Cuma, 01 Şubat 2008 18:21

Anadolu Gençlik Dergisi İle Röportaj(Şubat 2007 Sayısı)

Anadolu Gençlik Dergisi İle Röportaj(Şubat 2007 Sayısı)

 

SPOT… SPOT… SPOT… SPOT… SPOT… SPOT… SPOT… SPOT…

“28 Şubat’ta Milli İrade karşısında bir blok oluşmuştu. Buna ‘Bürokratik Otorite’ diyebiliriz. İşin garibi muhalefet partileri de bu bloğun girişiminden yarar ummuştu. Zamanın Başbakanı (Prof. Dr. Necmettin Erbakan), Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan karara karşı çıkılması ve TBMM’de görüşülmesi için, muhalefet parti liderlerini tek tek ziyaret etmiş, ama destek bulamamıştı. Eğer TBMM iktidarı ve muhalefeti ile ayağa kalksaydı, Yargı ve yüksek öğretim milli iradeye saygıya davet etseydi, sivil toplum kuruluşları öncülüğünde millet tepkisini gösterseydi, TSK müdahalede ısrar edebilir miydi? Hayır.”

GİRİŞ…

28 Şubat post-modern darbesinin üzerinden 10 yıl geçti. Bu süreçte çok sayıda insanın canı yanarken, ülke büyük bir buhran yaşadı. Halkın demokratik yollarla iktidara taşıdığı bir parti kapatılırken, ‘Peygamber Ocağı’ denilerek övülen ordumuz, başta medya ve TÜSİAD gibi örgütlerin dolduruşuyla bu kara darbeye ortak oldu. Bu darbelerin gerçekleşmesi sırasında iktidarda olanlar ülkeyi germek, halkı kışkırtmakla suçlandılar. Oysa darbeciler ve sempatizanları bu süreçte hep yer aldıkları rollerle, ‘Hırsızın hiç mi suçu yok’ bile dedirtmediler. Halkın seçtiği siyasi irade ile bürokratik otorite arasında gerçekleşen mücadeleyi Adaleti Savunanlar Derneği (ASDER) Genel Başkanı Emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’ye sorduk.

Ülkemiz işgal altında olsaydı 28 Şubat kadar tahribat olur muydu?

Kesin olarak hayır. Sahip olduğumuz coğrafya, Dünyanın gözünün üzerinde olduğu ve tarihteki bütün medeniyetlere beşiklik etmiş fevkalade önemli bir bölgedir. Bu yüzden devletimizin çevresini de kontrol edebilen güçlü bir yönetiminin olması gerekir. Bunun için ordunun da çok güçlü olması gerekmektedir. Başta inançlı insanlar olmak üzere, bu değerin bilincinde olan milletimiz, devleti ve ordusuna karşı son derece güzel duygu ve düşüncelere sahiptir. Fakat 28 Şubat 1997 müdahalesinden sonra inançlı insanlarımız çok hırpalandı. Hükümetten, ordudan tasfiye edilirken üniversitelerden de dışlandılar. Dinî eğitim müesseseleri dağıtıldı. Ekonomik hayatları yok edilmeye çalışıldı. Devletin en tepesini işgal edenler, değerlerini hiç tanımadı. Milletimiz, bütün bunlara bir gün geçer düşüncesi ile sabretti. Ama bunları işgal kuvvetleri yapsaydı, İstiklal Savaşı’nda, Aydın’da, Adana’da, Maraş’ta, Urfa’da, Erzurum’da ne yaptıysa onu yapardı. Bu noktanın altı çizilmelidir. Şayet, ileri sürüldüğü gibi başını örtenler ve inancını yaşayanlar gerçekten devlete tehdit olsaydı; bu geçen zaman içinde, asker-sivil hedef gösterilerek mağdur edilen yüz binlerce kişi organize olurdu da devlet içinden yeni bir devlet çıkarırdı. Bu inançlı insanlar değil organize, adi suç konusunda bile en sondadırlar. O halde, devletin, milletin ve vatanın gerçek savunucuları olan dindar insanları, devlete tehdit olarak göstermek safsatadan başka bir şey değildir.

28 Şubat psikolojik bir savaş mıydı? Bu savaşın teknik ve stratejik yönlerini anlatır mısınız?

