Pazartesi, 20 Kasım 2023 13:50

Aksa Tufanı karşısında “çökmüş” felsefeye “yapıbozumu” daha ne yapar?

İsrailli askeri sözcünün Şifa hastanesinde Hamas’ın ayak izlerini göstermeye çalışmasının Siyonist propagandayı bütün dünya nezdinde nasıl gülünç duruma düşürdüğünü izledik. Aslında sadece bu değil, 7 Ekim’den beri İsrail’in yapmaya çalıştığı her şey, kendini savunmak için attığı her adım, söylediği her söz, gösterdiği her görüntü sadece onun haksızlığını, suçluluğunu, vahşiliğini daha da gösteriyor. Dünyanın başında ne kadar iğrenç bir belanın ne kadar büyük bir tehlikenin ve nasıl yüzsüz bir yalan olduğunu şimdiye kadar bilmeyen öğrenmiş oluyor. Çaldığı mızrakları sığdırabileceği mızrak bulamıyor diyoruz.

Bunu biz zaten biliyor ve görüyoruz ama bir yandan da bütün dünyada 7 Ekim’den beri İsrail’e karşı yükselen isyanlardan, protestolardan, halk gösterilerinden, vicdan ayaklanmalarından da görüyoruz. Aksa Tufanı her yerden esiyor, her yeri etkiliyor. Filistin, Hamas, ve İsrail hakkındaki algıları değiştiriyor, sinmiş yürekleri uyarıyor, kurumuş vicdanları suluyor ve yepyeni bir dünyanın kurulması için gerekli bütün şartları hazırlıyor.

Bu esnada özellikle Batı’da halklarla yönetimler arasında ne kadar büyük bir mesafenin olduğunu da görmüş oluyoruz. Böyle bir cümleyi genellikle Arap toplumları için kurmaya çok alışığız halbuki. Arap ülkelerinde devlet ile halk arasında çok büyük bir mesafe olduğunu söylemek sıradan bir tespit. Devletler kendi halklarını temsil etmiyor, adeta başka ülkeler adına kendi halklarını yönetiyor. Kendi halklarına karşı işgalci bir mesafeyle, duygu ve bakışla yaklaşıyorlar. Orduları başka ülkelere karşı ülke savunması için hazırlanan aygıtlar değil, bizzat kendi halklarına karşı rejimleri koruyan gözetleme ve baskılama aygıtları gibi çalışıyor.

Arap ülkeleri için yaptığımız bu tasvirleri şimdi Avrupa ülkeleri için özellikle İsrail-Filistin meselesi bağlamında daha rahat söyleyebiliyoruz. Bütün ABD ve Avrupa kentleri haklarıyla birlikte İsrail’in işlediği insanlık suçlarına karşı Filistin ile dayanışma için ayakta. Ama halklarının bu vicdani ayaklanmalarından İsrail’in çuvallara sığdıramadığı mızraklarını gören halklarının apaçık şahitliğine kendi yöneticileri olabildiğince lakayt kalmaya devam ediyor.

O zaman İsrail’in şu anda çocukları bile kandıramayacak pespayelikteki propagandasının muhatabının kimler olduğunu anlıyoruz. Bu propaganda İsrail’in elinde oyuncak olmuş liderlere ihtiyaç halinde tekrarlayacakları ezberler veriyor. Bu ezberlerin ikna edici olmasına gerek görülmemesi İsrail’in kendi kuklalarına karşı da ne kadar saygısız olduğunu gösteriyor. Zaten öyle de olması normal değil mi?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’la basın toplantısında, Erdoğan’ın gözün, vicdanın, aklın, izanın sesi olan konuşmalarına karşılık Almanya Cumhurbaşkanının bütün bu sözleri bile duymamış gibi söyleyebildiği tek şey “İsrail’in kendini savunma hakkı” oldu. 43 gündür bütün gücüyle çoluk çocuğu, kadını yaşlıyı, hastayı sığınmacıyı planlayarak, hedef gözeterek katletmenin “kendini savunmayla” nasıl izah edilebileceği gibi basit bir soruya bile muhatap kılmadan kendini. Aydınlanmayı “Kendi aklını kullanmaya cesaret etmek” diye tarif etmiş olan Immanuel Kant’ın mirasından bugünün Almanyasının başındaki insana kalan miras bu kadar: Aklını İsrail’in beşinci sınıf propaganda aygıtın teslim etmiş olmak.

