Cuma, 09 Kasım 2018 11:08

İslam Nazarında Akıl ve Felsefe

Evvela şunu ifade etmeliyiz ki felsefe akla dayanır. İslâm ise hem tabii hududu içinde akla hem de nakle (Kur'ân ve Sünnet'e) istinad eder. Sonsuz ilim sahibi Yaratıcımız'ın tebliğ ettiği hakikatlere istinad eden tefekkür sistemi ile, beşeri zaaflarla malul ve gücü sınırlı akla dayanan felsefe arasında, mevzu ve gaye itibariyle benzerlik olsa da metod, vasıta, tefekkür ve tahayyül gücü bakımından büyük farklar mevcuttur. Buna rağmen, yaygın olan "İslâm Felsefesi" tabiriyle; İslâm aleminde, İslam teffekkürü içinde yetişmiş mütefekkirlerin veya tefekküründe felsefeye ağırlık vermiş olanların görüşleri kastedilir.[1] Bazen de İslâm felsefesi tabiriyle, dinin mücerred hakikatleri anlatılmak istenir. Yoksa bu tabir, İslâm'ın felsefeye müsaid olduğu manasına gelmez.

Kudreti sınırlı vasıtalarla, Bâkî, Mutlak, Ezelî ve Ebedî olan bir yüce varlığı bütünüyle kavramak imkansızdır. Mahdut vasıtalarla gerçekleşecek olan idrak, ancak mahdut ölçüde olabilir. Yani okyanustan ancak kabımız kadar su alabiliriz.

Şu hadîs-i şerîf, bu gerçeği ne güzel hulasa eder:

"Hızır A.S.'ın, Mûsâ A.S.'a acayip, garaib ve hikmeti meçhul hadiseler gösterdiği seyahat esnasında) bir serçe kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır A.S., bu manzarayı Mûsâ A.S. ' göstererek şu teşbihte bulundu:

<-Allâh'ın ilmi yanında senin, benim ve bütün mahlukatın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.>" (Buhari, Tefsir, 18/2-4)

Hızır A.S. , Musa A.S.'a, akıl planında kalanların hikmete vakıf olamayacağına ve bu yolda teslimiyet kanatlarıyla mesafe almak gerektiğine işaret etmişti.

Büyük İslâm âlimi, sosyolog ve tarih felsefesinin babası kabul edilen İbn-i Haldun, bu hususta şöyle der:

"Akıl, sağlam bir terazidir. Ama onunla Allah'a ve ahirete ait meseleleri, peygamberlik hakikatlerini, akıl ötesi gerçekleri ölçemezsiniz. Bu boş bir gayret olur ve bir kişinin; << Ne kadar da hassas tartıyor !>> diye, kuyumcu terazisinde dağları tartmak istemesine benzer. Terazinin sağlamlığına bir şey denilemez ama, onun gücünün bir sınırı vardır.

Mesela modern felsefenin ve rasyonalizmin babası sayılan matematikçi ve filozof Descartes'ın (1594-1650) "varlık delili"nden hareketle yaptığı akıl yürütmelerle vardığı netice de, hakikaten temel kaynağının vahy-i ilahi olduğunu kabul etmenin zaruretini ifade etmektedir. "Metafizik Düşüncüler" adlı eserinde Descartes diyor ki:

"Allah mükemmel ve noksansız, yanılmaz ve yanıltmaz bir varlıktır. Buna göre O'nun bilgisi de noksansız olup doğrudur. Allah mükemmel olduğu için yanılmaz. Yanılmadığına göre bilgisi doğru, yanıltmadığına göre bildirdiği de doğrudur. Bu kainatı yarattım diyorsa, yaratmıştır, bu doğrudur. Öyleyse kesin bilginin kaynağı Allah'ın doğru bilgisidir."

Paskal da aynı görüşün te'yidi sadedinde:

"Mevcudiyetimizin derinliklerinden gelen ve bize ölümsüz olduğumuzu bildiren bir sadâ vardır ki, bu bizde tecelli eden Allah'ın irşad sadâsıdır." der.

Fakat Allah'ın varlığını kabulün akli bir zaruret olduğu fikrine ulaşan Descartes, Spinoze, Paskal, Kant ve emsali filozoflar da, insan eliyle tahrif edimiş olan batıl bir dinin esaslarını tanıyıp, daha önce de ifade ettiğimiz "menfi şartlanma" sebebiyle, hak din İslâm'ı yeterince tanımadıkları için, bu fikirlerini tekamül ettirememişlerdir.

