Pazartesi, 12 Haziran 2017 17:44

Yalanlarla Her Yere Gidilebilir Fakat Geri Dönülmez

Deniz Harp Okulunda Ramazan ile ilgili hatıralarımı yazınca bazı yorumcular açıkça “yalan söylediğimi” yazmışlar. Onlara göre Ramazan ayında Silahlı Kuvvetlerde hiç baskı yapılmazmış. Daha bir sürü sözü ilave edip beni suçluyorlar. O halde hali pür melalimizin ortaya çıkmaması için yazmak istemediğim bazı acı gerçekleri söylemek farz oldu. Bakalım bunları okuyunca nasıl bir tepki verecekler, bende merak ediyorum.

Sözün başında şunu söylemek şarttır. Yalan söylemek yani “kizb” bir Müslümanın asla yapamayacağı bir davranıştır. Yalana her ne şart olursa olsun cevaz yoktur. Bir ailenin arasını bulmak için dahi yalana tevessül edilemez. Bediüzzaman Said Nursi, hiçbir şekilde yalan söylenmesine müsaade etmemiştir. İstikamet şehidi insanlar olup ölse dahi yalan söylemeyen insanlara rastlanmıştır.

Yalanlarla dolu resmi tarih ve aldatma ile iş gören fitne komitesinin en çok kullandığı yöntem işte doğruları saklayıp olmadık şeyleri söylemektir. Daima yalan söyleyip başkalarına da bunu tasdik ettirmeye çalışırlar. İşte FETÖ yargılamasında bunu görüyoruz. 28 Şubat darbesini de inkar edip tankları yürüten faşist generalleri de gördük. Utanmadan sıkılmadan yalan söylemeye devam ediyorlar. Kendilerini de bu şekilde kandırıp yalan dolu dünyalarında yaşıyorlar. Fakat bilmezler ki yalanlarla istenilen her yere gidilebilir fakat asla geri dönülmez…

Bahriye Mektebinde Türk öğrencilere oruç tutmanın yasak olduğunu söylediğimde bunun doğru olmadığını söyleyenlere bu yüzden şaşmamak lazım. Herkesi kendileri gibi “kolayca yalan söyler” diye düşünüyorlar. Allah akıl ve izan nasip etsin.

Evet gerçekten de 1983 yılında oruç tutmak yasaktı. Daha sonraki üç yılda bu kepazeliğin yürümediğini gören komutanlar oruç tutmayı serbest bırakmış Ramazan ayı süresince iftar ve sahur yemekleri düzenlenmişti. İsim de vereyim Yaşar Paşa Komutan olunca oruç serbest bırakılmıştı.

Bizden önceki yıllarda da oruç tutmak yasakmış. Bunu 1982 yılı mezunu bir büyüğüm söyledi. Komutan oruç tutarmış lakin kimseye de oruç tutturmazmış. “Sizin günahımız bana” diyerek ne kadar zavallı olduğunu gösterirmiş.

1986 yılında mezun olduktan sonra Deniz Harp Okulunda müthiş bir terör estirilmişti. Namaz kılan ve başarı listelerinde en önde olan öğrenciler okuldan atılmışlardı. Gerekçe “Atatürkçü nitelikleri kaybetmek” idi. Namaz kılıp oruç tutmak, içki içmemek demek ki Atatürkçü nitelikleri kaybetmek oluyormuş.

Bu düpedüz din düşmanlığı sonunda bütün öğrenciler dinden ve dindar insanlardan korkutulup ürkütülmek istenmişti. Edepsizliğin bini bir paraya düşmüştü. İşte bu durumu fırsata çeviren FETÖ örgütü, namaz kılanlara, oruç tutanlara ve dinini yaşamak isteyenlere karşı çıkmıştı. Dininin asgari gereklerini yani namaz ve oruç gibi ibadetlerini yapanlara “Donkişot” diyerek akıllarınca dalga geçiyorlardı. Akıllarınca dalga geçiyorlardı.

Fetocuları bu sayede tanıma fırsatını bulmuştuk. Bunların yaptığı fenalığın en açık delili oruçtu. Öğrenciliğimizin ilk yılında oruç yasak olduğu halde bizimle beraber tutan öğrenciler, Feto’nun eline düşünce; oruç tutmak serbest bırakıldığında dahi bu sefer Ramazanı yemeğe başlamışlardı. Niçin böyle yaptıkları sorulunca “midesinden rahatsız” olduğunu söyleyerek aklınca insanları kandırdıklarını zannediyorlardı.

İşte bu hain Feto-Faşist işbirliği; 1980’li yıllarda acımasızca devam ediyordu. Faşist Evren “irtica” yaygaraları ile insanları kışkırtıyor komutanlarda “komayın, yaşatmayın” diyerek; her zulmü gencecik vatan evlatlarına reva görüyorlardı.

