Cuma, 12 Şubat 2021 10:12

28 Şubat Post-Modern Darbesi, Ya 29 Şubatta Olsaydı !?!

Diyorum ki; dört yılda bir gelen “artık yıl” ı  icat (!) edenlere ve bu takvim sistemini uygulatan devlet yöneticilerine şöyle davalar açılabilir miydi?

Doğum  yıldönümümü neden dört yılda bir kutlayabiliyorum?

Evlilik yıldönümümüzü niçin her yıl kutlayamıyoruz?

Milli takıma madalya kazandırdığım spor günümüzü, niçin yeni nesil her yıl hatırlayamıyor?

Bunun gibi daha nice 29 Şubatta yaşanmış olaylar, maalesef her yıl hatırlanamıyor. Bir gün önce kutlansa doğru değil, birgün sonraya bırakılsa ay değişiyor..! 

                Mahkemelik bir konu olur mu hiç bu? diyenlere hak vermiyor değilim. Hani benim hayatımda asla unutamadığım, hatta Türkiye Cumhuriyet tarihinde bile asla unutulmaması gereken bir 28 Şubat Post-Modern darbe gerçeği ve o dönemin mağdurları olan  onbinler  var.

                Bu mağdurların her yıl, sadece hatırlanıp yarım bırakılan davaları ve haklarının takibi de maalesef hep bir yıl sonraya öteleniyor. Üzerinden birkaç darbe ve kalkışma geçtiği ve onların mağdurlarına hakları cömertçe teslim edildiği halde, nedense 28 Şubat ayrı tutuluyor. 

                1997 yılında, Hava Kuvvetleri Karargahında Lojistik Daire Başkanlığında proje  Asb.olarak görevliydim. Genelkurmay Başkanlığıyla karşı karşıya konumlu olan karargahımızda, 8.nci kattaki Lojistik Şubemizin penceresinden rahatlıkla Genelkurmay karargahının avlusunu seyredebiliyordum. Hatta ilgili dairelerde yapılan bazı toplantılara şubemizi temsilen katılmışlığım da olmuştu. Yani pencereden sadece avluyu seyretmez, ana binaya giriş yaptığım bölgeleri de gözümde canlandırabilirdim. Her birim geçişinde ayrı kontrol ve kendi şubemden önceden bildirilen kimliğimin kontrolünden sonra, gayet titiz bir emniyet  bariyerinden geçmenin verdiği güvenlik huzurunu yaşar ve asla rahatsızlık hissetmezdim, çünkü bir görevi icra için bulunmam gereken yere gidiyordum…O yıllarda gönlümün derunundan gelen, gayet  temiz/saf  olan  bu duygularım, benim “Vatan-Millet aşkıyla “ yetiştirilmemin bir eseriydi. Komutanlarım beni gerekli şekilde defalarca test etmişler ve bulunduğum göreve, muharip birliğimden seçilerek “görevlendirme” olarak  gönderilmemden kısa bir süre sonra, garnizon içi atamam onaylanmış ve bir buçuk yıl  çalıştığım son görev  yerim  olmuştu  Hava Kuvvetleri karargahı…

                28 Şubat 1997 MGK toplantısı sonrası başlatılan, bir dizi askeri dayatmaların, takip eden aylarda MSB nezdinde ete-kemiğe büründürülen “Andıç”ların benim birliğim tarafındaki aşamalarının, Lojistik-Mühimmat-Harekat-Maliye ayaklarına kısmen şahit oluyordum. Öyle ki; Harekat şubeden hazırlanan güncel tehdit doktrinlerine uygun mühimmat tespitleri, tedarik kaynakları, tedarik süre ve yöntemleri gibi önemli yazışmalar ya bizim şubemizden çıkıyor, ya da birbirlerine atıflarla “ilgi” gösteriliyordu. Sonunda MSB aracılığıyla hükümete imzalatılan komple projenin, pencerelerden Genelkurmay bahçesini seyrederken, telefon ile verilen “Onay” haberine çılgınca sevinen proje subaylarını unutmam mümkün değil..! Zira bu onay; onlarca subay ve daha fazla sayıda teknik kadronun (anlaşma-imzalama, eğitim vb) yurtdışına gönderileceği anlamına geliyordu. Alınması onaylatılan mühimmatın gerekliliği konusunda bilgilendirilen(!) kurmay başkanları, ülke savunmasında komşu (dost olmayan) ülkelere karşı geride kalınmadığıyla kendilerini mağrur addediyorlardı zahir…Bu görevlerle bir haftalık yurtdışı toplantı dönüşlerinde, bağlı oldukları şb,daire bşk.…sıralı komutanlarına teşekkür içkilerini takdim eden personelin, aynı görevindeyken bir sonraki devamı göreve ancak kendisinin gitmesi gerektiğini ihsas etmesi de kurmaylık zekasının bir ürünüydü. Hatta bazı teknik personel yerine araya bir iki tane genç subay yazdırılması taktiği, muharip birlikler ile karargah ilişkilerinin önemli kozları arasındadır. Çünkü genelde birkaç aylık bu tür kurs mahiyetindeki yurtdışı görevleri, bir yıllık maaşa denk bir ikramiye anlamı taşımaktadır. Ben de F-16 Silah kursuna imtihanla seçilerek gönderildiğim için aynel yakin bilmekteyim. Teknik sınıftan bir astsubayın, mesleğindeki mühim hedeflerinden birisi de; maalesef(!) bir şekilde yurtdışı görevlere giderek mali gelirini doğacak (yasal) fırsatlarla güçlendirebilmek idi. Tabii ki bu seçim, meşru zeminde yapılması halinde bile binlerce personel arasından; mesleki, lisan ve sicil notlarıyla temayüz edebilmeyi gerektiriyordu. Bunun arzusu da, teknik okullarda öğretmenlik yapan kendi sınıfımızdan akademik kariyeri çok yüksek öğretmenlerin hatıralarında anlattıkları “USA rüyaları” yla yerleşiyordu asker namzetlerine… Seçimde etkin olan bu üç kriteden ilk ikisini zorlayarak görmezden gelinemeyecek ölçüde yüksek değere ulaştırsam bile, sicil notunun “iki dudak arası” kaynağına uygun davranışlar bana göre değildi..! Tabi ben de bu hülyaya kapıldım ve mesleğimde vaki eşitsizliklerden, “maraba”lıktan bir nebze kurtulup bilgi ve yurtdışı tecrübelerimle biraz saygınlık kazanabilmek zorunda hissediyordum kendimi. Zira benim hayat tarzım, TSK’nin dayatma kriterlerine uymuyor, eşyanın tabiatına aykırı gayr-ı ahlakiliği meşrulaştırma tarzı bana ters geliyordu. Eğer hedeflediğim gibi biraz saygınlık kazanabilirsem, hem piyon gibi her yere sürülmekten ve hem de bazı sağduyu sahibi komutanlarca bilgime hürmeten korunabileceğimi düşünüyordum.

