönünde baskı yaptılar. "Bir hafta sonra tekrar geleceğiz. Seni başını açmış olarak göreceğiz. Kararını çabuk ver" şeklinde baskılar yapıldı. Bu yüzden psikolojik bunalıma giren personel hanımları oldu.

- Zaman zaman komutan tarafından, makama çağırılarak: “Hanımının başını açtır. Sözün geçmiyor mu? Nasıl erkeksin? Hanımının başını açamıyorsan dosyanı Şura'ya göndereceğim" şeklinde tehdit edildiler.

- Çocukları dışlandı.

- Lojman hakkı olduğu halde lojman verilmeyenler oldu.

- Lojmana girenlerin eşleri ve anneleri nizamiyeden giriş-çıkışlarda: “Başörtündeki iğneni çıkar, tavşankulağı bağla “şeklinde, erler tarafından huzursuz edildi.

- Bu personelin sakallı hacı babaları, başörtülü hacı anneleri evlatlarının evlerine gelip gidemediler.

- Babası sakallı olduğu için lojmandaki oğlunun evine gelemeyen, dışarıda otelde kalarak evladıyla ve torunlarıyla görüşenler oldu.

Bütün bu caydırma ve sindirme adımlarına karşılık, hala yaşam tarzını değiştirnek istemeyenler, “ıslah olamaz” kanaatiyle ilk YAŞ toplantısında atılmak üzere üst komutanlığa sevkediliyordu.

YAŞ üyelerinin, onlarca dosyayı (bir YAŞ’da tam 162 kişinin atıldığı toplantıyı gözönüne aldığımızda) teker teker inceleyecek halleri ve vakitleri de yoktu. “Bu dosyaları, önümüze kadar getiren arkadaşlarımız gerekli incelemeleri yapmışlardır” şeklinde düşünerek içeriğine bakılmadan tüm üyeler tarafından imzalanıyordu. Zaten MGK’da, genel bir irtica ile mücadele kararı alınmıştı. Bu kararın gereği yerine getiriliyordu. O sıradaki konjonktür de buna müsaitti. Memlekette genel bir irtica tehlikesi havası estiriliyordu. Bu havada kimse bu dosyalara itiraz edemez, toptan imzalanırdı.

YAŞADIKLARIMA SADECE BİRKAÇ ÖRNEK

NASIL ŞÜPHELİ VE SAKINCALI OLDUM?

TSK’ne girmek için ilk başvurduğumda, bütün sınavları geçtikten sonra altı ay hakkımda istihbarat araştırması yapılmıştı. Hiçbir sakınca görülmediği için, hakkımda olumlu rapor verilmesinin ardından TSK’ya kabul edilmiştim. Görev yaptığım 20 yıl içinde hiç savunma ve ceza almamıştım. Şu anda elimde 19 adet takdir yazısının suretleri var. En düşük sicil notum 100 üzerinden 95. KKK’lığına bağlı askeri liselerde 20 yıl boyunca bu çizgide başarıyla görevimi sürdürürken, ne olduysa oldu, 1995 yılında birden şüpheli ve sakıncalı subay olmuştum. Fişlenmiştim. Her ay, durumum hakkında KKK’lığına rapor gönderilmesi istenmişti.

EŞİNİN KIYAFETİ ÇAĞDAŞ DEĞİLDİR

Komutanlar sürgüne gönderdikleri veya YAŞ’a teklif ettikleri personelin önce sicillerini bozuyorlardı. Benim 1995 yılındaki ilk sicil amirimin verdiği sicil notu 100 üzerinden 95 idi. Aynı yıl içerisindeki ikinci sicil Amirim Okul Komutanı Kurmay Albay Y.A.’nın verdiği sicil notu ise 64. Hâlbuki sicil yönetmeliğine göre iki sicil amirinin verdikleri notlar arasında 20 puandan fazla fark varsa, belgelenmesi gerekirdi. Sonradan bir vesileyle baktığım ve fotokopisini hala sakladığım sicil notu sayfamdaki tek belge, düşünceler hanesine yazılmış olan subjektif bir kanaattı. Bu suç da şu idi; “dini görüşleri benimsemiştir. Eşinin kıyafeti çağdaş değildir. Etrafına dini telkinlerde bulunur. Takibi gereklidir.” (Din dersi öğretmeninin suçuna bakar mısınız?)  Yönetmeliğe göre bu kanaat belge değildir. Ama o dönem öyle bir dönemdi ki belge önemli değildi. Önemli olan dindarların ordudan tasfiyesi idi. Bu kanaati bir personel için yazabilmek o zaman için pirim yapıyordu. O komutan için tercihen terfi sebebi idi.

