Pazartesi, 05 Haziran 2017 09:30

Yıkılamadı; Parçalandı!

Osmanlı Devleti’nin cihan devleti olmasının en önemli unsurunu; Avrupa-Asya-Afrika coğrafyasındaki “siyasi-askeri-iktisadi-idari” alanlardaki mükemmel yapılanması ve bu yapılanmaya dayalı olarak kurduğu hâkimiyet oluşturmaktaydı.

XIX. Yüzyılda; Özellikle Balkan coğrafyasında Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi-askeri-idari hâkimiyet ve otoritesinin zayıflaması ve giderek gerilemeye başlaması ile güçlü Avrupa devletlerinin İngiltere-Fransa-Almanya ve Rusya’nın (Düvel-i Muazzama’nın) aralarında kurdukları “mukaddes ittifaklar” ile çeşitli paylaşım pazarlıklarına girişmeleri, Osmanlı topraklarından pay alma planlarını başlatmıştı.

1789 Fransız İhtilali ile bir silah olarak kullanılan  “Hürriyet-Eşitlik-Adalet”  kavramları ile Mukaddes ittifak üyesi devletlerin, Balkanlardaki farklı dini ve etnik milletleri Bulgar-Sırp- Yunan ve diğer etnik guruplara bağımsız devlet olma düşüncesini aşılamaya başlamaları,  kışkırtmaları ve halkın silahlı eylemlere yönlendirilmesi ile ayaklanmalara zemin hazırlayan dış aktörlerin destekleri ve vaatleri etkili olmuştu.   

Tüm bu dış baskılar yanında, içeride de; Osmanlı İdaresine ve Saltanatına karşı, “daha fazla Özgürlük” adı altında, söz de yerli “Aydınların” başlattıkları hareketlerde devam ediyordu.

İktisadi olarak aynı dönemde; Osmanlının aldığı dış borçları ödeyemeyecek duruma gelmesi ile “Duyun-u Umumiye” (Genel Dış Borçlar) kurularak devletin gelirlerine el konması sonucunda, devlet zayıf duruma getirilmişti. Ekonomik anlamda diz çökertilmiş Osmanlı’dan, her türlü siyasi baskı kullanılarak çeşitli tavizler alınıyordu. Lehistan Kralı’nın borç isteği karşısında IV. Murat’ın söylediği “verin istediği parayı, bugün borç alan yarın emir alır” şeklinde aktarılan veciz söz de karşılık bulan politika artık düşmanlarımızın bize karşı uyguladığı bir silah haline gelmişti.

Osmanlı İmparatorluğunun bu dönemde, hâkimiyeti altında bulunan Balkan coğrafyasında kendi varlığını kendi gücüyle koruma imkânı zayıflamıştı.

Osmanlı İmparatorluğu hâkimiyetini sürdürmek için, bir yandan da içte ıslahat hareketleriyle “idari-iktisadi-askeri” alanda reformlar yapılıyordu. Reformlar 1839 Tanzimat Fermanı ile başlamış, 1876 I. Meşrutiyet ve 1908 de II. Meşrutiyet’le devam etmiştir. Esas itibariyle reform adı altında girişilen tüm bu çabalar Devletin gücünün giderek zayıfladığının birer göstergesiydi. Bilhassa II. Meşrutiyet’in ilanına giden süreçte; Devlete karşı komitacılık anlayışı içinde ve dış destekli olarak yürütülen komplo faaliyetleri, daha sonra anlaşılacağı üzere tamamıyla Devleti parçalamaya dönük bir dizi eylemin parçalarıydı. 

Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu; Avrupalı devletlerarasındaki çıkar çatışmalarından istifade ederek “Denge Politikası” ile varlığını devam ettirme gayreti içinde dış politikada siyaseten ikili antlaşmalar yapmak suretiyle “Mukkades İttifakı” etkisiz kılacak hamlelere girişiyordu.

Avrupalı emperyalist devletlerin ve Rusya’nın kendi toprakları içinde var olan Müslümanlara karşı yapmak istedikleri soykırım ilk defa deney olarak Balkan coğrafyasında tatbik edilmişti.

