Salı, 06 Ekim 2015 10:05

İran ve Suudi Arabistan Çatışması

Bir denizci olarak defalarca İran’a ve Arabistan’a seyahat ettim. Orada gördüklerimi makale olarak birkaç defa yazmıştım. Burada ise İran, Arabistan ile Şiilik ve Vehhabilik üzerinde durmak, hem mukayese ederek hem de tarihsel geçmişlerine bakarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Konuyu 10 madde şeklinde ele alarak ortaya koymaya ve özellikle kader yönüne bakan 3 madde ile cevap aramaya çalışacağız.

Öncelikle bir aşırılığı belirtmekte yarar vardır. İran’da Sasaninilere dek uzayan bir devlet anlayışı ve ırkçılıktan beslenen bir yönetim yapısı mevcuttur. Fakat bu durum İranlıları İslamiyyetin dışında göstermeye yetmez. Benzer ırkçı tutumu bazı Arap ülkelerinde de görmemiz mümkündür. O halde İran ‘ı tartışırken aşırı uçlara gitmeden olaya bakmaya çalışalım. Özellikle de Bediüzzaman’ın eserlerinden istifade ederek bu konuya bir çerçeve çizmeye gayret edelim.

Şiilik ve Vehhabi meselesinin kökü çok eskilere dayanır. Tarihi, Sahabe zamanından başlayarak gelmiştir.

Evvela: Hazret-i Ali’nin (r.a.), Vehhabilerin ecdadından ve çoğu Necid (Orta Arabistan) ahalisinden olan Haricilere kılıç çekmesi ve Nehrivan'da onların hafızlarını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şialığın aksine olarak, Hz. Ali'nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adavet, düşmanlık doğurmuştur.

İkinci olarak: Hazret-i Ali (r.a.) “Şah-ı Velayet” ünvanını kazandığı ve evliya tariklerinin çoğunluğu ona dayanması cihetinden, Haricilerde ve şimdi ise Haricilerin bayraktarı olan Vehhabilerde, ehl-i velayete karşı bir inkar, bir tezyif damarı yerleşmiştir.  Tasavvufu ve tarikatları reddetmek gibi bir hataya düşmüşlerdir.

Üçüncü olarak: Müseylime-i Kezzab adı ile meşhur olmuş yalancı peygamberin fitnesiyle irtidada yüz tutan Necid havalisi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.)  hilafetinde, Halid İbni Velid'in kılıncıyla zir ü zeber edildi. Bu olay yüzünden Necid ahalisinin Hulefa-i Raşidin'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate karşı bir düşmanlık, seciyelerine girmişti. Halis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutamamışlardır.

Benzer şekilde Ehl-i İran'ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.)  adilane darbesiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiiler al-i Beyt muhabbeti perdesi altında Hazret-i Ömer’e (r.a.)  ve Hazret-i Ebû Bekir'e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate daima intikamla fırsat buldukça tecavüz etmiştir.

Dördüncü olarak: Vehhabilerin azim imamlarından ve acip dehaları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzi gibi zatlar Muhyiddin-i Arabi (k.s.)  gibi azim evliyaya karşı fazla hücum etmişlerdir. Bunun adına güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şiilere karşı üstün gösteriyorum diye yapmışlardır. Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.)  Hazret-i Ali'den (r.a.) efdaliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Harika faziletlerini adileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabi (k.s.)  gibi çok evliyayı inkar ve hatta tekfir ediyorlar. Hem, Vehhabiler kendilerini Ahmed İbni Hanbel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Hanbel Hazretleri bir milyon hadisin hafızı ve ravisi ve şiddetli olan Hanbeli mezhebinin reisi ve halk-ı Kur'an meselesinde cihanpesendane salabet ve metanet sahibi bir zat olduğundan, onun bir derece zahiri ve mutaassıbane ve Alevilere muhalefetkarane mezhebinden din namına istifade edip, bir kısım evliyanın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dirhem hakları varsa, bazan on dirhem ilave ediyorlar.

Beşinci olarak: Yaşadığımız ücretli dönem diğer bir adı ile modern kapitalizm devrinde  sû-i istimalat ve kötüye kullanma o dereceye varmıştır  ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele işçi, sabahtan akşama kadar, yeraltı madenlerde çalışıp, ölmeyecek kadar bir ücret derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, düşmanlık verdi ki, halk tabakası yöneticilere isyan etmiştir. Sosyalistlik, bolşeviklik adı altında evvel Rusya'yı zir ü zeber edip geçen 1. Dünya savaşından istifade ederek, her yerde kök saldılar. 2. Dünya savaşından sonra Avrupa ve Çin’de bu dehşetli isyan dünyanın her yerine yayıldı. Şu bolşevizmin perdesi altındaki halk isyanı, havassa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havassa ait medar-ı şeref her şeyi kırmak için bir cesaret dahi vermiştir. İşte Suudi Arabistan’da yaşanan hadiselerde ve İran’ın dışa yansımayan yüzünde; din ve devlet büyüklerine verdikleri önemden dolayı bu ülkeler içinde de büyük bir karşı isyan hadiseleri meydana gelmektedir. İran ve Arap devletkleri bunu zor kullanarak bastırmaya çalışmaktadır.

Altıncı olarak: Şu asır, menfi milliyeti yani ırkçılığı çok ileri sürmüş hatta birçok devlet “ulusalcılığı” yönetim politikası olarak kabul etmiştir. İran’da da ırkçılığın Sasanilere kadar uzanan bir tarihsel boyutu vardır.  Arabistan da ise bu hastalık Emevilere kadar uzanmaktadır. İslam unsurları hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfi milliyet ise, dini mukaddeslere hürmetkar olamaz. Bahaneler buldukça ilişmek ister. Bu nedenle İran ve Suudi Arabistan arasındaki husumetin nedenlerini bu ırkçılık hastalığında aramak gerekir.