Bunlar, Necip Fazıl'ın tabiriyle:

"Tam da İslâm'ın iskelesine yanaşmışken tek adım daha atamamak yüzünden son vapuru kaçıran" kimselere benzemektedir.[2]

İnsanı ebedi kurtuluşun eşiğine kadar getirdikten sonra, o eşikten içeriye adım attıramayan bir akıl ve felsefe ne işe yarar?...

Yine Necip Fazıl'ın şu tespiti de çok manidardır:

"Felsefe, aklın kendi hükümdarlığını göstermek için kurduğu müessese... Ve doğruyu bulmanın değil de, yanlışı düzeltmenin müessesesi... felsefede her mektep, öbürünün yanlışını gösterirken doğruyu söyler." [3]

dolayısıyla dindar felsefecilerin görüşleri de, ateist ve materyalist felsefecilerin inkar zehrine bir panzehir mahiyetinde olup onları çürüğe çıkardıkları için bütünüyle faydasız değildirler. Nitekim menfi şartlanmalar neticesinde , ayet ve hadisten getirilen delillere akıl ve kalplerini ebediyyen kapatmış olan bazı din aleyhtarlarının, yine felsefe içinden getirilen delillerle susturulabildikleri mâlûmdur.

"Hak din"den beslenmeyen bir felsefe, insana hakikati tanıtamaz.

Esasen, insanlık tarihi boyunca hiçbir filozofun görüşlerini hayatına tatbik ederek saadet ve selamete ermiş bir toplum gösterilemez. Onların öne sürdükleri fikirler, yaşanması mümkün olmayan kuru nazariyelerden ibaret kalmış ve umumiyetle kütüphanelerin tozlu raflarındaki kitaplarda hapsolmaya mahkum olmuştur. Hayata intikal ettirilmek istenen bazıları ise yeryüzünü kan ve gözyaşıyla sulamaktan başka bir işe yaramadan, kısa bir müddet sonra tarihin çöplüğüne atılmıştır.

Mesela Aristo, ahlak felsefesinin bir takım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saadete kavuşmuş tek bir kişi göremeyiz.

Eflatun'un "Cumhuriyet" adlı ütopyası da, hayali bir devlet tasavvurundan öteye geçememiştir.

Yine İslâm âleminde yetişmiş olmasına rağmen, felsefeye ağırlık vermiş olan Fârâbî'nin, hayalinde canlandırdığı "güzel şehir ve ideal toplum"a dair fikirlerini ihtiva eden "el-Medinetü'l-Fadıla: Faziletler Şehri" adlı en mühim eseri de, hiç bir tatbik imkanı bulamamıştır. Çünkü bunlar, yaşanarak yazılmış gerçekler olmadığı gibi, kaleme alındıktan sonra da yaşanabilecek özelliklere sahip olamamıştır.

Bunun Batı'daki en tipik misali olan Nietzsche (Niçe) bir "super human" yani ideal insan tasavvuru yapmıştır. Lakin onun böyle bir insan için tasvir ettiği meziyetler, munune-i imtisal, yani emsal alınacak örnek şahsiyetlerden ve hayata tatbik imkanından mahrum bir nazariyeden/teoriden ibaret kalmıştır. Halbuki Allah Teala, Peygamber Efendimiz S.A.V.'i bir toplum içindeki en aciz fert olan "yetim çocukluk"tan "devlet reisliği" ve "nebîlik" gibi en yüksek kademeye kadar yükselterek hayatın her türlü tezahürü hakkında O'ndan sadır olan mükemmel davranışları, beşeriyet için birer fiili kıstas, yanı davranış ölçüsü ve hayat düsturu kılmıştır.

İnsanlık haysiyetine layık bir şekilde yaşamak isteyenler, Kur'ân-ı Kerîm'in istikametlendirdiği bu tefekkür dünyasına girmek mecburiyetindedirler.

Hakikaten toplumlar, kütüphanelerin tozlu raflarında kalmış olan kara kaplı felsefe kitaplarının üzerine abanmış bilgiçlerin fikirleriyle selamete kavuşamaz. Insanlığı hakiki saadet ve selamete kavuşamaz. İnsanlığı hakiki saadet ve selamete çıkaracak olan; Kur'ân-ı Kerîm ve onun canlı bir şerhi mahiyetindeki Sünnet kültürüyle yoğrulup ilahi hikmet ve hakikatlerle kemale ermiş mü'minlerin tebliğ, ikaz ve irşadlarıdır.

