Cuma, 04 Ocak 2013 15:43

İslam Medeniyetinin Yol Haritası

 “Evi perişan bir zavallı, evin delik deşik haline bakıp, her gün şöyle dermiş: ‘Sakın bana haber vermeden yıkılma ha! Allah korusun çoluk çocuk hepten biteriz.’ Bu konuşmalarla yıllar gelip geçer...Derken gelir bakar ki, bir akşam, o köhne evi yıkılmış, zavallı aileyi altına almış. Adamcağız bu acı manzarayı görünce evin yıkıntılarına feryat figan içinde döner ve derki: ‘Meğer aldanırmışım, desene! Ne oldu bunca yalvarmam ey eski dostum! Çocuklarım olacakken, işte ben yetim oldum! Sakın yıkılma haber vermeden dememiş miydim? Bu muydu senden  aa…  zalim, bu muydu ümidim? Hukuku, ahdi gözetmek nedir bilmedin, yazık! yazık sana sarf ettiğim emeklerime!...’

O taş yığınları gaipten gelen bir sesle konuşarak zavallı o adama der: ‘Haksız yere gücenmeyi bırak! Geçip de karşıma feryat eder misin şimdi? Haber vermedim mi, ama kulak veren kimdi? Duvarlarımda yarık sandığın ağızlardan, birer yalvaran dil uzattım, ey anlayışsız adam! Fakat çamurla kapardın da her gün ağzımı sen, daha fazla söyleyemezdim, susardım artık ben!...”

Hazreti Pîr(Celâleddin Rûmi) yıkılan evin duvarlarını konuşturduğu hikayedeki gibi aslında batı(lı) modern anlayışı, Doğu(İslam) medeniyeti içine sirayet edip, benimsenmeye başlandığı zamanlardan itibaren tehlike geliyorum demeye başlamıştı. Çünkü zihin bulanıklığı ve kirlenmesi modernist  felsefenin toplumlara sunduğu ilk zehirli elmadır. İnsanoğlu modern şehirlerin, dev binaların arasında sıkışıp kalmış ve kendini aciz hissederek çevresinin oluşumundaki sorumluluğunu unutmuştur. Bu acziyse, karşıya hayranlığı körüklemiş, Ziya Paşa’nın meşhur ‘’Diyar-ı küfre gittim kâşaneler gördüm. Diyar-ı İslam’a gittim harabeler gördüm’’ beytindeki anlayışta olduğu gibi bu yapıların tahakküm eden ifadesi karşısında şaşkınlığın ezikliğini serdederken kendi kültür ve medeniyet değerlerini takdirden aciz ve reddeder duruma düşmenin yolunu açmıştır.

İslam dünyası maalesef , en son  Osmanlı’nın da ortadan kaldırılmasıyla ve yeni yetme batıcı aydınların öykünmeci marifetiyle  zorbalıkla tahakküm eden, merkezine İlahi yasaları koymayan, insan –Allah, insan-çevre ilişkilerinde tamamen maddesel  perspektif geliştiren ‘Batı Medeniyeti’ne  râm olmuş bir ruh halini sergilemektedir .Meselâ  1924’ te Osmanlı bakiyesi olarak kalan ancak, bir o kadar da İslâm sanatını geleceğe aktaracak olan kabartma hatları, tuğraları kırarak, dökerek  ortadan kaldırmakla, hatta camilerin içindeki celi sülüs levhaları söktürmekle,   Efendimiz (AS)  zamanında Mekke’de  Kâbe’den daha yüksek bina yapmak  yasaklanmışken bugün adeta teknolojiyi, modern mimariyi kutsayan, adeta kapitalizmin mabetleri haline dönüşmüş;  Zem Zem Tower gibi  kibri ve dünyevileşmeyi temsil eden beton yığınlarını  Kâbe’nin baş ucuna mezar taşı gibi dikmek arasında zihnen fark var mıdır? Hz. Peygamber Efendimiz(AS) bugün için Mekke’ye çıkıp gelse, bu “ucube” binalara sessiz kalır  mıydı? Kıyamet alameti olarak rivayet edilen “binanın ve zinanın artması”  metaforu, yani modernizmin iliklerimize kadar işlediğinin mecazı bu olsa gerek. Artık Kudüs’e duyulan hassasiyetin birazının da Mekke’ye gösterilmesi gerektiğini sorgulamalıyız . Ne acıdır ki, hem de  Müslümanların marifetiyle Mekke’de kültürel soykırım yaşanmaktadır. Kudüs için bir şeyler yapmaya çalışırken Kabe’nin tehdit altında olduğunu, büyük beton yığınlarının arasında boğulduğunu, büyük alışveriş merkezlerine kurulan bazı markaların kârının önemli bir bölümünü İsrail’e aktardığını, Mekke’de değer verdiğimiz her şeyin yıkıldığını, örneğin; Hz. Ebubekir’in evinin Hilton Oteli’nin kompleksi içinde kaldığını, Hz. Hatice’nin evinin yıkılıp, yerine abdesthane / şadırvan yapıldığını, tarihe ve kültüre saygının hiç olmadığı kadar yerle bir edildiğini ne zaman sorgulayacağız. Asıl acı veren de zaten bu sessiz kalma hali.

