Çarşamba, 19 Haziran 2013 13:21

BU ERDOĞAN DA ÇOK OLUYOR!

BU ERDOĞAN DA ÇOK OLUYOR!

                                                                                                  H. CANER AKKURT

1970’li yıllarda Japonya Dışişleri Bakanlığı yapmış Saburo Okita: “Üniformalı bir ordu, tek ordu biçimi değildir. Bilimsel teknoloji ve iş adamı giysileri ardında gizlenmiş savaşçı ruhumuz bizim yer altındaki ordumuz olacaktır.” demişti. Gerçekten de paranın, finansın ve teknolojinin, ideolojilerin önüne geçtiği enerji orijinli güvenlik ve strateji politikalarının oluşturulduğu ve biçimlendiği bir çağda yaşıyoruz. Bununla beraber artık Avrupa merkezli bir kültür hayatı da yok. Çin’in, Hint’in yeniden kendi özgün kültürleriyle yükseldiği; İslam kültürünün büyük bir devinim içine girdiği; Afrika’nın dahi kendini yeniden keşfederek bir Afrika bilinci oluşturmaya çalıştığı, Latin Amerika da dahil bütün bu kültürlerin tekrar kendini keşif dönemi yaşadığı bir yeni süreçten geçiyoruz. Artık hiç  biri konstrüktif, edilgen bir kültür ve medeniyet değiller. Geçmişte olduğu gibi etken bir Avrupa kültürünün edilgen dünyayı şekillendirmesi gri alan haline dönüşmüştür. Modernleşme denilen süreç, çok yönlü işleyen ve Batılılaşma ile arasındaki mesafeyi açan bir ivme kazanmıştır. Artık modernleşme Çin’i de Hint’i de Japon’u da, Afrika’yı da, İslam coğrafyasını da barındıran bir yapıdır ve hepsi modernin bir parçası haline dönüşmüştür. Türkiye bu felsefi zemini tekrar görmüş ve yeniden tarih sahnesinde inşa sürecine girişmiştir.

Avrupa eskiden “tehdit altında olan ama risksiz” bir ülkeyken bugün “tehditlerden arınmış riskli” bir kıta haline gelmiştir. Yarım yüzyıl boyunca barışı tehdit eden bir “tabu” yok oldu. Ortak birleştirici ve dayanışma unsuru olan komünizm artık yok. Avrupa tedbiren birleştirici unsur olarak yeni tabular oluşturma peşindedir. Son yıllarda İslamofobya’nın bu kadar öne çıkarılması ister istemez; acaba bu “tabu” İslam olabilir mi sorusunu akla getirmektedir. Bu yanılsama ve sübjektif bakış hali İslam Dünyasının homojen, tek vücut ve tek sesli olmadığının, belki de bilerek gözden kaçırılmasından kaynaklanmaktadır.

Devlet geleneği ve yönetişim felsefesi zaman zaman geçici felçler geçirse de, buna Avrupa da dahil, bölgede gecekondu  kurulan devletlerden ayrışan Türkiye; son dönemde daha da etkin ve proaktif hale dönüşerek gerek kuzey, gerekse güney için bir sinerji merkezine dönüşmüştür. Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezinin tersine AK Parti hükümeti siniklikten kurtulan, tarihi ve medeniyeti yeniden şekillendirmesi beklenen özne olma çabasıyla hareket etmektedir. Tarihin sona ermediğini ve çok daha hızlı bir şekilde yeniden aktığını ve bu akışı kenardan seyretmeyip bizzat içinde yer ve ön alarak  tarih ve siyaset felsefesini yeniden şekillendirdiğini,  tüm dünyaya  ispatlamıştır. Osmanlı’dan  bugüne  toplumun birbirine olan bu sıkı ve köklü bağları “küreselleşmenin muhafız alayları” tarafından sürekli yıpratılarak toplumsal doku ‘rizomlaştırılmaya’ çalışılmaktadır.