28 Şubat Müdahalesi’ne Post-modern darbe ismini koydular. Darbe deyince, silahlı bir güç tarafından veya sokakta oluşan bir güç tarafından iktidarın ve onun dayandığı müesseselerin zorla alaşağı edilmesi akla geliyor. 28 Şubat’ta böyle olmadı. Önce yoğun bir psikolojik harekât başlatıldı. (Psikolojik savaş terimini daha çok düşman ülke halkına yöneltilen faaliyetler için kullanılıyor. Kendi halkımızın duygu ve düşüncelerini değiştirmek için yapılan faaliyetlere de psikolojik harekât deniliyor.) Psikolojik harekâtın silahı propagandadır. Vasıtası ise medyadır. Gazetelerde, ‘İrtica ile Topyekûn savaş’ başlıkları atıldı. Televizyonlarda kurgu olduğu sonradan daha iyi anlaşılan, tarikat ayinleri ve aşırı simgeleri ifade eden görüntülere yer verildi. Toplum şartlandırıldı. Siyasi otorite yalnız bırakıldı. Sonra baskı ve korku ortamı içerisinde fiili darbe, cumhurbaşkanı ve TBMM’den 35–40 kişilik bir milletvekili gurubunun parti değiştirmesi ile gerçekleştirildi. 28 Şubat’ta başlatılan süreçte, milleti İslâmî hayat tarzından çıkarıp, Batı Medeniyeti’nin sergilediği hayat tarzını benimsetme iradesinin hâkim olduğu bir süreç olarak kabul etmek gerekmektedir. Öte yandan bu süreci dünyadaki gelişmelerden ayrı düşünmemek gerekir. Dünyada Müslüman Milletlerin hedef alındığı ve batının kontrolü dışında hareket eden Müslüman Devletlerin yok edilmesi mücadelesinin başlatıldığı büyük çatışmanın bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Nitekim Varşova paktı dağıldıktan sonra; yanılmıyorsam 1993 tarihinde, bizim o zamanki Genelkurmay Başkanımızın da hazır bulunduğu bir NATO toplantısında,  NATO Genel Sekreteri Willy Claise, ‘NATO`nun yeni düşmanı, İslâm dünyasıdır.` diyerek, batının en önemli askeri ittifakının hedefinin milletimizin de dâhil olduğu İslâm âlemi olduğunu belirtmişti. Biz maalesef bunun arkasından 28 Şubat müdahalesini yaşadık.

Kamuoyunun durumu bu harekâtta nasıldı?

Psikolojik harekât ile pasifize edilen kamuoyu olup biteni seyretmekle yetindi. Önde gelen beş sivil toplum kuruluşu da darbecilerin safında yer aldı. İnançlı kesim sindirildi. Bu ortam da, darbecileri haklı konumuna soktu. Ama bu gün, milletimizin gerçekleri çok daha iyi gördüğünü, haksızlıklara karşı sessiz kalmayacağını, değerlerini çiğnetmeyeceğini zannediyorum.

Bu darbe kime karşı yapıldı?

Bu süreçte dindar insanlar, ‘İrtica’ adı altında, devlete karşıymış gibi gösterildi. Fakat kimse ‘İrtica’nın ne anlama geldiğini açıkça ifade etmiyor. Laikliğin tanımının yapılmasını istemek dahi, cumhuriyetin ilke ve değerlerine karşı olmanın göstergesi olarak takdim ediliyor. Böylece hedefe, İslâm’ın esaslarını yaşam tarzı olarak kabul eden insanlar yerleştiriliyor ve bunlara devlet için potansiyel suçlu gözü ile bakılıyor. Başını örtmek, Müslüman kadın için inancının gereği bir ibadet iken, bunu siyasi simge ve irticai eylem olarak takdim etmek, bunun en hazin ve çarpıcı örneğidir. Namaz kılmak irticai faaliyet olarak gösterildi. İşine besmele ile başlayanın potansiyel tehdit olarak görülmesi gerektiğini söyleyen yetkililer tanıyorum.

İç meselelerde, özellikle de irtica söz konusu olduğunda, sesini yükselten Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) neden dış politikada bu sesini kesiyor. 1 Mart tezkeresi başta olmak üzere Türkiye için hayati önem arz eden konularda neden sessiz kalınıyor? TSK’nın fikrini kamuoyuna açıkça söylemesi doğru mu?