Yanlışın, taklitçiliğin İslam şehirlerini, mimari çevremizi fiziksel ve kültürel kirlenme cehennemi haline dönüştürdüğü günümüzde, insanı yüceltmeyen aslında aşağılayan bu kirlilik ortamını aşmak, Müslüman dünyanın en önemli başat görevlerinden olarak algılanmalıdır.. Beşer, her açıdan çevre bilinci ve sorumluluğunun oluşmasıyla vücut bulur ve “ insanlaşır.” İnsanı diğer bütün yaratıklardan ayıran, onun çevresini bütün boyutlarıyla, bilinçle, idrak etme yeteneği ve bu idrakin sonucunda çevresini korumak ve güzelleştirmek sorumluluğunun oluşudur. Sanatın özü güzelliktir ve doğası gereği güzellik, iç hakikat olduğu kadar, dış hakikattir. Eğer iç güzellikle, dış güzelliğe bakarsak, ikincisinin kaynağını birincide bulduğunu görürüz. Peygamberin buyurduğu gibi ‘Allah güzeldir, güzeli sever.’ Güzellik, bundan dolayı, yeryüzünde güzel olan her şeyde yansıyan ilahi bir sıfattır.

Mekke insanlık tarihinin başlangıcından bugüne ‘şehirlerin anasıdır’ ve öyle kalmalıdır. Kabe; ‘Darüsselam’dır, yani barış yurdu, huzur, sükunet; ruh dinginliğidir. İnsan mikro kozmosunda ise selam evi, kalple temsil edilir.” Gönül Kâbesi” yıkık olan, viran olan, kendi yaradılış fıtratıyla barışık olmayan   diğerini elbette görmez, görse de his aleminde bilmez.

‘Kabe’nin Hizmetkarı’ sıfatını taşımak, Kabe’yi kuşatan devleşmiş beton yığınlarından kurtarmak, en azından bundan sonrası için muhafaza etmekle anlam kazanmalıdır. İKÖ(İslam Konferansı Örgütü) Mekke’nin kültürel dejenerasyonuna karşı biran önce kutlu beldeyi koruma altına almanın çarelerini-küresel ekonomik güç odaklarına rağmen tartışmalıdır. Mekke sadece bir ülkenin şehri değil, bütün İslam dünyasının ortak değeridir. Bu bilinçle belki de Mekke’nin hassaten Kabe’nin yönetimi tüm İslam aleminin ortak bilinciyle yönetilmelidir. Bu konu ayrıca, acilen İslam dünyasının gündemine taşınmalıdır.

Mimariyi insana hükmeden, insanı pasifleştiren bir yapıdan arındırmak için mimarinin insan ölçeğinde bir ürün olması zaruridir. Yoksa insanları kendisine ram edecek, aklını başından alacak binalar inşa etmek, insanlığı zaman içerisinde acziyete düşürmekten başka bir şey sağlamaz. Teknoloji, modernlik; medeniyet egemenliği Müslümanlarda olsaydı bu düzeyde olmazdı. Çünkü İslam Medeniyeti insanı düşünürken, onu çevreden ayrı görmez ve onu bütünün bir parçası olarak kabul eder. Başkasına eza verecek şeyi fayda diye insana sunmadığı gibi, yolun üzerinden başkasını engelleyecek küçük bir taşın alınmasını dahi imanın şubelerinden görür. ‘Ne isterseniz yapınız, her yaptığınız şey mutlaka inancınızın tam bir yansıması olacaktır.’ Hadis-i Şerifinin dile getirdiği, ‘inanç ve fiilin bütünlüğünden kaçılamayacağı’ gerçeği göz önünde tutulunca, sağlam temellere oturtulmamış tutarsız inançlara tekabül eden üslubun da tutarsızlıklardan kurtulamayacağı görülür.