İşte ben,  o dönemde bu şekilde  “şüpheli ve sakıncalı personel” statüsüne alındım. Her ay hakkımda İstihbarat Şubesi tarafından KKK’lığına rapor gönderiliyordu. Bu raporların amacı da, yapılan bu sürgün, tayin, sözlü ikazlar, aileme yapılan tacizlere rağmen durumumda bir değişme var mı, anlamaktı. Her ay gönderilen raporlara “düşünce ve yaşantısı aynen devam ediyor. Eşi çağdaş olmayan kıyafetle dolaşıyor. Dini yaşantısını sürdürüyor”  şeklinde yazılıyordu. Ve Yüksek Askeri Şura’ya ismimizi teklif ettiklerinde denilecekti ki: “Biz bu personele gereken uyarıları yaptık. Emirleri tebliğ ettik. Tayin (!) de ettik. Bu yaşantıdan vazgeçirmek için defalarca kendisiyle ikna görüşmeleri yaptık. Bir türlü yaşantısında bir değişme olmadı. Bu personelin ıslahı gayri kabil olduğu için orduyla ilişkisi kesilmesi lazım.” İşte benim için de YAŞ öncesi hazırlık çalışmaları yapılıyordu.

NAMAZ KILIYOR MUSUN? HANIMININ BAŞI ÖRTÜLÜ MÜ?

Ben Öğretmen Kıdemli Binbaşıydım. 1995 yılı Ağustos ayında İstanbul Kuleli Askeri Lisesi Sosyal Dersler Bölüm Başkanlığı görevinden, Tekirdağ Malkara’da bulunan Zırhlı Tugayın Tank Taburu Personel Subaylığına tayin edildim. Bu görev, genellikle astsubayların yürüttüğü bir görevdi. Bir Kıdemli Binbaşının bu göreve gelmesine bütün tabur personeli şaşırmıştı. Bunun kasıtlı ve cezalandırma amaçlı bir tayin olduğu açıkça belliydi. Ben yıllardır öğretmenlik yapmışım. Hiç eğitimini almadığım, bilmediğim, üstelik rütbemle de hiç münasip olmayan Tank Taburunun Personel Subaylığı görevine tayin edildim. Aslında bütün bunların amacının, hedef personeli rencide ve huzursuz edip yıldırmak ve böylece personelin emekli olmasını sağlamak olduğu çok açıktı.

Her şeye rağmen mesleğime ve devletime olan saygı ve sevgimle, yeni atandığım Tekirdağ Malkara’daki Zırhlı Tugay Tank Taburunun Personel Subaylığı görevine başladım. Eski tip lojmanlardan birinin en üst katında bir daire verildi. Su çıkmaz, ısınmaz. Tesisat çok eski. Büyük sıkıntılarla o kışı geçirdik. 

Yeni birliğime katıldıktan bir ay sonra Eylül ayında her yıl olduğu gibi birlik arazi tatbikatına çıktı. Beni de kışla subayı olarak bir takım askerle birlikte kışlada bıraktılar. Arazidekiler gibi ben de 24 saat kışlada kalıyorum. Her gün nöbetçiyim.

Bir gün birliğimizin bağlı olduğu Kolordunun komutanı Korgeneral Hasan Muratlı aniden bizim kışlaya geldi. Tugay Karargâh Binasının önünde kendisini karşıladım. Askeri usule göre selam ve tekmilimi verdim.

Bilindiği gibi askeri personelin yakalarında sınıflarının işareti vardır. Benim yakamda da “Öğretmen sınıfı” işareti vardı. Bu işaret komutanın dikkatini çekti. Öyle ya öğretmen sınıfından bir subayın, muharip bir birlikte ne işi vardı?! Bundan sonra aramızda şöyle bir diyalog geçti:

- Hasan Muratlı: Sen nerden geldin?

- Ben: Kuleli Askeri Lisesi’nden geldim komutanım.

- Hasan Muratlı: Seni niye gönderdiler buraya?

- Ben: Bilmiyorum. Komutanlarım öyle takdir etmişler.

- Hasan Muratlı: Sen, ne öğretmenisin?

- Ben: Din Dersi öğretmeniyim.

- Hasan Muratlı: Namaz kılıyor musun?

- Ben: Evet. Kılıyorum.