TSK, ne iç politik meselelere ne de dış politik meselelere müdahil olmamalıdır. TSK’nin iç politikaya karışmasını kabul etmezken, dış politik konularda neden sessiz kalıyor diye tenkit edilmesini de doğru bulmuyorum. Örneğin, 1 Mart Tezkeresi’nin görüşülmesi sırasında ordunun sessiz kalması, bu gün daha iyi anlaşılıyor ki, ülkemiz için hayırlı olmuştur. Karar Milli İrade’nin tecelli yeri olan TBMM’ye bırakılmış, o da en doğru kararı vermiştir. Bütün meselelerimiz Milli İrade’nin tercihine göre çözülmelidir. Bu demek değildir ki TSK’nın görüşü alınmayacak. Tabii ki karar mercileri, bir meselede karara ulaşırken, özellikle dış politik konularda, TSK’nın de kullanılması söz konusu olacağından, ilgili organlarda istişarelerini tamamlamalı, fayda ve mahzurlar müştereken mütalaa edilmeli, imkân ve kabiliyetler ölçülüp biçilmeli ve sonunda karar milli iradenin temsilcilerine bırakılmalı ve icradan tek ses çıkmalıdır. İktidarın yanlışları var ise, bu yanlışları kamuoyuna duyurma görevi muhalefete düşer. Sivil toplum kuruluşları Milletin isteklerinin takipçisi olur. Silahlı Kuvvetlerin muhalefet partisi gibi kamuoyu önünde fikir beyan edip, hareket ettiği dünyanın hangi gelişmiş ülkesinde görülmüştür.

Öte yandan TSK’nın ülke menfaatleri açsından tek başına karar alma gücü bulunmazken nasıl oluyor da Türkiye’deki anayasal düzeni, Cumhuriyeti koruma adı altında, altüst ediyor?

Evet, müdahalelerde, anayasal düzen alt üst oluyor. Ama bunun tamamını TSK’ya yüklersek sağlıklı sonuçlara ulaşamayız. Son 28 Şubat müdahalesinde TSK başrolde görünmüştür. Ama Cumhurbaşkanının kabahati yok mu? Demokrasinin vazgeçilmez kurumları olan muhalefet partilerinin suçu yok mu? Birer anayasal kurum olan Yargıtay’ın, Anayasa Mahkemesi’nin suçu yok mu? Bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizin katkısı yok mu? Milletimizin hiç mi günahı yok? Milli İrade karşısında bir blok oluşmuştu. Buna ‘Bürokratik Otorite’ diyebiliriz. İşin garibi muhalefet partileri de bu bloğun girişiminden yarar ummuştur. Hatırlayalım, zamanın Başbakanı (Prof. Dr. Necmettin Erbakan), Milli Güvenlik Kurulu’nda (MGK) alınan karara karşı çıkılması ve TBMM’de görüşülmesi için, muhalefet parti liderlerini tek tek ziyaret etmiş, ama destek bulamamıştı. Eğer TBMM iktidarı ve muhalefeti ile ayağa kalksaydı, Yargı ve yüksek öğretim milli iradeye saygıya davet etseydi, sivil toplum kuruluşları öncülüğünde millet tepkisini gösterseydi, TSK müdahalede ısrar edebilir miydi? Hayır. Bu gün de Cumhurbaşkanlığı seçiminde durum aynıdır. Ben Silahlı Kuvvetler seçime müdahil olacak demek istemiyorum. Bence dışında kalmak için gayret sarf ediyor. Ama meselenin çözüm yerinin TBMM olduğuna dair, bütün siyasi partilerin kesin tavır koymaları gerekirken, sanki TBMM mevcut hali ile gayri meşru imiş gibi davranıyorlar. Çok yanlış bir tutum… Milletin, bu politikalarını tasvip ettiğini zannediyorlarsa çok yanılıyorlar. Çevrelerinde kilitlenmiş bir partili grubun dışındakiler bu yaklaşımlara hayretle bakıyor. Hem tecelli etmiş milli iradeye saygı gösterilmiyor, hem de milletten oy isteniyor.

Toplumun siyasi tercihinin sürekli olarak askeri irade tarafından baskıyla veya darbeyle müdahaleye uğraması toplumda gerginliğe yol açmaz mı?