Gücü elinde bulunduran batı bir yandan da basın yoluyla; Balkan coğrafyasında isyancılar tarafından katledilen Müslüman Türk, kadın ve çocukların diri diri yakılma sahnelerini, öldürdükleri Türklerin kafalarını üst üste yığarak çektirdikleri resimler eşliğinde, yapılan tüm bu vahşeti Osmanlının yani Türklerin vahşeti olarak dünyaya ilan ederek dünya kamuoyunda ”Türk’e-Fobi”  oluşturmuşlardı.

Avrupalı devletlerin Şark Meselesi olarak isimlendirdikleri emperyalist politikaları; gerçekte “Türkleri defetmek ve yok etmek” siyaseti üzerine temellendirilen gizli bir ajandadan başka bir şey değildir. Bu minvalde; Rusların, tabiri caizse ezeli stratejisi olan sıcak denizlere inme politikası uğruna, dini-sosyal-kültürel motiflerle Bulgar ve Slav ırkından olan Sırpları emellerini gerçekleştirmek için bir araç olarak kullandıkları da tarihi bir gerçekliktir.

Bu dönemde Osmanlı Devletini ilgilendiren her olay, İngiliz ve Avrupa Ülkelerinin yanlı ve taraflı basın yayın araçları ile oluşturulan dünya kamuoyunda, Türk aleyhtarı tepkiye dönüşmüştü. Bu da Osmanlı Devletine karşı siyasi-diplomatik baskıları artırmıştı.

Osmanlı devletinin; İsyanı bastırmak için yaptığı mücadeleyse Avrupa meselesi haline getirilmiş ve Avrupa’da oluşan Osmanlı aleyhtarı kamuoyu, Osmanlının iç işlerine müdahale sebebi oluyordu.

Esas itibariyle “uygar Dünyaya ait“ Araçsallaştırılan siyasal-sosyolojik bir takım kavramlar üzerinden oluşturdukları suni kamuoyu algısı bahane edilerek siyaseten atılacak adımlara ve tatbik edilecek parçalama stratejisine uygun hamleler yapılıyordu. Osmanlı yönetimine karşı Avrupa’da dini Tandanslı güçlü bir karşı görüş, negatif bir psikolojik algı; yani “Türk’e-fobi” oluşturulmuştu.

Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine siyaseten yaptıkları baskılar netice vermişti. Balkan topraklarında Osmanlı İmparatorluğundan savaşmadan çeşitli antlaşmalarla masa başında kazanılan imtiyazlar-zaferler; Avrupa devletlerinin “Yıkılmayan fakat Parçalanan” bir devletin adım adım tarihte yerini aldığına şahitlik ediyordu.

Osmanlıya karşı yapılan diplomatik siyasi baskılarla alınan tavizler neticesinde; 1812’de imzalanan “Bükreş Antlaşmasında”; ilk önce Sırplara ayrıcalık verilmişti. “1829’da Edirne Antlaşması” ile Özerk Sırbistan Prensliği kurulmuş. Siyasi baskıların devamında ise Yunanistana da bağımsızlık verilmiş, Eflak ve Boğdan da özerkleştirilmişti.

1876 Bulgar Prensliğinin kurulmasının, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün başlangıcı olduğu tarihi kaynaklarda belirtilmiştir.

1877–1878 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında imzalanan; (13 Temmuz 1878) “Berlin Antlaşması” ile Bulgar Prensliği kurulmuş, Sırbistan-Karadağ-Romanya bağımsızlığını elde etmiş ve Bosna-Hersek’e de imtiyaz verilmişti.

3 Mart 1878 Ayastefanos Antlaşması ile de Girit’e imtiyaz verilerek imparatorluğun balkanlarda varlığına ağır darbe vurulmuştu.

1908’de “II. Meşrutiyetin” ilan edildiği sırada Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş. Avusturya; Bosna-Hersek’i ülkesine katmış, Girit’te Yunanistan tarafından işgal edilmişti.

Osmanlının Balkanlardaki bu bunalımlı döneminde içeride de kargaşalar devam etmiş, yine dışarıdaki sahiplerinin işaretiyle harekete geçen komplocular “31 Mart olayını” başlatmıştır (13 Nisan 1909).