İşte bunun en insafsızca uygulaması 1987 yılında uygulamaya konulmuştu. Bu zulmü yaşayan Abdullah isimli bir deniz subayı, yaşadıklarını bana şöyle anlatmıştı:

“Sizin sınıf yani 9000’ler mezun olduktan sonra 7 son sınıf öğrencisi ki bir tanesi Deniz Lisesi birincisi idi, hepsini okuldan attılar. Birkaç ay sonra subay olacak olan bu öğrenciler derslerinde başarılı olduğu gibi okulun en disiplinli öğrencilerindendi. Sırf gözdağı vermek için namaz kılan bu öğrencileri okuldan attılar. Yüklü bir maddi ceza ödettikleri yetmiyormuş gibi bir de eğitim haklarını da ellerinden almışlardı. Okulda tam bir irtica terörü esiyordu. O yıl Ramazan orucu yasaklanmamıştı. Fakat iftar ve sahur yemekleri çıkarılmıyordu. Üstelik öğle ve akşam yemeklerine girmek mecburi idi. Girmeyen öğrencilerin sırası boş kalıyor, bu öğrencileri disiplin cezası ile cezalandırıp hafta sonu izinsiz bırakıyorlardı”.

İşte “Çin işkencesi” adı verilen zulmün Türkiye uygulaması böyle oluyordu. Resmen oruç tutan öğrencileri yıldırmak için yemeğe zorla sokup terör estiriyorlardı.

Abdullah’a; musibet ve sıkıntıların geçici olduğunu, bunun devamlı olamayacağını ve sabredenlerin büyük mükafat ve ecir kazanacaklarını söyleyerek teselli etmeye çalıştım.

Bundan tam 30 yıl önce işte böyle dehşetli zulümler işlenmişti. O yıl irtica furyasından ben de etkilendim. Deniz Harp okuluna çağırarak öğrencilere “namaz kılmak ve Said Nursi’nin kitaplarını okutmaya çalışmak” suçu ile okul yönetimi tarafından sorgulandım.

Yine bir Ramazan günü yapılan bu sorgulamada zavallı öğrencileri karşıma dizip bu iddialarını yüzüme karşı söylettiler. Ben de “öğrencilere baskı yapmadığımı fakat suç olarak iddia edilen hususları tavsiye ettiğimi” hepsinin yüzlerine haykırdım.

Okul Komutanı Ekmel Totrakan beni sorgulayan Alay Komutanı da  Gürkan key isimli şahıslardı. Alay Komutanı küstahça davranınca ben de bağırıp çağırmıştım. Odadan ayrılıp muhtemelen Okul Komutanının yanına gitti. Bir müddet sonra dönünce yüzü mosmor idi. Yine sorgu sualden sonra nihayet aklına gelmiş ki “oruç tutuyormusun” diye sordu. “Tutuyorum” diyince de asker karavanasından yemek getirdiler.

İftarımı açarken de komutanın çenesi durmuyordu. Artık cevap vermemeye başladım. Sorularına cevap vermeyince de o da sustu. Bana 50 sayfaya yakın konuşma tutanağını imzalattılar. Her sayfasını oku ve imzala dediler. Söylenilen her şey daktilo ile yazılmıştı. Farklı bir şey göremedim ve imzaladım.

Daha sonra beni görev yaptığım birliğime gönderdiler. Her halde yakında beni de ordudan atarlar diye düşünmüştüm. Lakin başka soruşturmalar daha oldu. Yapılan yanlışlıklar fark edilmiş olsa gerek ki beni ordudan atmadılar. Yüzbaşı rütbesine kadar savaş gemilerinde ve karargah birliklerinde görevime devam ettim.

Nihayet eşimle birlikte başörtüsü yasaklarına uymadığım için önce “şüpheli” sonra da “sakıncalı” kategorisine alınarak 28 Şubat 1997 tarihinde Yüksek Askeri Şura Kararı ile ordudan atıldım.

Ordudan atılış belgesinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ve Başbakan olarak da Necmettin Erbakan’ın imzası vardı. Faşist generallere şirin görünmek için benim gibi binlerce asker ordudan acımasızca atıldı.

İşte sonuç ortadadır. FETÖ örgütü ile beraber faşist generallerin işbirliği ile her 10 yılda bir kesintisiz darbe süreci devam etti.

Bu yazıyı okuduktan sonra FETÖ örgütünün nasıl palazlandığını ve dindar insanların gözünün yaşına bakılmadan nasıl ordudan tasfiye edildiğini anlayabilirsiniz. “Bahriye’de 15 Yıl” isimli kitap yazarak bu konuları daha detaylı bir şekilde yayınlayıp neşrettim. Bu kitap 10 yıl önce yani 1997 yılında yayınlandığı halde hiçbir ders alınmadı. Kesintisiz darbe süreci devam etti.

İnşallah bu üzücü olaylardan ders çıkaran yöneticiler olur. Orduda dindar insanlara karşı yürütülen acımasız müdahalelere bir son verilir, vesselam…

Dr.Vehbi KARA

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...