Yedinci olarak: Meslekler, mezhepler ne kadar batıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi yani yaşamasına yetecek kadar bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer asarına ve neticelerine hükmeden hak ve hakikat ise ve menfi cihetleri müspet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfi ciheti müspet cihetine galebe ediyorsa, o meslek batıldır. Onun ehli, ehl-i bid'a ve dalalet olur. İşte bu kaideye binaen, Alem-i İslamdaki  bid'a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, her biri bir hakka istinat edip gitmiş. Fakat menfi ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin eserleri dalalet hesabına çalışmıştır. Örneğin; Şialar Kur'an'ın emrine uyarak Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutmuşlardır. Lakin  daha sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbetleri, Ehl-i Beytin yerine geçmiştir. Sahabe ve Şeyheynin (Hz. Ebubekir ve Hz Ömer) düşmanlığına dönüşmüştür. Meşhur şu sözün söylenmesine sebep olmuşlardır" Maksat Hz. Ali'ye duyulan sevgi değil; Hz. Ömer’e duyulan kindir." Sözü bir darb-ı mesel olarak günümüze kadar gelmiştir.

Sekizinci olarak: Vehhabiler ve Hariciler ise, Şeriatın kurallarına ve ayetlerin açık manalarına ve hadislerin görünen yönlerine dayanarak halis Tevhide karşı ve putçuluğu ima edecek her şeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat düşmanlık gibi sebepler ve menfi garazlar, onları haktan çevirip, dalalete saptırmış ki, ifrat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hakeza, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalalete saplanmıştır.

Dokuzuncu olarak: Her batıl bir mesleğin her bir ciheti batıl olmak lazım olmadığı gibi, her bir hak mesleğin dahi her bir ciheti hak olmak lazım değildir. Buna binaen, 1. Dünya Savaşı esnasında Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Şerifi Hüseyin, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Mekke ve Medine şehirlerine girmesine yol açmıştır. Halbuki Nass-ı ayetle yani Kuranın kesin emri ile küffarın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, alem-i İslamı aldatacak bir sûrette, merkez-i siyasiyesi hükmüne getirmesine yol verilmiştir. Ehl-i bid'attan olan Vehhabiler, hariçten güç ve destek aramayarak, filcümle yarı müstakil bir siyaset takip ettiklerinden, bir cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe etmişlerdir.

Onuncu olarak: Sebepler tahtında vücuda gelen hadiseler, o esbabın halis malı değil. Belki asıl o hadisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlahiye ile hükmeder. Öyleyse, bu Selefi, IŞID, Vehhabi ve İran hadisesine yalnız Ehl-i Sünnete karşı müfritane bir tecavüzü nazarıyla bakmamak gerekir. Belki Ehl-i Sünnet, bir hatalı hareketiyle kadere fetva vermiş ki, Vehhabileri ve Şiileri Ehl-i Sünnete musallat etmiş, saldırtmış. Vehhabiler ve Şiiler zulmeder; çünkü hem çok müfritane, hem intikamkarane, hem Haricilik, ırkçılık namına hareket ettikleri için, cinayet ediyorlar. Fakat kader-i İlahi, üç sebebe binaen adalet eder:

1.      Hadis-i sahih ile sabit olan ziyaret-i kabir ve makberistana hürmet kötüye kullanıldı. Gayr-i meşrû hadiseler zuhura geldi. Özellikle evliyaların makberlerine karşı hürmet ise, adeta Allah’tan değil şahıstan yardım istemek seviyesine düştü. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve manevi duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini adeta sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, amiyane, cahilane takdis edildi. Hatta günümüzde bu vahim durum  o dereceye varmıştır ki, namaz kılmayanlar, o maruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yalvarmaktadırlar. İşte bu müfritane ve aşırı durum, kadere fetva verdi ki, o saldırganları onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tadil etmek ve ifratlarını kırmak lazım gelirken, öyle yapmayıp, bilakis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı. Elbette, " Zalim Allah'ın kılıcıdır; onunla başkalarını cezalandırır, sonra da onu cezalandırır." kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

2.      Şu asırda maddi fikir ve materyalizm galebe çalmış. Zahiri ve görünüşteki sebepler hakiki telakki ediliyor. İnsanlar sebeplere yapışıyor. Bu ise Tevhid-i hakikiye münafidir. İşte, şu gafil insanlar, mütedeyyin ve dindar da olsa, sebeplere fazla sarılmalarına hikmet-i şer'iye müsaade etmiyor. İşte buna binaen, evliyanın ve İslam büyüklerinin türbelerine birer mukaddes ziyaretgâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer'iyeye şu zamanda pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlahi onu tadil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

3.      Şu asırda enaniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalalet ve bu mağrur ve kibirli insanlar nazarında kendilerine kıyaslama yaparak aldanıyorlar. İslam büyüklerinin namdarlarını, haşa enaniyetle ittiham ediyorlar. Sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gayet müthiş bir riyakarlık manasında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, İslam büyüklerinin türbelerine cahilane ve müfritane bir sûrette halkın takdis derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer'iye noktasında kader münasip görmedi ki; bu saldırganları Ehl-i Sünnete musallat etti. Cenab-ı Allah bunlarla bizi imtihan ediyor İnşaallah düzeltecektir.

Dr.Vehbi KARA

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...