Çarşamba, 09 Aralık 2015 17:23

SURİYE KRIZİNDEKİ TUTUM VE POLİTİKALAR-1

İKİ BÖLGESEL VE İKİ KÜRESEL GÜÇ OLAN DEVLETLERİN SURİYE KRIZİNDEKİ TUTUM VE POLİTİKALARI.

 

GİRİŞ:

 

Yapısal inşacılığa göre kimlikler devletlerin çıkarlarını şekillendirmekte ve uluslararası kuruluşlar buna göre tasarlanmaktadır. Alexander Wendte göre bu durumun sonucu olarak uluslararası sistemdeki anarşik yapı çatışma veya işbirliği şeklinde ilerler. Bunu takiben bugünkü Ortadoğu’da uluslararası anarşinin çatışmaya mı yoksa işbirliğine mi dönüşeceği bir dönemde yaşıyoruz.

 

Bütün bir insanlık tarihini, Batı medeniyetinin tarihî akış seyrine bağlayan, Batı toplumlarının sınırlı tarihî tecrübelerini evrensel geçerliliği olan teoriler haline dönüştürerek, yeni tarih ve sosyoloji anlayışı oluşturmuş ve bunu’ da Batı medeniyet olarak sunmaktadır.

 

Çünkü Onlara göre dünya 'The West ant The Rest' (Batı ve öteki) nden ibaretti. Batı'nın ben ve öteki algısını formüle eden bu ifade, Batı kategorisindeki toplumları, öteki kategorisine giren toplumlara ve medeniyetlere kapatmakla kalmıyor. Batı ile Batı dışı toplumlar arasında tarihte yaşanan askeri karşılaşmaları, yeni bir boyuta; sosyolojik boyuta taşıyordu.

 

Batı dışı toplumlar, Davutoğlu, 1997 Dayı, 2003 eğer Batı'nın geçirdiği bu değişimlere ayak uydurmak istiyorlarsa, kendi inanç, düşünce ve kültür değerlerini terk ederek, Batı'nın değişmesine kaynaklık eden inanç, düşünce ve kültür atmosferine geçmeleri gerekiyordu.

 

Batı, böyle bir değişimi sadece istemekle yetinmiyor, bu toplumları bu doğrultuda değiştirmek için her türlü çabayı gösteriyordu. İşte, Batı'nın bu öteki algısı ile başlayan etkileşim süreci, Batı dışı toplumların sosyal yapılarına temel oluşturan inanç ve kültürel kimliklere müdahale boyutu kazanmıştır.

 

Batı bu müdahaleciliğini "medenileştirici savaş, özgürleştirme" Olarak tanımlamaktadır.

 

İşte, Osmanlı’nın Ortadoğu’ya dönüşümünün en etkili dinamiklerinden birisi de, “menfi milliyet ve unsuriyet fikrinin” beslediği sosyolojik dönüşümlerdir. Bu sosyolojik dönüşümler, baş aktörü oryantalist misyonerler olan 1890 küreselleşmesini inşa eden süreçlerle birebir ilişkilidir.

 

Batı'nı gerçekleştirdiği ve sonuçları sosyolojik özellikli değişimlere yol açan bu müdahaleleri tanımlayacak net bir kavram düşündüğümüzde, karşımıza "Sosyolojik Savaş" kavramı çıkmaktadır.

 

Ulus kimliğine indirgenen İslam dünyası, yeni değişim sürecinde iki seçenekle karşı karşıyadır. Ulus ve ulus altı kimlikler bağlamında çatışan ve birbirinin şerrinden statüko güçlerine sığınan küçük topluluklar olarak kalmak veya İslam dayanışması bağlamında küresel bir aktör olarak tarih sahnesine yeniden çıkmayı başarmak.

Kavramlar: İki Batı, ABD, Jeokültür, Jeopolitik, Ortadoğu, Uluslar Arası Sistem, Küresel Sistem, Küreselleşme, Medeniyetler Çatışması, İslam Birliği, Yeni Dünya Düzeni.

Osmanlıdan  Ortadoğuya:

Ortadoğu, dünyanın yalnızca fiziki veya siyasi bir coğrafyasını tanımlayan bir kavram değildir. Ortadoğu kavramı, İslam dünyasını Avrupa’nın ulus temelli yapısını oluşturan Westphalia düzenine geçmesini sağlayan Sykes-Picot düzeni ile kazandığı yeni anlamı ifade etmektedir.