                Biraz detaylı anlatmaya çalıştığım ruh halimi ve 28 Şubat 1997 dönemindeki askerlik mesleğimin bana yansıyan tarafındaki gerçekliğini, aynı yılın son Yüksek Askeri Şura(YAŞ) sında, re’sen emekli edilince bana ispatlamış oldular. Aralık ayının soğuk-karanlık günlerinde; “ipe çekilip, dibinde gözyaşı dökülecek” vasıflara benzer duygularla kurban edilen vatan evlatları listesine , “biri beşikte-biri eşikte-öbürü kucakta” üç çocukla işsiz ve çaresiz ortada kalakalmışlara eklenmiştik… Fakat kimsesizlerin kimsesi olan Rabbimiz vardı ve bu inançla hayatımızı idame uğrunda helalimize halel getirmeden her türlü sıkıntıya göğüs germeye çalıştık. 

                Aynı kaderi paylaşan çok değerli insanların, yine aynı mefkurelerle “kol kırılır yen içinde kalır” düsturuna dayanarak, asla devletine bayrak açmadan / diklenmeden-dik durarak başlattığı hukuk mücadelesine en başından olmasa da dahil olabildim. Mücadelemiz; hukuksuzluğun anlatılması-kamuoyunun bilgilendirilmesi-Devletin/TSK’nın darbecilerden arındırılması… gerekliliği aşamaları üzerine inşa edilmişti. Yirmi yılı aşan geçmiş süreçte; her aşamada biraz biraz başarıya ulaşıldığını, ASDER’ in faaliyetlerini izleyenler ve Devletimizin yetkili kurumları bihakkın bilmektedirler. Her ne kadar; BÇG kadrolarının hedef saptırarak, Devletin bekası uğrunda yaptıklarını iddia ettikleri 28 Şubat kıyımlarına uğrayanları suçlamaya çalışsalar da, 12 Eylül 2010  referandumuyla kısmi anayasa değişikliği sonrası  bazı hakların iadesi yasal düzenlemeyle yapılabilmişti. Lakin, mahkeme kararına dayandırılmayan aklanmalar, sürekli sun’i  AK-lanma olarak  ima edilegelmiştir..! Bu iddiayı da en çok kullanan mihraklar, şüphesiz PDY kriptolarının medyaya yansıyan ifadeleriyle  deşifre olmaktadırlar.

                Yazımın en başındaki takvim uygulamasına çektiğim dikkatin sebebi; her yıl aynı gün hatırlanıp, gereği-eksiği-noksanı  tamamlanmadan gündemden düşen 28 Şubat mağdurlarının hakları acaba hangi bahara kalacak???

Her darbe planında bilhassa mesai günlerinin sonu  olan Cuma günü kullanılır ve hemen giren hafta sonu resmi direnişe fırsat tanınmadan oldu-bittiyle senaryo icra edilirdi. 1997 yılında ya Şubat ayının son Cuma günü, 29 Şubat tarihine isabet etseydi..! Ancak DÖRT YILDA BİR mi hatırlanacaktık? 28 Şubat 1997 Cuma gününün bereketiyle, ancak layık olabildiğimize müstehak durumdayız şüphesiz… Vesselam

Osman KAÇMAZ

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...