Pazartesi, 25 Mayıs 2015 10:58

HER AKLIN HER ALANDA RİYASETİ VAR MIDIR?

İnsanın melekeleri insan davranışları üzerinde belirleyici ve niteleyici etkiye sahiptir. Melekelerde belli bir standart tutturulamadığı takdirde, insanda, nöbette olan şehevî kuvveler devreye girer ve o insanı bütün melekeleri ile (AKIL DA DAHİL)  hükmü altına alır. İnsanda potansiyel olarak var olan duygular, ifrat, tefrit ve vasat mertebelerine göre o insanda gaye ve davranış zincirine dönüşür. Eğer insanda nefsanî duygular baskın ise, o insanın gayeleri nefsanî özellikler kazanmakta, davranışları da nefsanî boyutta tezahür etmektedir.

Dinî kültürümüzde, insanın değer, duygu ve davranış zincirinin temel kavramı “sırat-ı müstakîm”; yani “doğru istikamet” kavramıdır. Dinî kültürümüzde, insanın sırat-ı müstakîm üzere olması esastır. Dolayısıyla, dinî talim ve terbiyesi de “sırat-ı müstakîm” değerlerinin kazandırılmasına yönelik olacaktır. Sırat-ı müstakîm; bireylerin istikametlerinin doğruluğu, tutum ve davranışlarındaki adalet demektir.

İnsanın “sırat-ı müstakîm”e talim ve terbiyesi iki aşamada gerçekleştirilir: Birinci aşamada, insanın kendini bilmesi ve dolayısıyla sağlıklı bir “ben ve varlık” algısının inşası. İkinci aşama ise, insanın kuvvelerini(melekelerini) bilmesi ve bu kuvvelerin ifrat, tefrit ve itidal mertebelerini öğrenip, ifrat ve tefritten kaçınan, itidal mertebesinde bir kişilik inşasıdır. Bu ikinci aşamaya talim ve terbiyede bizzat insanın kendi iradesi devreye girecektir. Dinî literatürümüzde, ham insan tutum ve davranışlarında çıkar ve hazlarını ölçü alan nefs-i emmare mertebesindedir. İnsan nefs-i emmare mertebesinde “sırat-ı müstakîm” üzere olamaz. Çıkarlarının ve hazlarının istibdadı altında işlediği fiillerinde daima ifrat ve tefrite düşecektir. Bu ise, bireylerin karşılaştıkları, buluştukları alanlarda bencil ilişkilere yol açacaktır. Nefs-i emmare mertebesindeki bireylerin oluşturduğu bir toplumda, huzur ve güvenlik söz konusu olamaz. Tam huzur ve güvenlik, “sırat-ı müstakîm” üzere olan bireylerin toplumunda söz konusu olacaktır.

Bediüzzaman “sırat-ı müstakîm” kavramı çerçevesinde yaptığı analizinde, insan problematiğini tanımlamış ve yaptığı bu problem tanımlamasından hareketle de çözümün insanların sırat-ı müstakîme talim ve terbiyesi olduğunu ortaya koymuştur.

Bediüzzaman bu konudaki analizi özetle şöyledir: İnsan, bütün hayvanlardan farklı olarak üstün bir yaratılışa ve mizaca sahiptir.  Hayvanlarla kıyas edilmeyecek derecede güçlü akıl, vicdan, öfke ve şehvet gibi kuvvelerle donatılmıştır. İnsanda bu kuvvelerden kaynaklanan çeşit çeşit meyiller, arzular vardır. Meselâ: İnsan her şeyin en iyisini, en güzelini ister. Her şeyde süs ve estetik arar. Bütün duygu ve arzularının layık bir biçimde tatminini ister. Hep bu meyil üzere yaşar.

İnsanın bu meyillerini tatmine uygun kalitede yiyecek, giyecek ve sair ihtiyaçlarını, istediği gibi güzel bir şekilde tedarikinde çok sanatlara ihtiyacı vardır. Bir insan tek başına bu sanatların hepsine birden vakıf olmadığından,  diğer insanlarla teşrik-i mesaî etmeye mecbur olur ki; her birisi, emek ve çalışmasından elde ettiği ürünü diğer arkadaşının ürünü ile mübadele etsin. İnsanlar bu teşrik-i mesaî ve mübadele sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilirler.

İnsanlar yaşamı boyunca hâlden hâle geçer, başkalaşır, gençliğinde kuvvetlenir, ihtiyarlığında zayıf düşer, çeşitli ihtiyaçlara, musibetlere, felaketlere maruz kalır. İnsanın bedeninde iskân edilen ruhun bütün bu gibi şartlar dâhilinde yaşayabilmesi için, insanda üç ana kuvvet ihdas edilmiştir.