Kur'ân-ı Kerîm, "kâinat" kitabını okuyan her mü'mine;

"Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (el-Alak, 1) talimatını verir. Yani kainatta sergilenen ilahi esma, sıfat ve kudret tecellilerini görüp eserden müessire, sanattan sanatkara, yaratılandan Yaratan'a aklen ve kalben intikali emreder. Kainata kainat için değil, onun Yaratan'ı için bakmayı telkin eder.

Materyalist felsefe ise, mevcudata mevcudat için bakar. Yani varlıkları -Yaratıcı'sını göz ardı ederek maddeci bir nazarla seyreder. Sanatı gördüğü halde sanatkarı görmek istemez, esere bakıp müessirini düşünmekten kaçınır. Bu da materyalist felsefelerin kainata bakışındaki kısırlık ve noksanlığa mukabil, İslâm'ın bakışındaki genişlik, derinlik ve mükemmelliğin bir misalidir.

"Aklı, hudutsuz bir kuvvete sahip telakki edenler, akıl sahiplerinin hiç bir suç işlememesi lazım geldiğini de kabul etmek mecburiyetindedirler. Öyle ya, madem akıl, gerçeğe ve doğruya ulaşmaya muktedir bir vasıtadır, o halde akıllı bir adam neden suç işlesin? Niçin kötü bir işin faili olsun? Halbuki bütün beşeri sistemler, suçluya ceza verirken, onun akıl sıhhatine sahip olduğunu kabul ederler. Akli melekelerin, işlenen cürüm esnasında devre dışı kalmış olduğuna kanaat getirdikleri takdirde, faile ceza vermezler.

Bu takdirde hem aklın hayra ulaşmaya kafi bir vasıta olduğuna inanmak, hem de buna rağmen ona kötü fiilinden dolayı ceza vermek, bir tezattır.

Mevlana Hazretleri, insanı gerçek saadete kavuşturacak olan hakikate şöyle işaret buyurur:

"Unutma ki; tabiattan ve hayalden doğan felsefi düşüncüler; celal sahibi Allah'ın nurunun feyzinden doğan hikmet değildir. Sendeki dünyevi felsefe; ancak zannı ve şüpheyi arttırır.

Unutma ki; ancak din hikmeti insanı göklerin üstüne çıkarır, ötelere yüceltir.

Yazık ki; ahir zamanın zeki filozofları, iblis huylu bilginleri kendilerini önce gelenlerden üstün gördüler.

Onlar hileler öğrenerek ortaya atıldılar. Dine aykırı fikirler ile Hak bilginlerini üzdüler. Onlar; ne akıl almaz işler ve düzenler peşinde koştular!

Asıl kar ve manevi kazanç iksiri olan; sabrı ve bağışlamayı, hoş görmeyi, cömertliği yok ettiler."

Gerçek manada hikmet; eşyanın hakikatini, hadisat ve vukuatın sırrî tarafını idrak edebilmektir.

Hikmet; hakikatleri idrak hususunda akla aczini kavratmaktır. Akılla kavranamayan ince sırlar, ancak hikmetle çözülür. Kainattaki ilahi tecellilerin asıl manası, hikmet nazarıyla okunabilir.

Âyet-i kerîme ve hadis-i şerifleri, aklın dar hudutları içinde ölçüp biçmeye lüzum duymadan, sahabe misali bir aşk, vecd ve teslimiyetle kabul edip; "İşittik ve itaat ettik!" diyebilmeli; Hazret-i Mevlânâ'nın tabiriyle;

"Aklımızı Hazret-i Mustafâ'nın huzurunda kurban edebilmeliyiz."

 

Necip Fazıl'ın diliyle;

Gözüm, aklım, fikrim var deme, hepsini öldür!

Sana çöl gibi gelen, O, göl diyorsa göldür!

                                   ...

Müjdecim, Kurtarıcım, Efendim, Peygamber'im;

Sana uymayan ölçü, hayat olsa teperim !...

                                   ...

Sen'de insan ve toplum, Sen'de temel ve binâ;

Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmennâ!