- Hasan Muratlı:  Hanımının başı örtülü mü?

- Ben: Evet. Örtülü.

- Hasan Muratlı: O da namaz kılıyor mu?

- Ben: Evet kılıyor.

- Hasan Muratlı:  Hanımın imam hatip mezunu mu?

- Ben: Hayır normal lise mezunu.

Bu konuşma devam ederken,  personelin maaş bordrolarını hazırlasın diye, benimle birlikte kışlada bırakılan Maliye Şube Müdürü Yarbay da yanımıza geldi. O da tekmilini verdikten sonra, Paşa O’na dedi ki; “Sen gel arabaya bin, beni kışlada gezdir.” Bana da “Sen kal” dedi. Mercedes marka makam arabasıyla kışla içine doğru hareket ettiler. Ben orada kaldım.

Daha sonra bu yarbay bana dedi ki; “Senin için çok hakaret ve küfür içeren şeyler söyledi. ”Ne dedi” diye sordum. “Söylemek istemiyorum. Ağza alınmayacak şeyler söyledi. Küfürlü ve hakaret içeren ifadelerle birlikte, bunu takip edin. Göz açtırmayın. Ezin. Burnunu sürtün. O defolup gitmezse, biz defedeceğiz” demiş.

TABUR KOMUTANININ TACİZLERİ

Tugay Komutanımız Tuğg. B.S.Ö. insaflı, iyi bir insandı. Bana yapılan bu atamanın yanlış ve haksız olduğunu düşündüğünü hissediyordum. Açıktan beni rahatsız eden bir davranışına rastlamadım. Ama gerek Tugay Kurmay Başkanı, gerekse emrinde çalıştığım Tank Tabur Komutanı, “bu durumdaki personeli ezin” talimatları doğrultusunda beni ezmek için ellerinden geleni fazlasıyla yaptılar. Özellikle Tabur Komutanı, beni azarlamak, terslemek, aşağılamak, rencide etmek için adeta bahane arıyordu. Ben de kişilik olarak insanlara değer veren, amirlerime karşı dik başlılık yapmayan, kimseyi üzmek istemeyen, yumuşak huylu bir kişilikte olduğumdan, bahane bulup beni rencide etmesinler diye de azami gayret gösteriyordum. Yaptığım işe çok özen gösteriyordum. Buna rağmen defalarca, imzaya götürdüğüm yazıları kasıtlı olarak beğenmeyen, karalayan, evrakları önüme savuran, ayakta uzun süre bekleten ve genel olarak bana karşı agresif bir tavır sergilemiştir. Bazen odasına girdiğimde, telefonla konuşuyor olurdu veya bir şeyle meşgulken, işi bitsin de evrakları arz edeyim diye beklerken misafir koltuğuna oturduğumda; ”Oturman için ben izin verdim mi?” şeklinde beni terslerdi. Rütbe olarak ikimiz de 1976’lıydık. Yasa gereği o Kurmay olduğu için benden iki yıl daha kıdemli sayılıyordu.

Silahlı Kuvvetlerde birçok evrak rutindir. Birçok evrakın tarihi değiştirilir, bilgiler güncellenir yeniden yayınlanır. Dosyalardan geçen yılın aynı evrakının benzerini bulup güncelleyip, benzerini imzaya çıkardığım halde, defalarca “olmamış” deyip yazdığım yazıyı karalayarak, bazen yere savurarak beni rencide etmiştir. Yeni gelen evrakın üzerine eklediğim bir not kâğıdına evrakın konusunu kısaca not edip kendisine çıkarıyordum. O açıklama notuna bakmıyor. “Evrakın konusunu bütün ayrıntılarıyla uzun uzun anlat”  diyordu. Anlattığımda bir eksik varsa, evrakı önüme savuruyor. “Git oku anla da gel, adam gibi anlat” diyordu. “Akşamları ben gitmeden sen de gitmeyeceksin” diyordu.  Bazen Tugay Komutanlığında olan toplantılar geç vakitlere kadar uzuyordu. Benim de beklememi istiyordu. Birçok personel bana; “Tabur komutanı böyle değildi. Sana kasıtlı yapıyor” demişlerdir.