31 Mart olayı üzerine, Selanik ve Edirne’deki birlikler “Hareket Ordusu” adıyla İstanbul’a yürüdü. Hareket Ordusu, isyanı bastırdı ve ardından “Diktatör (kızıl sultan)” ilan edilen II. Abdülhamit tahttan indirilerek, yerine V. Mehmet Reşat getirildi. 1909’dan itibaren “İttihat ve Terakki” Osmanlı devlet yönetimine egemen oldu. İttihatçılar, Osmanlı Devleti’ni Almanya’nın yanında I. Dünya savaşına soktu.

Bu parçalanma sürecinde; Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti altında bulunan İslam coğrafyasında da, bir İngiliz projesi olarak Ehli Sünni mezhepten ayrıştırılan, dünyevi değerlerden beslenenVahhabilik” mezhebi vasıtası ile Arabistan topraklarında silahlandırılan Suudi Aşiretlerinin isyanı ile Mezhepsel ayrılık hâraketleride başlatılmıştı.

Aynı dönemde, Mekke emiri Şerif Hüseyin’e İngilizler tarafından vaat edilen büyük Arap imparatorluğu suni bir Arap Milliyetçiliği ile başlatılan isyanla birlikte Osmanlı İmparatorluğu parçalanmıştır.

SONUÇ

Parçalanan İmparatorluğun yerine Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş, Türkler Balkanlar’dan, Ortadoğu’dan, Kuzey Afrika’dan çıkarılmış; yani Mukaddes İttifak başarılı olmuştu. Bu da yetmezdi, nihai amaçlarına hala ulaşamamışlardı, Türkler Anadolu topraklarından da sürülmeliydi.

Parçalama süreci devam ediyor diyebiliriz. Buna örnek olarak; bir kurbağanın su dolu kaba konarak ateşin üstünde yavaş yavaş pişirilmesi yerinde bir Metaforik anlatım olur. Kurbağa su dolu kabın yavaş yavaş ısındığından habersiz; zamanla uyuşur ve sonunda haşlanarak ölür.

Ülkemiz de içte ve dışta adeta su dolu kaba konarak haşlanarak yok edilmek isteniyor.

1990 sonra soğuk savaş döneminin bitmesiyle coğrafyamızda, parçalama ve ayrıştırma süreci BOP projesi ile yeniden başlatıldı. Küresel güçlerin günümüzde kullandıkları malzeme ise “insan hakları-barış-demokrasi” gibi kavramlardır.

Bugün de sınırlarımızın yanı başında; ABD ve müttefikleri tarafından işgal edilen Irak ve “Arap Baharı” sonrası iç savaşa sürüklenen Suriye’de başlatılan yeni süreç Türkiye açısından büyük güvenlik riskleri barındırmaktadır.

Büyük Kürdistan’a giden yolun taşlarını döşeyen her bir taktik ve stratejik hamlenin bizim açımızdan parçalanma tehlikesi, daha da ötesi bir beka sorunu olarak değerlendirilmesi, adı müttefik olan ülkeler açısından bir anlam taşımamaktadır. ABD ve müttefiklerinin yaygın tabirle Batı İttifakının desteğini ve cömertliğini her daim arkasında bulan Kürt gruplar silahlandırılmakta, yerine göre ABD veya Rusya Federasyonu’na ait bayrak ve flamalarla adeta dokunulmazlık zırhını kuşanmaktalar. Bölgede oynanan satrançta mevzi kaybetmeme endişesi ile hareket eden Rusya, geleneksel politikasından taviz vermek uğruna Kürt grupları desteklemekte sakınca görmemektedir.

“Silahlandırılan Kürt guruplar tarafından, bölgede yerel halka baskıyla diğer yandan da havadan koalisyon güçlerin yanlışlıkla yerleşim yerlerini bombalaması ile sivil halk göç ettirilerek bölgenin demografik yapısı değiştiriliyor”.

Meydana gelen ve devamlılığı arzulanan durumda “Kantonlar (Prenslikler)” oluşturuluyor. Kurulan bu “Kantonların-prensliklerin” ileride birleştirilerek “büyük Krallığa” dönüştürülme Planlarına şahit olmaktayız.