                                   ...

diyerek Fahr-i Kâinat Efendimiz'e teslîmiyetimizi ifade edebilmeliyiz.

Gazâlî Hazretleri'nin akıl ve mârifet sahaları arasındaki halini, Necip Fâzıl Kısakürek bir eserinde şöyle anlatı:

"<İslâm'ın hücceti> diye anılan büyük tefekkür adamı... O; ilmî, fikrî bütün kafa ve idrâk işlerini bir tarafa bırakıp gerçek marifet istikametine yöneleceği zaman şöyle dedi:

<-Gördüm ki, her şey Peygamberler Peygamberi'nin ruh feyzine sığınmaktan ibaret ve gerisi sadece bir maval, vehim ve hayal!... Akıl ise bir hiç... Sadece hudut!>

Ve cihanın bir eşini görmediği bu mutantan kafa, bütün istifhamlerını söndürüp, Peygamberler Peygamberi'nin ruh feyzine sığındı, hudutsuzu buldu."[4]

Beşeri makamı ve ilmî sıfatı ne olursa olsun gaflet ve cehalet erbabına Hazret-i Mevlânâ asırlar öncesinden şöyle seslenmektedir:

"Eğer burnun koku alamıyorsa, bari güle kabahat bulma."

Mahir bir dalgıç, derin sularda korkusuzca yüzerek muhteşem manzaralar seyredebilir. Seviyeli bir mü'minin, pergelin sabir ayağı şeriatte olduğu müddetçe, diğer ayağıyla 72 milletin kültürünü dolaşmasında hiçbir mahzur yoktur. Mahzurlu olan, yüzme bilmeyenin derin sulara dalmasıdır. Yani Kur'ân ve Sünnet kültürünü layıkıyla hazmedememiş birinin; güçlü diyalektik teknikleriyle (mantık oyunlarıyla) süslenmiş batıl fikirlere muhatap olduğunda onları hakikat zannetmesi veya en azından batıla hayranlık duymasıdır.

Bu hususta İmam Gazali Hazretleri şu ikazda bulunur:

"Aklı başında kimse önce gerçeği tanır; sonra sözün kendisine bakar. Eğer söz doğru ise onu kabul eder. Sözü söyleyen hak taraftarıdır veya batıl yanlısıdır diye ayrım yapmaz. Dahası, sapıkların sözleri arasında karışmış olan hak sözü, batıl sözlerin arasından ayıklayıp çıkarmayı, daha çok ister. Çünkü altın madeninin toprakla karşık olduğunu bilir.

Ayırt etme kabiliyetine güvenen bir sarrafın elini kalpazanın torbasına daldırarak halis altını kalp paradan ayırt etmesinin hiçbir zararı yoktur. Kalpazanla alışveriş yapmaktan tecrübeli sarraf değil, cahil halk zarar görür...

Yemin ederim ki insanların çoğu, hakla batılı, hidayetle sapıklığı birbirinden ayırt etme konusunda kendilerini yeterince akıllı, usta ve uzman zannederler. Bu sebeple açık kapı bırakmayarak, herkesi mümkün olduğu kadar sapıkların eserlerini okumaktan alıkoymak gerekir."[5]

Buna mukabil, Kur'ân ve Sünnet kültürünü layıkıyla hazmederek İslâm düşmanlarına karşı onu dava edinecek olan alim seviyesindeki münevver ve mütefekkir müslümanların, felsefe kanadından da gelebilecek batıl fikir ve iddialara karşı halkı idlalden korumak için, bu ilimle de iştigal etmeleri yadırganamaz. Bilakis, onlar için bir vecibedir. Hatta medanın ateist ve materyalist felsefecileri tekeline terk edilmemesi için, felsefe sahasında da söz sahibi İslâm alimlerinin yetiştirilmesi gereklidir.

Osman Nûri TOPBAŞ, İSLÂM NAZARINDA AKIL ve FELSEFE adlı eserin özetidir.

[1]Bkz. Kadir Mısıroğlu, İslam Dünya Görüşü, s32-33, Sebil Yayınevi, İstanbul 2008

[2]Necip Fazıl Kısakürek, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, s51, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2012

[3]Necip Fazıl Kısakürek, age, s14

[4]Velîler Ordusundan, s213, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 1976

[5]El-Münkızu mine'd-Dalâl (Tasavvuf Bahisleri, İmam-ı Gazâlî'den Dersler), s125

Metin Demirci

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...