Eğer insaflı ve dürüst olduğunu gözlemlediğim Tugay Komutanı önünde olmasaydı, bu Tabur Komutanı çoktan benim dosyamı YAŞ’a gönderirdi. Ama önce beni tahrik etmek, suç işlememi sağlamak istiyordu ki, Tugay Komutanına karşı bir gerekçe eline geçsin. Ben sabrettim. Yapılanları sineye çektim. Çünkü inanıyordum ki; benim tek suçum dindar olmaktı. Vicdanım rahattı. Bu uğurda çekilen sıkıntıların manevi mükâfatı büyüktü. İşte bu inancım bana teselli veriyordu. Dayanma gücümü artırıyordu. Sık sık içimden “Bu da geçer ya hu” diyordum. Hatta o sıralarda evimde “Bu da gelir, buda geçer, ağlama” türküsünü gayri ihtiyari çok mırıldanıyordum.

İşte Tabur Komutanı benim dosyamı Şura’ya göndermek için bir gerekçe eline geçiremedi. Ben bütün subaylık görevim boyunca başarılı, disiplinli bir subay oldum. Hiçbir disiplin cezası ve savunma almadım. Üsteğmenken sicil yönünden devremin birincisiydim. Yüzbaşı ve binbaşıyken de sicil sıralamasında devrelerim arasında ilk sıralara yakındım. Kuleli Askeri Lisesi’nden sürgün olarak atandığım 1995 yılı Mayıs ayında Kuleli Askeri Lisesi Öğretim Başkanı bana sözlü olarak demişti ki; “Sen okulumuzda bu yılın en başarılı üç öğretmen subayından birisin. Ben seninle birlikte üç kişinin ismini KKK’lığınca ödül verilmesi için teklif ettim. Okul Komutanı Kurmay Albay Y. A. senin ismini geri çevirdi. Kuleli Askeri Lisesi’nde görev yaparken, hem haftada sekiz saat derse girdim, (idareciler en fazla bu kadar girebiliyordu) Hem de Asteğmen-Binbaşı rütbesi arasında 33 subayın sicil amiri olarak, zor bir görev olan Sosyal Dersler Bölüm Başkanlığı görevini başarıyla yürüttüm. Okulda üst seviyedeki birkaç idareciden biriydim. Böyle bir statüde iken sürgün edildiğim Tank Taburu Personel Subaylığı gibi pek de zor olmayan bir görevde başarısız olmam, itibarsızlaşmam için bu tabur komutanı elinden geleni yapıyordu. Fakat ben ne olursa olsun çizgimi bozamazdım.

EMEKLİ OLMA KARARIM

İşte bu Tabur Komutanı, 1996 yılı Ağustos ayında Albay rütbesine terfi etti ve Tugayın Kurmay Başkanlığı makamına atandı. 1996 yılında Askeri Şura yılda dört kere toplanmıştı. (Oysaki teamüllere göre yılda iki kere toplanırdı.)  Ve her seferinde 130 ile 162 kişi arasında değişen sayılarda personelin YAŞ kararıyla ordudan ilişiği kesildi. 1996 yılı Ağustos’unda insaflı ve iyi niyetli olduğunu gözlemlediğim, Tugay Komutanı da Tümgeneralliğe terfi etti ve başka bir birliğe atandı. Beni ezmek için elinden geleni ardına koymayan Tabur Komutanı Tugayın Kurmay Başkanlığına atanınca, bu durumda bu kurmay başkanının yeni gelecek olan Tugay Komutanını da etkileyerek benim dosyamı Askeri Şuraya göndereceği kesindi. Zaten o sırada bir mezhebin taraftarı bir kısım personel,  ordudaki bu havayı fırsat bilerek TSK’daki dindarları tasfiye hareketine var güçleriyle destek veriyorlardı. İşte bu Tabur Komutanı da bu zihniyette biri idi. Nitekim bir kanaldan benim atılmam için bir çalışmanın yapıldığı bilgisini öğrendim. Hemen Personel Şube Müdürlüğünden, hizmet süremin ne kadar olduğunu, emekliliğimin ne zaman dolacağını sordum. Hesapladılar. Emeklilik hakkımı yeni kazandığımı söylediler. Bu durumda uzun uzun düşündüm. Ailemle istişareler yaptım. Sonuçta dedim ki; nasıl olsa beni  YAŞ kararı ile atacaklar. Bari ben ayrılayım da, çocuklarıma arkadaşları “babası ordudan atılmış” demesinler. Oğlum o sırada Kuleli Askeri Lisesinde okuyordu. Ben YAŞ kararıyla ordudan atılırsam kesin olarak çocuğumu da taciz edeceklerdi. O çocuğun da psikolojisini bozacaklardı. Çünkü o dönem öyle bir dönemdi.