Bölgede İsrail’i terbiye eden, baskıcı rejimlerin etkisizleştirilmesinde küresel aktör ve rol model haline gelen Türkiye, adeta “Bu Türkler de  çok oluyor” dedirtmiştir. Oluşan tüm bu atmosferden gerek bölgedeki rakip ülkeler, gerekse Avrupa ve ABD’deki “Neo- Conlar” herkes işine geldiği enstrümanı eline alarak Tayyip Erdoğan’a güya ayar yapmaya kalkmaktadırlar.  Avrupa belirsizlikler ülkesine dönüşmeye doğru hızla yol almaktadır. Zira artık Avrupa’nın ekonomik, politik, kültürel ve stratejik haritaları üst üste oturmamaktadır. Bu da Avrupa’nın en azından bundan böyle dünyanın merkezinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Bu açıdan son olayları sadece faiz lobisiyle açıklamak yerine; siyasi, ekonomik, kültürel küresel çıkar lobisi demek zannediyorum büyük resmi daha net görmemizi sağlayacaktır.

Aslında  bütün bunlar tarih sahnesinde yerimizi yeniden almanın; tekrar organik yapıdan mekanik yapıya geçişin sancıları ve hoşnutsuzluklarıdır bu yaşananlar.

Üçüncü köprüden bahisle; aslında benzeri çelme takmalar 1930’larda  sınırlı küresel aktörler tarafından  benzer şekillerde sahneye konmuştu. Soyadını yaptığı demiryollarından alan Nuri Demirağ daha o yıllarda Asya’yı Avrupa’ya bağlayacak boğaz köprüsünü hayal etmiş ve projeler geliştirmişti. San Francisco’daki “Golden Gate” köprüsünün bir benzerini yapmayı planlamıştı. Ahır Kapıyla Salacak arasına yapacağı köprüden tren hattı, tramvay ve yaya hattı da geçirmeyi projelendirmişti. Demirağ projeleri 1933’te Salih Bozok aracılığıyla Atatürk’e gönderir. Atatürk projeleri çok beğenir ve hükümete havale eder. Nafia Vekaleti’ne yani zamanın Bayındırlık Bakanlığına gelen proje o zamanki Bakan, İstiklal Mahkemeleri başkanlığı da yapmış olan Ali Çetinkaya tarafından gerekli tetkiklere lüzum görülmeden “köprü boğazın güzelliğini bozar” bahanesiyle reddedilir. İnönü de benzer gerekçelerle projeyle ilgilenmez. Buna karşılık Demirağ; “İstanbul’u bu nimetten mahrum etmeyin, saymakla bitmez muhassenatı vardır, yapmayın, etmeyin” dediyse de ikna edemez. Demirağ  Başbakanlıktan ayrılırken yanındakilere “Bu iş olacaktır. İstanbul buna muhtaçtır. Ben yapmazsam evladıma bırakırım, o benim adıma yapar. Vasiyet edeceğim, köprünün üzerine ‘Bu köprüden İnönü de Çetinkaya da geçemez diye levha assın” dediği söylenir. İleriki yıllarda Demirağ’ın bütün sermayesini ortaya koyarak yaptığı NUD36 isimli eğitim uçaklarından THK’nun 10 adet sipariş vererek daha sonra sudan sebeplerle iptal etmesinin, meğer Fransa’yla çoktan anlaşması yapılan Henrio marka uçaklardan kaynaklandığını daha sonra öğreniyoruz. Üstelik bu uçaklar kullanılmış uçaklar olduğundan kısa sürede hurdaya ayrılmışlardır. Nuri Demirağ’a yapılan zulüm bununla da kalmaz; elinde kalan  uçakları yurt dışına satma anlaşması yapmasına rağmen İnönü hükümeti tarafından satışının engellenmesiyle karşılaşır. Nuri Demirağ’ın  yaşadığı trajediler bundan ibaret değil ama burada hepsine değinmemiz mümkün değil. O dönemle bu dönemi mukayese ettiğimizde karşımıza benzeri küresel güçler çıkmaktadır. O dönemlerde Nuri Demirağ’a, Şakir Zümre’ye, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil’e yapılanlar bu gün de aynı stratejiyle hareket eden küresel sömürü odakları tarafından sahnelenmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın geri adım atmaması paradoks gibi görünse de, bunun sebebini hem temkinli, hem atak, hem inisiyatif sahibi, hem muhafazakar, hem de hayal gücü olan; kısaca düzensizlik içinde, düzen kurma yeteneğine sahip yönünde aramak gerekir. Bunu tüm dünyanın en azından “One Minute” ten beri öğrenmesi gerekmez miydi?

Son Düzenlenme Çarşamba, 19 Haziran 2013 14:00
Hüseyin Caner AKKURT

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...