 

Günümüzde, İslam’ın merkez bölgesi, küresel güçlerin hâkimiyet kurduğu bir alan olması durumu itibariyle Ortadoğu olarak tanımlanmaktadır.

 

Ortadoğu, kimlikler ve coğrafyalar bağlamında kurgulanmış siyasi ve ekonomik birimlerden oluşan bir dünya bölgesinin adıdır. Ortak bir karar mekanizması olmayan, farklı alt kimlikler ekseninde parçalanmış, uluslararası ilişkilerde özne rolü olmayan sadece konu olan, kendi iç çatışmaları ile gücü sıfırlanmış ve geri kalmışlığın, terörün sembolü yapay bir bölge.

 

Ortadoğu kavramı, İslam’ın jeokültürel ve jeopolitik kavramlar dünyasını perdeleyen, İslam dünyasının kendi kendisini Batı’nın gözü ile algılamasını sağlayan fonksiyonel bir kurgu kavramdır.

 

Osmanlı Devletinden sonra Ortadoğu’da, Batılı güçlerin çıkarları doğrultusunda bir statüko oluşturulmuş ve varlığını, çıkarlarını bu statükoda bulan kişi veya zümrelerin temsil ettiği küçük ulus devletçikler kurulmuştur.

 

Bu devletçikler uzun yıllar kendi aralarında hiçbir dayanışma gösteremediği gibi, bilakis çizilen kimlik sınırları ve ihtilaflı siyasi sınırlar sebebiyle, Ortadoğu’yu gergin ve çatışma ortamına dönüştüren bir yapı kazanmıştır.

 

Büyük boy dayanışma, yerini küresel güçler açısından daha fonksiyonel küçük boy etnik dayanışmalara terk etmiştir. Ortadoğu parsellenmiş, her parsel bir iktidar adacığına dönüştürülmüş, aralarındaki irtibatlar kesilmiştir.

 

Tarihin bu en büyük sosyolojik dönüşümü, yine tarihin en büyük sosyolojik harekâtı ile gerçekleştirilmiştir. 1890 Küreselleşmesinde gerçekleştirilen bu değişimi, kısaca “İslam sosyolojisinden etnik sosyolojiye, Osmanlı’dan Ortadoğu’ya” ifadesi ile özetleyebiliriz.

 

Günümüzde ise Osmanlı sisteminin yerini alan Ortadoğu sisteminin çöküşüne şahit olduğumuz yeni bir değişimi yaşamaktayız.

 

Batının Tehdit  Algısı:

 

Dünya coğrafyasının "hammadde deposu" ve "tüketim pazarı" niteliğindeki bu bölgeyi Batı'ya karşı "İslam dayanışması" ile koruyan Osmanlı, sosyolojik saldırıların hedefi haline gelmiştir.

 

İslam coğrafyasının bugün içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik duruma yol açan sosyolojik süreç, "misyonerlik" ile başlayan ve "Oryantalizm" ve "Ortadoğu Araştırmaları" ile sürdürülen kültürel, politik ve askeri müdahaleler zincirinin birer halkası ve uzantısı olarak ortaya çıkmıştır.

 

Avrupa'da modern ulus devletler sisteminin ortaya çıkışı ve Osmanlı topraklarının merkezi-egemen ulus devletlere ayrışması, özellikle ikinci küreselleşme(1890) dönemine denk gelir. İkinci küreselleşme sürecinde, sosyolojik savaş aktörü olarak Hıristiyan misyonerlerin sahnede başrolü oynadıklarını görüyoruz.

      

1890 Küreselleşmesinde Osmanlı'ya karşı gerçekleştirilen birinci dalga sosyolojik saldırılarla, öncelikle Hıristiyan Balkan toplumları dini ve etnik temelde farklılıkları derinleştirilerek Osmanlı'dan ayrıştırılmıştır.

Samuel P. Huntington ise, jeopolitiğin kültürel yönüne ağırlık vermiş, jeopolitiğin, jeokültür boyutunu açığa çıkarmıştır.

 

Huntington’a göre, yeni dünyadaki mücadelenin esas kaynağı öncelikle ideolojik ve ekonomik değildir, beşeriyet arasındaki büyük bölünmeler ve hakim mücadele kaynağı kültürel olacaktır.

