Pazartesi, 21 Ağustos 2023 14:05

Anıtkabir bir türbe midir?

Ankara Büyükşehir Belediyesi Meclisi Anıtkabir’in yakınına büyük bir cami yaptıracakmış. Tabii laikçiler hemen ayaklandı. Vay efendim cami Anıtkabir’in siluetini değiştirecek, yok laikliğe aykırı, hem Atatürk de istemezdi, estek köstek. İster miydi istemez miydi bilinmez ama Anıtkabir’in dinî/İslamî bütün izlerden arındırılmış bir yapı olarak algılanıp sunulması çok garip değil mi sizce de? Sonra bu bir kabir mi yoksa anıt mı? 

Son sorunun cevabını Falih Rıfkı Atay aşağıda verecek ama bugün Anıtkabir’in inşa sürecinde çıkan 75 yıllık bir tartışmayı nazar-ı dikkatinize sunacağım. 

677 sayılı türbelerin kapatılmasına dair “inkılap kanunu” yürürlükteyken Anıtkabir’in yaptırılması caiz midir?

1948 yılında Türkiye bu sarsıcı soruyla çalkalanıyordu. 

Bursa’da Eski Eserleri Sevenler Kurumu, Süleyman Çelebi’ye bir kabir yaptırmak için yola çıkmış ama bunun bir türbe ve mahut kanuna göre yaptırılmasının kanuna aykırı olup olmadığı tartışmasını ateşlemişti bilmeyerek. Dernek Başkanı Kâzım Baykal hayırlı bir işe ön ayak olayım derken farkına varmadan 2 yıl sonra patlayacak bir bombanın pimini çekmişti. 

Olay Süleyman Çelebi’nin Çekirge yolundaki türbesi meselesi olmaktan çıkmış, İstanbul ve Ankara’ya taşınmış, Babıali kalemşorları Anıtkabir’in türbe ise nasıl açılabildiğini, türbe değilse ne olduğunu tartışıyordu. 

Anıtkabir bir türbe miydi?

Bu soruyu Anıt-Kabir ve Türbeler Meselesi adlı broşürle formüle eden, yani tetiği çeken ise Türk milliyetçiliğinin kafası en aydınlık kalemlerinden, yazar ve yayıncı Tahsin Demiray’dı (uzun yıllar çıkardığı Yavrukurt adlı çocuk dergisi bir zamanlar öğrencilerin tiryakisi oldukları bir süreli yayındı). 

Yiğit bir kalemdi Demiray. O kadar ki Kâzım Karabekir'in kimsenin basmaya cesaret edemediği İstiklal Harbimiz adlı 1,200 sayfalık hatıratını yayınlamakla kalmamış, mahkemeye düşünce, milletvekilliğini elinin tersiyle iterek o mahkeme senin, bu mahkeme benim sürünmüş, sonunda hatıratı beraat ettirmişti. Aşağıdaki satırlar Demiray’a ait ve 1948 tarihlidir:     

“Bugün Etnoğrafya Müzesi’ndeki muvakkat kabri ziyaret edenler bilmeyerek kanunların ağır cezaya çarptırdıkları bir suç işlemektedirler. Anıt Kabir veya Muvakkat Kabir, bir binadır ve adı değişik olmakla beraber olduğu gibi bir türbedir. Biz, bilmeyerek yeniden bir türbe açmış bulunuyoruz ve bilmeden bir türbeyi ziyaret ediyoruz. Bu suretle orada yatanın imzasını taşıyan bir kanuna karşı gelmiş bulunuyoruz.”

Kanun ve tarih karşı karşıya gelmiştir. Osman Gazi, Alaaddin Keykubad, Mevlana, Fatih Sultan Mehmed ve Gazi Osman Paşa’nınkiler dahil yüzlerce türbenin kapısı zincirliyken bir başka devlet adamına- “türbe” veya “anıtkabir”, adına ne derseniz deyin- yaptırılması, dahası, açıldığında ziyaret edilmesi –bu kanun ortada dururken- nasıl mümkün olacaktır?

Ya 677 sayılı kanun kaldırılmalı veya tadil edilmeli veya diğer türbelerin de açılmasına imkân tanınmalıdır.

Anıtkabir’i ziyaret etmek suç mu?

Atalar savaşı başlayacaktır aksi halde:

“Bizim büyüklerimiz, türbelerinin kapılarında birer kocaman kilit sallananlar, öyle insanlardır ki, yalnız bizim için değil, pek çoğu dünya çapında büyük ve aziz insanlardır. Onların çoğunu bugün bile Türkiye’nin harita üzerinde yerini bilmeyen bütün dünya halkları bilir ve tanırlar.”

Bu arada İstanbul’un fethinin 500. yılı yaklaşmaktadır. 5 yıl sonra Fetih kutlanacak ama Fatih’in türbesi kapalı duracaktır. Peki, o gün kimi ziyaret edecektir gençlik? Kilitli türbeyi mi? Bir kanun teklifi örneği yayınlar vekillere kolaylık olsun diye. 