İranlı eski halı ustaları ancak Allah’ın mükemmeli yaratacağına olan inançlarından dolayı, dokudukları ipek halılarda ancak ustasının anlayabileceği ‘İran Hatası’ denilen hatalar bırakırlardı. Müslüman sanatçı, İslam oluşuyla, yani İlahi kanunlara boyun eğmesi sayesinde üretenin yada yaratanın kendisi olmadığının, bir sanat eserinin ancak kainatta düzene itaat ettiği oranda güzel olduğu ve bu yüzden evrensel güzelliği yansıttığı gerçeğinin her zaman bilincindedir. Bütün Promethe’ci yaklaşımları dışlayan bu bilinç, sanat eserlerinin de gösterdiği gibi, hiçbir zaman sanatçının coşkusunu küçümsemez. Bu bilinç daha çok İslam sanatına yüce ve kişiler üstü bir nitelik kazandırır. İslam düşüncesine göre, sanat, semavi katmanların hareketine hükmeden, yasalar kadar kişiler üstü olduğunda, insana Allah’ı tanıtır. Necip Fazıl: ‘Anladım işi sanat, Allah’ı aramakmış, marifet bu; gerisi yalnız çelik çomakmış’ demekle sanatı anlatmakta, Tolstoy, ‘En önemli nokta, sanatçının, sanatı, Yaratan’ın rızası ve kulluk bilinciyle yapmasıdır.’ (Sanat Nedir-Tolstoy-Şule Yay.sy.63) şeklinde sanatı anlamlandırmaktadır.

İslami görüş açısından sanatın temel alanı doğanın betimlenmesi yada taklit edilmesi değil, daha çok insanın çevresine şekil vermektir. Sanat insanın doğal olarak çevresini kuşatan nesneleri(bir tapınak, bir ev, bir halı, bir çeşme),her nesnenin kendi doğasına uygun olarak sahip olabileceği mükemmellikte donatmalıdır.

İslam Sanatı öz itibariyle nesneldir; aslında ne bir kubbenin en gerçek profilini aramanın, ne de çizgisel bir süsün ritmik gösterisinin, sanatçının ruh haliyle fazla bir ilişkisi yoktur. Geleneksel Batı Sanatının ana teması insan imgesidir. İslam’da insan bütün sanatların başvurduğu bir merkezdir, ancak kural olarak insan görsel sanatların bir teması değildir. Figüratif ve insan merkezli sanata karşı genel İslamcı direnişi tam manasıyla keşfettiğimizde insan biçiminin İlahi özüne duyulan muazzam saygıyı buluruz. Modern bilime gelince o ne güzelliği taşır ne de ister. Salt analitik kalarak modern bilim gözlerini çok ender olarak şeylerin tefekkürüne dayanan görünümlerine açar. İnsan üzerinde çalışırken, onun aynı zamanda hem beden, hem nefis, hem de ruh olan tüm doğası üzerine asla düşünmez. Modern bilimi modern sanayiden sorumlu tutacak olursak, bütün bu çirkinlikler dünyasının temelinde bu bilimin yattığını görürüz. Belki de geleneksel sanatın bize vereceği en büyük ders, güzelliğin ve hakikatin bir ölçütü olduğudur. İslam dünyası modern sanayi ürünlerinin istilasına uğramadan önce, ister basit ister teferruatlı olsun, bir Müslüman zanaatkârın elinden belli bir güzellik katılmadan çıkan bir nesne yoktur. Zanaatkârın kullandığı madde mütevazı, araçları çok basit olabilir fakat eseri yine de soyludur. Bu kayda değer olgunun nedeni güzelliğin İslam’ın özünde olmasında yatar; bu onun kendisini adalet ve cömertlik(kerem) olarak açığa vuran birlik(tevhid) gerçekliğinden kaynaklanır. Bu üç niteliğe birlik, denge ve bolluk dediğimizde daha açık görülebileceği gibi, güzelliğin de temel özellikleridir ve güzellik tanımını oluştururlar.

Sonuç olarak yeni bir medeniyet tasavvuru inşası için kadim İslam Medeniyeti bizim için bir postulat, bir mihenk olmalı onu her yönüyle yaşayan ve yaşanan bir medeniyet haline dönüştürmenin yollarını bulmak zorundayız. Bunu başarabilirsek dünyanın hemen her köşesinde medeniyetimizin asli kimliğine kavuşmasında ve yeniden ihyasında, inşasında önemli bir  yol haritası oluşturabiliriz.

Celâleddin Rûmi’nin duvar hikayesine atıfta bulunan   İslam şairi  Mehmet Akif  Ersoy ne diyordu:

"Yığın yığın sakatatıyle geçmiş edvarın,
Yıkılmış olsa da bir hayli kısmı divarın.
Bina-yı milleti i’la eden temel sağlam.
Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak adam.
Onun da çaresi elbirliğiyle gayrettir.
Çalışmanın o kadar feyzi var ki: Hayrettir!"

(Geçmiş devirlerin yığın yığın hatalarıyla)
(Duvarın bir hayli kısmı yıkılmış olsa da)
(Millet binasını ayakta tutan temel sağlam)
(Demek ki kurtuluruz biz bugün olursak adam)
Onun da çaresi elbirliğiyle gayrettir...)
(Çalışmanın o kadar bereketi var ki:Hayrettir!)

 

 

Son Düzenlenme Pazartesi, 07 Ocak 2013 09:42
Hüseyin Caner AKKURT

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...