Tabii ki evet…  İnsanlar Devletin tepesindeki inatlaşmayı anlayamıyor. Önemli bir konu olsa, TSK ne der? Gerginlik olacak mı? Darbe olur mu? Kaygısı içinde yaşıyor. Bu durum güven bunalımına sebep oluyor. Bu sadece toplumda değil, Devleti yöneten kadrolarda da tutukluğa sebep oluyor. Bölgemizde sıcak olaylar oluyor. Çözümü için muktedir otoriteye ihtiyaç gösteriyor. Kör çekişmenin anlamı yok. Herkesin inancı kendine, ama devletin önemli meselelerini ideolojilerimize feda etmeyelim.

İki kaptan en sağlam gemiyi bile batırır.

Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) kararlarıyla 28 Şubat’tan bu yana kaç kişi irticai faaliyet adı altında ordudan uzaklaştırıldı?

1990 yılından bu güne kadar, İslâmî inançlarını kendisi veya eşi yaşamına uyguladığı için, YAŞ kararı ile TSK’den re’sen emekli edilen subay ve astsubay sayısı 1522 kişidir. ( 1990–96 arasında 615; 1997- 98 Yıllarında 569; 1999–2000 yıllarında 143; 2001–05 yıllarında da 195 Subay-Astsubay inançlarından dolayı Silahlı Kuvvetlerden tasfiye edildi.)  Ama YAŞ kararına maruz kalmamak için, kendi isteği ile ayrılanları da düşünürsek bu miktar on bini bulur. YAŞ kararı ile tasfiye edilenlere, yasal bir suç isnat edilemedi. Askeri yargının her hangi bir kademesinde de yasal bir suçtan yargılanıp mahkûm da edilmedi. İşlemlerin tamamı yanlış, haksız ve hukuk dışı idari kararlarla tesis edildi. Halen de devam ediliyor.

TSK’de Sebatay ve Masonik yapılaşma..?

Dindar insanları tasfiye eder ve TSK’ne giriş kapılarını da kapatırsanız, kadroları kimlerin dolduracağını tahmin etmek zor olmasa gerek.

28 Şubat aktörlerinin şu an üniversiteler başta olmak üzere şink şank kuruluşlarında yer almasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üniversiteler ile darbeci zihniyetin gönül, fikir ve kader birliği içinde olduğunun göstergesidir. Geçtiğimiz yılda, Van yüzüncü yıl Üniversitesi Rektörünün tutuklanması olayı ile Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü hakkında başlatılan soruşturma işleminde, yargının etki altına alınması için, o şehirlerdeki birliklerin komutanlarının davranışları da basın yer almıştı. Sadece emeklilerinde değil, muvazzaflarında da gönül ve kader birliği var. 

Bürokratların  halka ve siyasilere bakışı…?

Cumhuriyet Tarihimizde, özellikle de 1950’den sonra, Devlet Bürokrasisi (en üst kademeden en alt kademeye kadar olan Devlet memurları) ile Siyasî otorite (TBMM, Bakanlar Kurulu ve Yerel Yönetimler)  arasında kıyasıya bir iktidar mücadelesi yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Bürokratlar: halka ve halkın içinden gelen siyasîlere yukardan bakarlar; ister sağ, ister sol, ister milliyetçi olsun, siyasilere güvenmezler. Nazarlarında halk da böyledir. Yedilip-güdülmesi gerekir, Devlet yönetiminin siyasilere teslim edilmesinin tehlikeli sonuçlar doğuracağına inanır ve inandırılırlar.

Bürokratik otoritenin zirvesi cumhurbaşkanlığıdır. Bürokrasiden gelmesini isterler. Bu makamın siyasilere kaptırılmaması için mücadele verirler. Koçbaşı ise Silahlı Kuvvetlerdir. Bu nedenle Genelkurmay Başkanları bürokrasinin de gizli liderleridirler. Silahlı Kuvvetlerin içinden ve dışından, siyasi otoriteye karşı sürekli tahrik edilirler. Devletin güçleri bürokratların kontrolündedir. Silahlı Kuvvetler, Siyasî Otoriteye ve Millete karşı zaman zaman baskı unsuru olarak kullanılır. Gayri meşru duruma düşmemek için,  yasalarla, yasalarda boşluk varsa tüzük ve yönetmeliklerle, bunlardaki boşluklar da “Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi” ve benzeri dokümanlarla,  güç ve yetkilerinin tahkim edilmesi için büyük mücadele verirler.