Ülkemiz İçte de; Avrupa Birliği vasıtasıyla Avrupa devletlerini Türkiye’yi AB alım vaatleri karşılığında. AB’nin iç siyasete karışarak fasılalar adı altında kamu idaresini yönetmesi her fasılalar ile aldığı tavizler... Avrupa Birliği üyelik sürecinde pek çok müdahale girişimiyle karşılaşmıştır. Son zamanlarda bilhassa vizesiz seyahat anlaşması karşılığında dayatılan terörle mücadele yasasındaki tavizler ve OHAL’ in kaldırılması talebi bunun dramatik örneklerindendir. İlişkilerin görece iyi olduğu dönemde kamu yönetimi alanında merkezi idarenin elini zayıflatmak adına dayatılan bir takım reformlar da ciddi tuzaklar ihtiva etmekteydi.

Bu tavizlerin yönlendirmenin başında, AB’nin devletimizin merkezi idari yapısını zayıflatıp yetkilerini yerel yönetimlere devir ettirmesi. Güçlendirilen “yarı özerk” hale getirilen Yerel yönetimler “Büyük şehir Belediyeleri” adeta bir “şehir devletine” dönüştürülmüştür.

Merkezi idareye alternatif biçimde yerel yönetimlerin öne çıkarılması çabasına paralel olarak; PKK ve onun siyasi maşası olan HDP’ nin yerel yönetimlerde her türlü zorbalığı kullanarak sağladıkları avantajlı pozisyonu, hayalini kurdukları özerkliğe geçişte bir aşama olarak değerlendirdiler. Baskı ve sindirmenin sonucu önemli oranda etkilediği seçimlerle, yerel yönetimleri ele geçiren HDP-PKK; tabiri caizse belediyelerin kaynaklarına el koymuş, belediyeleri terör örgütünün lojistik birimi haline getirmişti.

Merkezi hükümetin devir ettiği ve güçlendirdiği belediyelerden, yetkilerini tekrar geri alması gerekir. Kamu yönetiminde idarenin merkezi yönetime devredilerek güçlendirilip, istismara açık hale gelen “belediye şehir devletlerinin” ortadan kaldırması bir istikbal meselesi olmuştur.

Devletimizin Fırat Kalkanı harekâtı ile güvenlik politikalarında yeni ve muazzam bir aşamaya geçilmiş oldu. Ancak bu nokta son derece mühimdir ve devamlılığı şarttır, diplomasi ile eşgüdümlü olarak bu güvenlik politikaları tavizsiz devam ettirilmelidir.

Bir asır önce oynanan oyun bugün isimleri güncellenen yeni vasıtalar, daha şeytani planlar ve son teknoloji ölüm kusan silahlarla oynanmakta.

Dün azınlıklar üzerinden bizi parçalamaya çalışanlar, bugün Kürtler üzerinden harita çizmeye çalışıyorlar. Dün bizi bütün İslâm Coğrafyasından söküp atmak isteyenler, bugün aynı coğrafyaya ümit olacağımız korkusuyla Anadolu’dan atmak istiyorlar.

Dün İslâm milletinin ve tüm mazlumların hamisi olan Sultan II. Abdülhamit’i diktatör ilan edenler, bugün aynı vazife için ortaya çıkan Sayın Cumhurbaşkanımızı diktatör ilan ediyorlar.

Türkiye günden güne büyüyen ekonomisi, gelişen teknolojisi ve eğitim kurumları, asırlık alt yapı projeleri ve devam eden yatırımları, yeni tesis edilen istikrarlı siyasi yapısı, güçlenen ordusu, basiretli liderliği ve her şeyden önemlisi ümmet anlayışı etrafında şekillenen yeni millet ve medeniyet anlayışla evvel Allah bu tuzaklardan çıkmayı başaracaktır. 

Çetin ZAMANTIOĞLU

Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir.

Yorum Ekle

(*) ile işaretlenmiş zorunlu alanların tümünü doldurduğunuza emin olun. HTML kodları kullanılamaz.

asder logo

Adaleti Savunanlar Derneğinin ilkelerini benimsiyor ve her alanda "adalet"değerini temel alan kural ve uygulamaların gerçekleştirilmesi için mücadele çalışmalarına katılmanın gereğine inanıyorsanız; bizi takip edin...