İşte sadece kısa bir kesitini özet halinde sunduğum bu yaşadıklarım beni emekli olmaya istemeden de olsa karar verme noktasına getirdi. Yoksa emekli olmayı hiç düşünmüyordum.

YAŞADIKLARIMIN AİLE HAYATIMDAKİ ETKİLERİ

Oğlum Askeri Liselere girişi sınavını Türkiye birincisi olarak kazanmıştı. Kuleli Askeri Lisesi’nde başarılı bir öğrenciydi. Benim yaşadıklarımı yakından görünce “Ben bu sıkıntıyı ömür boyu çekmek istemiyorum. Böyle hayat mı olur?” deyip Askeri Liseyi bitirir bitirmez ayrılmak istedi. Çok uğraştım ama ikna edemedim. “Siz bu sıkıntılara nasıl dayanıyorsunuz? Ben ömür boyu bu hayatı çekemem dedi.” Kara Harp Okuluna başladığı sırada, dilekçe vererek veli isteğiyle (!) okuldan ayırmak zorunda kaldım. Dört yıllık tazminatını da geri ödedim. 

Kızım, Kız Meslek lisesinde okuyordu. Her dönem takdir alan çok başarılı bir öğrenciydi. Yaşadığı huzursuzluklardan ve dini yaşantıyı kabullenmesi nedeniyle karşılaştığı sorgulamalardan ötürü öğrenimini yarıda bıraktı. Birkaç sene sonra öğrenimini Açık Liseden tamamladı. Evlendikten sonra katsayı uygulamasına rağmen Marmara Üniversitesi Okul Öncesi Öğretmenliğini kazandı ve içinde ukde olarak kalan üniversite eğitimini, kendi gayretleriyle tamamladı.

Eşim tesettürü yüzünden yaşadığı tacizlerden o kadar tiksinmiştir ki, hakkımız olduğu halde bugün hâlâ Askeri Hastaneye gitmek istemiyor. “Ölsem de gitmem. Oraya gittiğim zaman hep o eski bunaltıcı yılları hatırlıyorum” diyor.

Yaşadıklarım ruhumda derin izler bırakmış ki ben de 1996 yılında emekli olduğumda,  verilen binbaşı kimliğimi beş altı yıl önce bu kimlikler değiştirilip dijital olmasına rağmen ben başvurup da kimliğimi değiştirmedim. Çünkü ben de o yılların bende bırakmış olduğu olumsuz psikoloji nedeniyle emekli olduktan sonra hiçbir askeri tesise gitmedim.

İDEALİST BİR ÖĞRETMENDİM, SONUNA KADAR DEVAM ETMEYİ DÜŞÜNÜYORDUM

Niye emekli olayım ki, bir kere öğretmenlik mesleğini severek yapıyordum. Ayrıca bütün askeri personelin imrendiği Kuleli Askeri Lisesi gibi itibarlı bir kurumda çalışıyordum. Üstelik Din Dersi öğretmeniydim. İnsanlara, özellikle geleceğin subaylarına dini bilgi ve inançlarını öğretmenin öneminin bilincindeydim. Yani bu görevi idealist olarak yapıyordum. Bu iddiamın sadece bir delili olsun diye birkaç örnek vermek istiyorum;

- Kuleli Askeri Lisesinde 1993-1995 yıllarında Sosyal Dersler Bölüm Başkanlığı görevini yürüttüm. Benden başka okulda üç bölüm başkanı daha vardı. Bu görevin yoruculuğu sebebiyle genelde bölüm başkanları derse girmezlerdi. Çünkü hem ders, hem de bölüm başkanlığı gibi zor bir idarecilik görevini birlikte yürütmek altından kalkılacak gibi değildi. Buna rağmen derse girmek istediğimi Öğretim Başkanlığına bildirdim. Benim için zor olacağı söylendi. “Olsun ben yaparım.” dedim. Ardından “sana ders ücreti veremeyiz” dediler. (Normalde idareciler derse girdikleri zaman ders ücreti alıyorlardı.) “Önemli değil. Ders ücreti istemiyorum” dedim. İşte ben hem haftada sekiz saat din dersi öğretmenliği yapıyor. Hem de okuldaki birçok sosyal faaliyetlerin ve projelerin idaresiyle birlikte, bölüm başkanlığı görevini yürütüyordum.