Bu kuvvetlerin birincisi: Kuvve-i şeheviye-i behimiyedir ki, fonksiyonu, yaşamını sürdürmesi için insanı ihtiyaçlarını gidermeye, menfaatlerini karşılamaya sevk eder. Yani insanın şehvet gücüdür. Kuvve-i şeheviye, sadece cinsel istek ve ihtiyaçları giderme arzusu ile sınırlı değildir. İnsanın yemek, içmek, uyumak, gezmek, eğlenmek, konuşmak, mal ve mülk edinmek, evlat sahibi olmak gibi çok çeşitli ihtiyaçlarını giderme isteği, temayülüdür. İnsan, kuvve-i şeheviye duygusu altında tutum ve davranışlarda bulunur.

İkincisi: Kuvve-i gadabiyedir. Yani öfke duygusudur. Fonksiyonu, zararlı şeyleri def’tir. İnsanın bedenini, hayatını, mal ve mülkünü, namusunu, hürriyetini koruma duygusudur. İnsanın tesiri altında davranışlarda bulunduğu kuvvelerden biri de budur. 

Üçüncüsü: Kuvve-i akliye-i melekiyedir. Yani, akıldır ki, kar ve zararı, iyi ve kötüyü, doğru ve yanlışı birbirinden ayırma melekesidir.

İnsandaki bu kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye gibi potansiyel güçlere, Yaratıcı tarafından fıtraten bir had ve sınır konulmamış, ancak emir ve nehiylerle, yasaklarla had konulmuştur.(imtihan sırrı) Bu emir ve yasaklara uyup uymama insanın cüz'-i ihtiyarîsine tabi kılınmıştır. Böylece bu potansiyel güçleri başıboş bırakılmak suretiyle insana bilim ve teknolojide, ahlâk, fazilet ve adalette geri kalmak veya ileri gitmek gibi bir fıtrat verilmiştir.

Bu fıtratın bir sonucu olarak, insandaki bu kuvvetlerin her birisi ifrat, tefrit ve vasat namıyla üç mertebeye ayrılır. Dolayısıyla, her bir insanda mevcut bulunan kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyenin üç mertebesi ifrat, üç mertebesi tefrit ve üç mertebesi de vasat mertebesindedir ki, toplam dokuz mertebedir.

Hülâsa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murat, şu üç mertebedir.

İnsanların kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyede ifrat etmesi zulüm yapmaya, tefrit etmesi zulme uğramaya yol açar. Ancak vasat mertebesidir ki, adalete yol açar.

Meselâ: Kuvve-i şeheviyenin ifrat mertebesi fücurdur. Yani ırz ve namusları payimal etmek, ayaklar altına almak iştihasında olmadır. Tefrit mertebesi humuddur. Yani ne helâle ve ne de harama şehveti, iştihası yoktur.

Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi tehevvürdür. Ne maddî ve ne manevî hiç bir şeyden korkmaz. Bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Tefrit mertebesi cebanettir ki, korkulmayan şeylerden bile korkar.

Ve keza kuvve-i akliyenin ifrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Tefrit mertebesi gabavettir. Gabavet, hiç bir şeyden haberi olmama halidir.

Görüldüğü üzere, insanların kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliye namı ile üç kuvveti ve bu üç kuvvetin de çok füruatı var. İnsanlar bu üç kuvvetin ve füruatının her birinin tesiri altında işledikleri fiillerde ifrat ve tefrite düşüyorlar. Böylece insanlar altı mertebede cereyan eden teşrik-i mesaî ve mübadelelerinde (muamelâtta) zulüm ve tecavüzler vukua geliyor.

Bu tecavüzleri önlemek için, insan toplulukları teşrik-i mesaî ve mübadelelerinde adalete muhtaçtır. Adalet ise, bireylerin işlerinde ve ilişkilerinde iffet, şecaat ve hikmetin mezcinden ve hülâsasından, terkip ve harcından hâsıl olur.

Kuvve-i şeheviyede vasat mertebesi iffettir ki; helâle şehveti var, harama yoktur. kuvve-i gadabiyede vasat mertebesi şecaattır ki; hukuk-u diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru' olmayan şeylere karışmaz. Kuvve-i akliyede vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal ve riayet eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder, yani kaçınır.

İşte, bireyler teşrik-i mesaî ve mübadelede bu üç kuvvede vasat mertebesine terbiye ve talim edilmek durumundadır ki, diğer altı mertebenin yol açtığı zulüm ve tecavüzlerden kurtulabilsin. Dinimizin iman, itikat ve ibadet hükümleri; emir ve nehiyleri insanın bu üç kuvvede toplam altı ifrat ve tefrit mertebesinden kaçınması, üç vasat mertebesine talim ve terbiyesi esasına dayanır.  Dinimizdeki sırat-ı müstakîm, insanın bu üç kuvve ve füruatında da üç vasat mertebesinde olma halidir. (Bediüzzaman Said Nursî, İşarat-ül İ'caz, Söz Yayınevi, İstanbul, Aralık-2009, s. 45-47)