Erdoğan bu olayı onun nezdinde bütün Avrupa’ya karşı “İsrail’e bir borçluluk hali” ile ifade etti. Kuşkusuz bu ifadenin başlıbaşına “yapıbozumcu” bir etkisi olacaktır. Avrupa ve bilhassa Almanya’nın İsrail karşısındaki borçluluk durumu kural tanımaz bir tefecinin eline düşmüş çaresiz müflislerin durumunu andırıyor. Ama daha önce de belirttiğimiz gibi bu durum bu borcun da ötesine geçmiş durumda. Bu kadar gerçek karşısında bile kendi aklını kendi kullanma cesaretinden kendi eliyle vazgeçmiş olmak, aklı baştan alan bazı dogmatik ezberlere takılmış kalmakla ilgili.

Sıradan insanların veya kendi vatandaşlarının gözlerini açmakta olan onca gerçek bilhassa yöneticilerin ve ülkenin filozoflarına görünmüyor bile.

Kamusal alan, özgürleşim, tahrif edilmemiş ideal iletişimsel eylem, ötekiyle birlikte yaşamak ve etik ve eleştirel düşünce üzerine söylemleriyle yaşayan en büyük filozof sayılan Jürgen Habermas’ın konu üzerine ağzını aştığında nasıl saçmaladığını gördük. Hele Hannah Arendt Cemiyetinin de bir üyesi olan ve Habermas’la aynı kulvarlarda müzakereci demokrasi ve ötekinin hakları üzerine söylemler kasan Seyla Benhabib’in neler söylediklerine değinmiştik. Herşeyi bir yana bırakalım kendisini atfettiği Hannah Arendt’ten biraz nasiplenmiş olsaydı keşke. Yıldıray Oğur’un Habermas ve Arendt arasındaki mükemmel karşılaşma Benhabib’e birşeyler hatırlatır mı acaba?

Böylece Aksa Tufanı’nın estirdiği rüzgarlar her yere dokunurken geleceğin dünyasının yeniden inşası için gereken felsefi koşulları da hazırlıyor. Bu koşullar içinde aslında altında sadece en arkaik haliyle bir ırkçılık bulunan Batılı hümanizmin bütün maskelerini indiriyor, yıkıyor.

İşin ilginç ve belki ironik tarafı Habermas’ın da son temsilcisi olduğu Frankfurt Okulu’nun yıllar önce Aydınlanmanın özgürleşimci, demitolojize edici iddialarının altında yatan faşizmi, despotizmi veya daha derin ve saklı mitolojik boyutları ifşa etmekle ünlenmiş olması. Bu haliyle Avrupa’daki modernist Aydınlanmacılığın altındaki Negatif Diyalektiği işaret ederek çağdaş felsefenin daha özgürlükçü daha insancıl limitlerini sahiplenmişti. Frankfurt Okulu üyelerinin neredeyse tamamının bütün bunları yaparken bir yandan da tam bir soğukkanlılıkla CIA’ye raporlar hazırlamış olduğu yıllar sonra ortaya çıkmıştı. Değerli mütefekkir siyasetçimiz Prof. Dr. Nabi Avcı’nın hatırlattığı bu konuyu da bir ara ayrıntılarıyla yazarız.

Frankfurt Okulu mensuplarının Negatif Diyalektikten bahsettikleri yıllarda Fransız felsefeci Jacques Derrida bütün bir Avrupa felsefesinin dayandığı metafizik kökenlere karşı bir “yapıbozumcu program” uygulamaya çalışıyordu. Derrida’nın bu yapıbozumcu programı aslında bütün bir Avrupa’nın ve bilhassa Aydınlanmanın öncüsü sayılan Fransa’nın emperyalist faaliyetlerine de dikkat çekerek ufak ufak aşındırıyordu. Cezayir deneyimi çok önemliydi çok derin bazı felsefi mülahazalarını somutlaştırabilmek açısından, ama yine de söylediklerine karşı çok sofistike ve güçlü bir felsefi söylem direnci vardı. Habermas “Modernliğin Felsefi Söylemi”nde Avrupa modernizmini bu şekilde aşındırma denemelerine adeta azar çekiyordu.

Derrida sağ olsaydı, o bile bugün İsrail’i “kendini savunma hakkı” adına mazur mu görürdü, yoksa İsrail’i eleştireceği bir-iki söze önce “Hamas’ın saldırganlığını” ve “Yahudileri yok etme niyeti”ni zikrederek mi başlardı, bilemeyiz.

Ama onun ince ince yapıbozumuna uğratmaya çalıştığı ne varsa hepsinin Aksa Tufanı karşısında kelimenin en basit anlamıyla “çökmüş” bulunuyor olduğunu muhtemelen görürdü. Çektiği onca zahmete mi yanar, Hamas’a selam mı derdi bilemeyiz, onun adına konuşmayalım tabii.

 

Yasin AKTAY

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...