 

Dr. Bırzezinski’nin sözünü ettiği “bunalım zinciri”, İran’dan başlar, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Körfez Ülkeleri, Yemen, Somali gibi Müslüman ülkeleri içerir. Hâlbuki, “muhtemel bunalım” bölgesi daha da geniştir ve bu bölge Fas’tan başlayarak, Mısır dahil Kuzey Afrika’nın tamamını, Türkiye ve Sovyetler Birliği içindeki altı Müslüman cumhuriyeti kapsar ve Endonezya ve Filipinler’e kadar uzanır.

 

Fuller’e göre, emperyalizmin, antiemperyalist tepkiler doğurması kaçınılmaz ve doğal bir süreçtir. Batı’nın-özellikle ABD’nin-kültürel, siyasi, ekonomik ve askerî arenada ortaya koyduğu simgesel ve reel güç, ürkütücü ve müdahaleci bir nitelik taşıyor. Batı medeniyetinin bu müdahaleci ve çatışmacı temsiline karşı, insanlığın itiraz eden, adalet isteyen bir cephesinin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Batı, bu cepheyi, İslam dayanışmasının teşkil edeceğini düşünmektedir.

 

İslam ülkelerinde ırkçılık, mezhepçilik, cemaatçilik, bölge ve lidercilik gibi dışlayıcı özelliklerle, mevcut kapalı toplum yapısına hizmet eden kuşakların yerini açık toplum yönünde değişim kuşaklarına bırakması, Batı çıkarlarını engelleyecek bir jeopolitik olguya, örneğin "İslam dayanışmasına" yol açabilir.

 

Geçmişte İslam Dünyasını yeniden yapılandıran küresel güçler için, günümüzde de, gelecekte de İslam Dünyası daima yeniden yapılandırılacak jeopolitik bir tema olmaya devam edecektir.

 

Çünkü küresel statüko, Ortadoğu’da İslam’ın yeniden bir dayanışma bağlamı keyfiyeti kazanmasını, vazgeçilmez bir yaşam alanı olarak gördüğü Ortadoğu’nun jeopolitiğini değiştirecek jeokültürel bir tehdit olarak algılamaktadır.

 

Nitekim Ortadoğu’daki küresel statükonun yerel uzantıları olan rejimlere karşı en büyük muhalefet, İslami kimlikli dayanışmalar olarak ortaya çıkmıştır. Bu özellikteki halk iradesinin, küresel sisteme entegre durumda olan mevcut rejimleri etkileyeceği değerlendirilmektedir. Statüko, bu kaçınılmaz değişimlere, eski çıkarları sürdürmeye uygun bir fonksiyon kazandırmak ihtiyacındadır.

 

Birçok Batılı gözlemcinin zihninde, Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu karşı ağırlığın Batı’nın gücü karşısında çökmesiyle doğan boşluğu, İslâm dolduracaktır. Dolayısıyla, Dünyanın büyük bölümünde- ki bu büyük bölüm, İslam bölgesidir- Batı’nın güç ve çıkar odaklı çıkarlarına karşı bundan sonra yürütülecek muhalefetin en muhtemel adayı İslâm olacaktır.

 

Afrika üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınan Amerikalı gazeteci-yazar Elizabeth Liagin Impact International dergisinde, ABD'nin küresel savaşını değerlendirdiği röportajında "Bush'un 17 Eylül Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde de açıkladığı gibi, Amerikan dış politikasının tek gayesi, Uluslararası arenada ABD'nin politik, ekonomik ve diplomatik gücünü by-pass edecek, onun bu gücüyle yarışacak, ona denk veya eşit bir gücün oluşmasına imkan vermemektir" tespitinde bulunuyor.

 

Günümüz dünyasında askerî güç anlamında “ABD’yi dünyanın en büyük asimetrik gücü kabul edersek, neden ABD başlıca tehdit algılamalarından bir tanesini asimetrik tehdit olarak değerlendirmektedir?”

 

Çünkü asimetrik tehditten kastettiği, ABD askerî gücünü dengeleyecek ve hatta by-pass edecek farklı bir güç türü ile karşılaşmaktır. Bu güç türünü İslam Dünyasının barındırdığı düşünülmektedir.

 

Robert H. Scales’in, “Er ya da geç yaratıcı bir rakip, bizim hedefinden şaşmayan ateş gücü üstünlüğümüzü yenmeye çalışacak bir savaş yöntemi ile karşımıza çıkacaktır. Bu artık maalesef an meselesidir” sözleri de asimetrik bir tehdit algısını ortaya koymaktadır.