Milli iradeyi temsil eden iktidar ile devleti ele geçiren daha doğrusu elinde bulunduran bürokratik iktidarın mücadelesinde ibre kimden yana?

Muktedir olmak için devletin bütün organlarının,  siyasi otorite tarafından kontrol altına alınması gerekmektedir. Hükümetler tarafından, bu gerçeğin farkına varıldığı zaman iktidar mücadelesi başlıyor. Darbelerin öncüsü Silahlı Kuvvetlerdir. Meslekleri icabı askerler, hesaplanmış riskleri üstlenebiliyorlar. Bu nedenle de psikolojik baskı ile korku ve endişe pompalayarak sonuç alıyorlar.

Bu genel karakterdir. Devlet yönetimine talip olan siyasi kadrolar da en az askerler kadar hayati riski üstlenebilmelidirler. Millete dayanarak sorumluluklarının gereği olan yetkilerini, işin en başından itibaren sonuna kadar kullanmalıdırlar. Yetkisiz kurul ve kişilere milletten aldıkları yetkileri ne pahasına olursa olsun devretmemelidirler. Eğer işin altından kalkamayacaklarını görürlerse, istifa edip yetkiyi millete iade etmelidirler. Bu kararlılık gösterilirse, inanıyorum ki devletin bütün kurum ve kuruluşlarını kontrol altına alabilirler. İbre, gürültüye pabuç bırakmayanın tarafındadır. 

28 Şubat son buldu mu?

Bu gün 28 Şubat Sürecinin son bulduğunu söylemek mümkün değildir. Ne zaman; TSK’de, Yüksek öğretim Kurumlarında ve Üniversitelerde, Yargı’da, Cumhurbaşkanlığı dâhil kamu kurum ve kuruluşlarında ve devletin en üstünden en alt kademelerine kadar bütün kademelerinde, inançlarının gereğini yaşayan insanlara potansiyel suçlu olarak bakılmaz ve bu kademelerde istihdam edilmeleri yadırganmaz hale gelinirse; işte o zaman baskı, dayatma ve müdahale sürecinin son bulduğunu söyleyebiliriz.

Milli İrade nasıl hâkim hale gelir?

İşe önce; Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi’ndeki iç tehdit olarak belirlenen, aşırı sol, irtica ve bölücülük, tehdit kapsamından çıkarılarak başlanılmalıdır. Böylece devletin gücünün milletin üstüne bir kâbus gibi çökmesi önlenmiş olacaktır. Arkasından; TBMM’nin sayısal imkânı var iken; milletin değerlerini özümsemiş, milletin bütün fertlerine ve sahip oldukları değerlerine sahip çıkabilecek, herkesin ‘benim cumhurbaşkanım’ diyebileceği, liderlik vasıfları bulunan, milletin önünde imtihan vermiş ve bu imtihanlardan yüz akı ile çıkmış, yüksek ahlâkî değerlere ve cesarete sahip, siyasetin içinden bir adayı cumhurbaşkanı seçerek kararlılık gösterilmelidir. Sonra; Türkiye’yi Avrupa’ya entegre etmekten önce devleti millete entegre edecek faaliyetlere girişmelidir. Bunun için ilk adım olarak,  TSK’daki son on yıldaki, tasfiyeler, personel alımları ve ideolojik kadrolaşma, TBMM Komisyonları’nca incelenmelidir.  Siyasi otoritenin kontrolü dışındaki erk ve özerk kurum ve kuruluşların üyelerinin ve Cumhurbaşkanının millet tarafından seçilmesi sağlanmalıdır. Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimini milat olarak kabul edersek, devletin millete entegrasyonu için asgari 20–25 yıla ihtiyaç olduğu unutulmamalıdır.

Adnan Tanrıverdi

ASDER Gnl.Bşk.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Düzenlenme Çarşamba, 30 Nisan 2008 12:12
Adnan Tanrıverdi

Emekli Tuğgeneral

www.adnantanriverdi.com | Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

1 yorum

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...