Çarşamba, 09 Ağustos 2023 11:33

Batı’yı taklit zemininde bir ulusalcılık iddiası

Türkiye’nin ulusallaşma sürecinin aynı zamanda abartılı bir “Batılılaşma” hareketiyle birlikte gerçekleşmiş olduğunun çoğu kez gözardı edildiğini söylemiştik. Türkiye’de kendilerini ulusalcı, milliyetçi diyen birilerinin dayandıkları tarih içinde “kurtuluş” her ne kadar İngiliz-Fransız, İtalya ve Yunanistan işgalinden “kurtuluş’ olarak görülüyorsa da bu kurtuluşun bir sonraki safhasında neden o savaşılan düşmana benzemeye özendiren bir ideolojinin benimsendiğini ve bu ideoloji doğrultusunda bir politik programın uygulandığı sorusu genelde pek sorulmaz.

Türkiye’yi işgal eden ve savaştığımız Batılı ülkelerin yaşam tarzları, ideolojileri ve zihniyet dünyaları bizim ulaşmak istediğimiz uygarlık seviyesi olarak işaretlendi. Belki bunda o dönemde zihniyet veya din ile maddi kalkınma ve uygarlık arasında doğrudan nedensel bir ilişki bulunduğuna dair kaba sosyolojik önyargıların etkisi olmuştur. Ne de olsa Max Weber’in “Protestan Ahlakı ile Kapitalizmin Ruhu” arasındaki ilişkiye dair meşhur kitabı böyle bir önyargının en popüler ifadesi olarak tedavüldeydi. Öncesinde Müslümanlar dinleri dolayısıyla geri kalmışlardı, belki dinlerinden vazgeçerlerse ilerleyebileceklerdi.

Bu yaklaşım tabii ki bir tartışmanın en kaba, en yüzeysel, öz-oryantalist ve en ciddiyetsiz önermesiydi. Ona karşı Batı’nın hiç de Hıristiyanlık-Protestanlık veya başka bir ideolojik cereyanın etkisiyle ilerlememiş olduğunu, hatta onlara rağmen ilerlemiş olduğunu gösterecek yığınla tarihi-nesnel veriler mevcuttu. Ama bu tartışmanın bir tarafının elde ettiği maddi üstünlükle bu tez de hükmen doğru kabul edilmiş oldu. Önceden batının bilim ve irfanını, teknolojisini alalım da kültürü onlara kalsın diyenlerin bile ellerinden bu tekliflerini yürütebilecekleri imkanlar alındı. Batı’nın kültürü, ideolojisi ve her türlü yaşam tarzı da siyasetin eliyle, üstelik biliminden de, teknolojisinden de çok önce ithal edilmiş oldu.

Bu kültür ve kimlik ithalinin ne kadar sancılı olduğu malum. Sancılı olmanın da ötesinde serbest bir ortamda daha çok mizahı yapılabilecek bir yolla ikame edildi kültür. Daha önce Salman Sayyid’e atfen dediğimiz gibi “Batı’ya benzemek için Doğulu kökenleriyle, sembolleriyle, kültürel kurum ve alışkanlıklarıyla çok abartılı, sert ve vurgulu bir mücadele etti Türkiye.” Bu mücadeledeki doğululuğa aşırı vurgu paradoksal olarak onu daha da fazla Doğululaştırdı. Sadece kılık-kıyafet, alfabe, dinsel görünümlerin azaltılması düzeyinde kalınmadı, yeni bir tarih, yeni bir dil hatta yeni bir coğrafya geliştirilmeye çalışıldı, hatta Türk Musıkisi Batılılaşma adına yasaklanıp yerine Halkevleri aracılığıyla Batılı musıki benimsetilmeye çalışıldı.

Batı’ya, yani savaştığımız insanlara, yani Türk milletinin Orta Asya’dan beri Anadolu’dan içlerine bir kısrak başı gibi özgüvenle, bir iddiası olarak, bir mesajı taşıyarak mücadele ettiği Batı artık taklit edilecek bir rol modeliydi. Bu taklitçiliğin milliyetçilik iddiasıyla bir arada yürütülmesi ise işin en ironik tarafı: Milliyetçiliği yapılacak hangi iddia hangi fark, hangi öz-erdem bırakılmıştı?