 

G. Friedman da aynı doğrultuda "Stratejik hedef, dünyanın herhangi bir köşesinde Birleşik Devletlere meydan okuyabilecek bir gücün ortaya çıkmasını önlemek olmalı" diyerek, önleyici sosyolojik savaş stratejisine işaret etmektedir.

 

Önleyici strateji, ekonomik, siyasi ve askeri dayanışma ile ortaya çıkabilecek güç ile alakalıdır. Yani böyle bir güce yol açacak "dayanışmanın" önlenmesinden bahsedilmektedir.

 

 

Küresel statüko stratejistleri Busch Doktrini'nde belirtilen "ABD hegemonyasını tehdit eden paradigma" konusunu iki meydan okuma ile açıklamaktadırlar.  

 

Ortadoğu, Afrika, Balkanlar, Kafkasya ve Asya toplumlarının sosyolojik sürecinde İslam'ın yeniden etkinleşmesi, Batılı statüko güçlerince kültürel olarak meydan okuyan bir paradigma olarak değerlendirilmekte.

    

Batı toplumlarında ise en fonksiyonel sosyolojik operasyon, İslamafobia'dır.

 

Batının saldırıları, Ortadoğu bölgesindeki İslami nitelikli bütün gelişmeleri, bir İslamafobia oluşturacak şekilde tasvir etmektir. Sunday Times'in 10 Temmuz 1990 tarihli baskısında yer alan şu haber Fundamentalist nitelemesi ile İslam'ı küresel bir tehdit olarak tasvir ediyordu.

 

Bugün İslam dünyasında birçok dini davranış "Fundemantalist" olarak nitelendirilmektedir.

 

İslam’ın jeopolitiğini, asimetrik bir güç olarak algılayan ve kendi çıkarlarına engel gören statüko güçleri, İslam’ın Müslüman toplumlar için yeniden bir dayanışma bağlamı haline gelmesinin önlenmesi stratejisi izlemektedir.

 

Bu stratejinin temel argümanı İslam jeopolitiğinin çatışmacı olduğu ve Batı medeniyeti ile girişeceği çatışmada terör sila­hını kul­lanacak bir aktör olacağıdır. Müslüman dünyanın yaşanan gerginlikler bağlamında birer terör odağı olarak resmedilmesi, aslında Batı’da gele­nek­sel olarak varlığını sürdüren İslam algısından ba­ğımsız bir şekilde işlememektedir. Bu birbirini takviye eden ilişkiler ağı içinde mede­ni­yet­­ler çatışmasının doğması bugün (Batı’da) artık popüler bir beklenti haline dö­nüş­müş­tür.

 

“Uluslararası sistem, İslam’ın karşısına, yine kendi kur­gu­la­dığı, dünya ölçeğinde bir terör ve kaos menbaı olan bir İslam’ı(!) rakip olarak çıkarmak istemektedir.”

 

İslam’ın jeopolitik bir aktör olarak ortaya çıkması, ekonomik çıkar paradigmasına dayalı bir reel politik izleyen Batı tarafından bir sorun olarak algılanmaktadır. Öte yandan, başta İslam Dünyası olmak üzere, Üçüncü Dünyanın temel sorunu ise, Batı hegemonyası altında nesneleşmiş durumdan nasıl kurtulacakları noktasında düğümlenmektedir. Özellikle çatışmacı tezler, temel soruna dair bu iki mukabil algıyı, Batı’nın İslam sorunu’ ve ‘İslam’ın Batı sorunu’ olarak formüle etmektedirler.

 

Radikal örgütler küresel sistemin yerel temsilcileri olan mevcut yönetimlerle çatışmayı küresel sistemle çatışma olarak kabul ediyor. Bu çatışmaya dini referanslar üretiyor. Böylece sivil toplum manipüle edilerek İslam dayanışmasının tek Batı/Tek İslam cepheleşmesine hizmet ediyor.

 

İslam’ın müspet esaslarının merkezileşmesi ile ortaya çıkacak bir jeopolitik sistemi, Batı hayati bir tehdit olarak algılıyor.

 

Batı’nın büyük boy İslam dayanışmasını önleyici savaşının temel stratejisi olan medeniyet içi çatışmanın içinde yer alanlar, İslam dünyasında hangi İslam karmaşasını da beraberinde getiriyor. 

 

Devam edecek

Çetin ZAMANTIOĞLU

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...