 “Takarrur etmiş(istikrar kazanmış) usûldendir: Akıl ve nakil taâruz ettikleri(çatıştıkları) vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”(S.Nursi, Muhakemat, Birinci Makale/Birinci Mukaddeme#7987-8067, s. 12 ) (Demek ki, her akıl, tevil için ehil değildir)

İnsanlar adedince akıl mertebesi vardır. O ölçüde de akıl yürütmeler ve akletmeler, dolayısıyla da aklın hükümleri çeşitlenir. Akıl, insanın kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviyesinin emrine de girebilir. Aklın ifrat ve tefrit mertebesi zulme, vasat mertebesi ise adalete vesile olur. Aklın sırat-ı müstakimi, vasat mertebesinde gerçekleşir. Evet, “akıl ile nakil(ayet/hadis) çatıştığında, akla itibar edilir. Nakil tevil edilir” usulünden aklın vasat mertebesi ve mevzuda ihtisaslaşmış insanların tevili anlaşılmalıdır. Sanayi çarşısına gittiğimizde neden ihtiyacımız olan sanatkârı arıyoruz. Çünkü akıl ve sanat melekesini bizim ihtiyacımıza göre tekamül ettirmiş olmasına dikkat ediyoruz. İnsanın tek başına akledebileceği hususlar vardır. Ama ortak aklı, mütehassis aklı gerektiren işleri de vardır. Günlük hayat dairesindeki akletme ile ilim, hikmet dairesindeki akletmeleri birbirinden ayırmak gerekir. Bediüzzaman, İşarat-ül İ’caz kitabında tefsir usulünü misalleriyle ortaya koyduktan sonra, Kur’an’ın bütün ilimlerde ihtisas ehlinden oluşan bir heyet tarafından ve bu heyetin ortak aklı ile tefsir edilebileceğini belirtmiştir. Bu sebeple, her önüne gelen her işte aklını mühendis yapamaz. Hele ayet ve hadislere hiç yapamaz. Bu hakikat, Kur’an’daki akletmeye davet eden ayetlerle çelişmez. Bizden istenen aklın menzilinde kalan hakikatleri tefekkür etmemizdir. Nakil ise (ayet ve hadis) sadece aklın menzilindeki değil, aklın menzili ötesinde kalan çok hakikatlere de işaret eder. İnsan akıl menzilindeki tefekkür ile ayet ve hadis zembiline biner. O yüksek hakikatlere çıkar. Yoksa akla binerek değil. Akla binerek ayet ve hadislere kadar çıkabilir. Çünkü aklı hidayete, sırat-ı müstakime girmemiş insanlar, aynı ayetlerle, hadislerle küfrünü de artırabilir. Önceki gönderdiğim yazıda, “ayet ve hadisin mana-yı muradı budur. Ben gösteriyorum” kaziyesinde ihtilafın feveran ettiği belirtilmişti. Bu kaziyede insanların başkasını tekfir ve tezyif edemeyeceği belirtilmişti. Ancak bir şartı vardı, ya ilmî kemali ve mecali olanların kendi içtihadı ile amel edebilir; müçtehid olmayanlar ise içtihat sahiplerine ittibaen amel edebilir. Çünkü Her akıl müçtehid değil ki. Her insan akl-ı selim değil ki. Her insan âlim ve ehil değil ki. Üstelik Ayet ve hadislerin meal-i zahirisini kendi aklının mertebesine vurarak tevil ve içtihad etmek mümkün mü?

Göreli bir âlemde yaşıyoruz. Tek bir hakikatin gözlemcilere göre çeşitlenmesi, o gözlemcilerin durumu ile yakından alakalıdır. Bir hakikat, müşahede edenin durduğu yer(e) göre çeşitlenebilmektedir. Fotoğraflar, fotoğraf makinesinin durduğu yere göre, arazi planları, röper taşının durduğu yere göre çeşitlenmekte ve farklılaşmaktadır. Özetle benim gördüğüm manzara, benim durduğum yere, senin gördüğün de senin durduğun yere göredir. Bu örneklerle şunu anlatmaya çalışıyoruz: Bizim algılarımız görelidir, mutlak değildir. Durduğumuz yere göre çeşitlenmektedir. Durduğumuz yer, sadece mekân anlamında değildir. Yaşımız, cinsiyetimiz, tahsilimiz, bilgi veri tabanımız, mesleğimiz, aidiyetlerimiz gibi değişkenler bizim gözlem bağlamlarımızı çeşitlendirmektedir. Özetle, insanların durdukları yerler farklı olduğu için, insan adedince gözlem bağlamı vardır ve dolayısıyla da akıl yürütmeler ve çıkarılan akli hükümler o oranda çeşitlenmektedir. Buradaki sorun, insanların kendi gözlemlerini mutlaklaştırması, hakikati, kendi durduğu yerden görünene indirgemesidir. 

Yusuf Çağlayan

Emekli Askeri Hakim

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.
Bu kategoriden diğerleri: « Ufuk Turu 2015 Değerlendirmesi YAKARIŞ »

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...