İbrahim Alâettin Gövsa, Peyami Safa ve Cihad Baban gibi zamanın ünlü yazarları bu çıkışı destekler. Cihad Baban Son Saat gazetesinde şu yüz kızartıcı tabloyu önlerine koyar:

“677 sayılı kanuna göre yalnız eski türbeler değil, o kanunun yürürlüğe girmesinden sonra da yapılacak olan türbeleri ziyaret suçtur. (…) Bu kanuna göre Atatürk’e yaptığımız, daha doğrusu bir türlü yapamadığımız anıt-kabri inşa ettirmek bir suç olduğu gibi, zaman zaman Atatürk’ün Etnoğrafya Müzesi’ndeki kabrini ziyaret de bir suçtur. Hâlbuki bu suçu, başta Devlet Reisi, Hükümet erkânı ve hepimiz zaman zaman işlemekteyiz.”

Kamuoyundan gelen baskılar sonucunda CHP’nin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu zamanında, “inkılap kanunları”nda bir ilk olarak 1 Mart 1950 tarihinde kanun değiştirilerek türbelerin uygun görülenlerinin açılması mümkün kılınacak, böylece 1953 yılında Anıtkabir’in açılması kanun değiştiği için mesele olmaktan çıkacaktır.

Gördünüz mü Mevlid adlı ölümsüz eserin sahibi Süleyman Çelebi’nin vefatından 5 asır sonraki kerametini?

İnönü Çankaya’ya gömülmesini istemedi

Anıtkabir’in nereye yapılacağı da uzun uzadıya tartışılmıştı vakt-i zamanında. 

Kimi Ankara kalesini teklif etmişti, kimi Gazi Orman Çiftliği’ni, kimi de Etnoğrafya Müzesi’nde kalmasını. Bu arada Çankaya adlı kitabın yazarı Falih Rıfkı Atay ısrarla Gazi’nin Çankaya Köşkü’nün bahçesine gömülmek istediğini ileri sürmüş ve bunun kavgasını vermişti. Fakat…

Nasıl geçen hafta Dolmabahçe Sarayı’ndan daha 1. Cumhurbaşkanının cenazesi çıkmamışken heykelinin hurdacıya sattırılması emrini vermişse İnönü, Atay’ın deyişine göre selefinin kendi oturacağı köşkün bahçesine gömülmesine de izin vermemişti. “Cumhurbaşkanları Atatürk’e türbedarlık mı edecek?” diye tarizler de işitiyormuş İnönü cephesinden. Hatta ne olmuş biliyor musunuz? Komedi gibi ama mutlaka anlatmalıyım. 

Çankaya Köşkü’ne gömülmesi halinde buranın sahibi CHP olduğu için ‘başkasının mülküne nasıl mezar yapılır?’ diyecek kadar ileri gidenler olmuş. Başkası dediği de CHP. Gazi köşkü ve arazinin mülkiyetini CHP’ye bırakmış, orası partinin mülküymüş, “başkasının mülkü” dediği de oymuş! Atay şöyle bağırdığını yazar:

“Bu millete bütün bir vatan veren Atatürk’e kendi partisinin kendi toprağından bir mezarlık yer bağışlamaz mı?”

Hani baba bağ bırakmış çocuğuna ama evladı bir salkım üzümü çok görmüş hesabı. Nitekim CHP 1949’da Çankaya’nın mülkiyetini devlete satmış, bu arada yolsuzluklar da yaşanmıştı.

Falih Rıfkı Anıtkabir’i de beğenmemiştir, zira o bir mezar değil, bir anıttır ve o anıtta yatan kişi de oranın misafiridir. 

Asıl üzerinde durulması gereken noktalardan biri, ABD’li mimar ve tasarımcı Chistopher S. Wilson’ın üzerine basa basa söylediği gibi Anıtkabir’de herhangi bir İslamî sembol ve atfa yer verilmemiş olmasıdır. Özellikle dinî ve İslamî sembollerden uzak “Helen tapınağını andıran” bir mekân halinde tasarlanan yapının aynı zamanda bir tapınak havasında ziyaret edilmiş olması açık bir çelişkidir. Aslanlı Yol’da istediğiniz gibi yürüyemezsiniz mesela. Adımlarınızı kısa atmalısınızdır, aksi halde yere aralıklı döşenen taşların arasına takılır ayakkabınız ve düşme tehlikesi yaşarsınız. 

Sonuçta ortaya çıkan eser nedir? Wilson cevaplasın: “Yarışmanın galibi ve akabinde inşa edilen abide, bir akropolisin tepesindeki soyut bir Helen tapınağını andırır; öncelikli işlevlerinden birinin Türkiye’yi ve Türk ulusunu temsil etmek olduğu hesaba katıldığında, bu ironik bir durumdur.” (Anıtkabir’in Ötesi, Çev.: M. Beşikçi, KÜY, 2015, s. 161-2)

Anlayan anlamıştır. 

 

Mustafa ARMAĞAN

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...