Geçmişe, yani kendine ait ne varsa hepsini Batılı emperyalizmin kültürel vestiyerine asıp, maskeli balosuna girmişsin. Orada neyi temsil edip, onlara karşı neyin mücadelesini vereceksin? Sen düşmanlarını taklit ederek nasıl bir medeniyet inşa edecek, nasıl bir değer üretecek, insanlığa ne kazandıracaksın? Zaten taklit ettiğinden daha iyi olamazsın? Taklit yoluna girerek kendi özünden de iyice kopmuşsun. Hiçbir şeye benzemiyorsun artık, geçmiş olsun.

Bizi I. Dünya Savaşı’nda yenmiş olan Batılıların aslında bizden istedikleri şeyi kendi milliyetçiliğimizin esası haline getirmişiz: Arap-karşıtlığı. Neden? Biz Araplarla mı savaştık da milliyetçiliğin ötekisi Araplar olsun? Arapların Türk milliyetçi söyleminin “öteki”’si olarak kurgulanmasında Türklerin ne çıkarı olabilirdi? Tam da Arap dünyasında petrolün bulunduğu, bütün Batılı ülkelerin Arap dünyasıyla ilişki kurmaya can attığı ve esaslı ilişkiler kurduğu bir aşamada Türklerle Araplar arasında bu aşılmaz engelleri, geçilmez sınırları koymak kimin işi olabilirdi? Kimin işine yarayabilirdi? Tabii ki kimin işine yarıyorsa onlar koydular, ama işin kötüsü onu bizim bu kadar iştiyakla benimsemiş olmamız. Yani bizi kısıtlayacak duvarları kendi ellerimizle yükseltmemiz.

Türkiye’de benimsenen kültürel çerçevede Arap dünyasına dönük aşağılayıcı söylem gerçekten çok tuhaf. Bizi Arap dünyasından, Arap dünyasını da bizden koparanlarda öyle bir aşağılama yok. Çünkü onlar nereye tezgah açtıklarını çok iyi biliyorlar. Arapları ürkütecek, kendilerinden uzaklaştıracak bir söyleme, bütün oryantalistliklerine rağmen bizim kadar tevessül etmediler.

Bugün bile Türkiye ve Arap dünyası arasında yaşanan bütün yakınlaşmaların üzerine gelen bu oryantalist söylemlere bakıp hayret etmemek mümkün değil. O kadar kaba-saba ve o kadar cahilce ki, bunları en yüzeysel bir milliyetçilik duygusuyla bile bağdaştırmak mümkün değil. Türkiye’nin çıkarını, yararını gözeten hiçbir aklın yapamayacağı şeyler bunlar. O zaman elde tek ihtimal kalıyor: Bu söylemler, bu kampanyalar ilişkilerin geliştirilmesine karşı bir sabotaj. Siz asıl ihaneti burada arayın.

Bu arada Arap dünyasını, bilim, medeniyet ve felsefe açısından hainlikleri dolayısıyla değil, cahillikleri dolayısıyla aşağılayan cahillere üzücü bir haber: Oxford Üniversitesi geçtiğimiz günlerde dünyanın en eski üniversitelerinin listesini yayınladı. 10 üniversitenin ilk 3’ü Müslüman Araplar tarafından kurulmuş: 1-Tunus’ta Zeytuna Üniversitesi (737), 2- Fas’ta Al-Karaviyyin üniversitesi (859) ve 3- Mısır’da El-Ezher Üniversitesi (972). Yani İtalya’da, galat-ı meşhur ile dünyanın en eski üniversitesi sayılan Boloigna Üniversitesi bile bu sonuncusundan 116 yıl, ilkinden ise 356 yıl sonra kurulmuş (1088 yılında).

Tabii Araplara yönelik haddinden fazla fütursuzca, hadsizce ifade edilen bu ırkçı dil Arapları bedevilerden ibaret gördükçe kendi cahilliğini açığa vurduğunun farkında değil. Biraz Prof. Fuat Sezgin okusalar İslam bilim ve teknoloji tarihinin Batı’ya neler neler öğretmiş olduğunu öğrenseler bu ırkçı cendereden çıkabilirler mi acaba?

Sanmıyoruz, ırkçılık bilgi eksikliğiyle giderilen bir cehaletten değil, özde cahiliyeden kaynaklanan bir duygu çünkü.

 

Yasin AKTAY

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...