- 1992 yılında Erzincan’da büyük bir deprem olmuştu. Ardından KKK’lığından gelen bir emirde; “Erzincan’da ailesi olan bütün personele bir ay izin verilecek ve senelik izninden de düşülmeyecek” diye emrediliyordu.  Bu emir birçok personel için kaçırılmayacak bir fırsattı. Memleketim Erzincan’da annem, babam, kız kardeşim ve birçok yakın akrabam vardı. Gidebilirdim. Telefonla öğrendim ki; akrabalarımda bir zarar yok. Ancak yine de onlara moral vermek için gidebilirdim. Çünkü 15-20 gün kadar evlere giremediler. Ama düşündüm ki; bir ay boyunca Din Dersi gibi önemli bir dersi öğrenmekten bu öğrenciler mahrum kalacaklar. Bu düşünceyle bu izin hakkımı kullanmadım.

- Yine 1994 yılında burun ameliyatı olmuştum. Ameliyat randevusunu Şubat ayı sömestr tatiline getirmeye çalıştım. Hastaneden çıktıktan sonra bana bir ay istirahat raporu verildi. Taburcu olmamdan bir hafta sonra ikinci dönem öğretimi başladı. Ben bu istirahat hakkımın geri kalan üç haftasını kullanmadan, okula gelip derslerime girdim.

Örnekleri çoğaltabilirim. Bu bir kaç örnekten de anlaşılacağı gibi öğretmenlik mesleğini severek ve idealist olarak yapıyordum. Böyle kutsal bir görevi, kalabileceğim son güne kadar sürdürmek istiyordum.

EMEKLİ OLDUĞUMDA MADDİ ZARARIMIN ÇOK OLACAĞINI BİLİYORDUM

Ayrıca o sıralarda şöyle bir kanun çıkarılmıştı. Yarbay ve albaylara temsil tazminatı adı altında bir ek ödenek veriliyordu. (Hala veriliyor) Bu tazminatın miktarı da bayağı tatmin edici bir seviyede idi. Bu tazminatın en dikkat çeken tarafı da emekli olunduğunda da devam ediyordu. Böyle bir avantaj, aklı başında olan hiç bir insanın normal şartlarda vazgeçemeyeceği bir şeydi. Bu avantajdan bile bile vazgeçen insanın aklından şüphe edilirdi. Ben emekli olduğumda kıdemli binbaşıydım. Yarbay olmama bir yıl, albay olmama da dört yıl kalmıştı. Ben bir yıl sonra yarbay olarak emekli olsaydım, emekli maaşım bir asgari ücret kadar daha fazla olacaktı. Albay olarak emekli olsaydım bugünkü emekli maaşım iki asgari ücret miktarı kadar daha fazla olacaktı. Böyle bir avantajı kaybedeceğimi emekli dilekçemi verdiğim zaman da biliyordum. Herkes gibi ben de az çok hesabını bilen bir insanım. Bu avantajlara rağmen emekliliğimi istediysem, yaşadığım sıkıntıların boyutunu tahmin edebilirsiniz. Çünkü sıkıntı, huzursuzluk, taciz ve gerginlikleri ailece yaşıyorduk. Hanımıma ve kızıma başörtüsünden dolayı yaşatılanlar da işin ayrı bir boyutu olduğu için işin bu yönünü de ayrıca hatıralarımda yazacağım.

 

Selahattin ARSLAN

Em. Öğ. Kd. Binbaşı

28 Şubat Mağduru

Son Düzenlenme Pazartesi, 30 Ocak 2012 09:03
Resul Tosun

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

2 yorum

  • Yorum Linki Yahya Çavuş Pazartesi, 06 Ağustos 2012 23:36 yazan Yahya Çavuş

    Yazılanları okudum ve hayatta başarısız olupta buna yok ben müslümanım ondan böyle oldum şöyle olsaydı böyle olurdu diyen basiretsizlerin yazdıkları .... Gerçek müslamanlık bu degil kardeşler... Yüzünüze karşı bağırıyorum bir baltaya sap olamazsınız.. Umarım anlattıgınız kadar müslümansınızdır.

    Raporla
  • Yorum Linki ADEM BAKIRHAN Çarşamba, 15 Şubat 2012 21:02 yazan ADEM BAKIRHAN

    BEN HASAN MURATLININ BİR AY KADAR ŞÖFÖRLÜĞÜ YAPTIM ADAM ÖYLE ZALİM ERZURUMDA 29 ALAY KOMUTANI İKEN KIŞLA İNŞAATINDA BAYRAMDA ASKERLERİ CALIŞTIRDI İZİNE CIKARTMADI

    Raporla

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...